‘’Evet! Zico futboldur‘’
Samsun’un Çiftlik Caddesi’ndeki “Adnan’ın kahvesi”ndeki okey ıstakalarını öylece bırakmış, ‘Beyaz Pele’yi izlemek için yükseğe asılı demir bir kafeste tutuklu bulunan Telefunken marka televizyonun karşısına kurulmuştuk. O zamanlar bizim mahalledeki çocukların Brezilya Milli Takımı’ndaki adamı, bize Che Guevera ve Castro’yu çağrıştıran vesikalığıyla ‘Doktor Sokrates’ti ya, gözümüz onda, Zico’daydı hep. Top oynarken daha becerikli olanlarımız onu taklit eder, ona benzemeye çalışır, biz yarı yetenekliler de ne yapsak bunu bir türlü başaramazdık.O bize futbol denen oyunu sevdiren mühim şahsiyetlerdendi. Tıpkı Cruyff, Beckenbauer, Maradona, Cubillas, Keegan, Belloumi, Kempes, Maceda, Arconada, Platini, Butragueno ve diğerleri gibi...Pazar günkü Trabzonspor maçından önce sahaya çıktığında kaleci Jefferson ve Marcelinho, bir ‘efsanenin’ elini sıkmaya giderken onların yerinde olmak için can attığımı fark ettim. Onun elini sıkmak, belki küçük bir espri yapmak ya da “İyisin sen aslanım” demesini duymak... Bir futbolcu, hele ki Brezilyalı bir futbolcu için müthiş olsa gerek.Sonra maç başladı, Fener gol attı. “Efsane” de her futbolseverin yaptığını yapıp gole sevinmek için kulübesinden fırladı. Ne mi oldu? Üzerine çakmak, bozuk para, pet şişe içinde su yağdı. O geri döndü, tribüne baktı, ellerini iki yana açtı ve hepimize bir soru işareti bıraktı; “Ama bütün bunlar neden?”Biz bıyığı yeni terlemiş top peşinde koşan çocuklardık o zamanlar. O bizim futbol üzerine anlatacağımız her hikayenin ta kendisiydi. O ve ötekiler olmasa bu kadar sevebilir miydik bu oyunu? Zico, futbolun ‘tarihidir.’ Futbolu sevip de kendi tarihine böyle davrananlar komşusuna, arkadaşına, karısına, çocuğuna nasıl davranır, merak bile etmiyorum.Bir hoca olarak Fenerbahçe’yi iyi mi oynatıyor kötü mü, bununla zerre kadar ilgilenmeyen biriyim. O usta analistlerin işi, benim değil. Evet, bu sezon gittiğim Fenerbahçe ve Beşiktaş maçlarından, Galatasaray maçlarından aldığım zevki alamadım. Bütün bu olanların yanında bunun ne önemi var!.Ama bildiğim de bir şey var; Zico’ya saygı futbola saygıdır. Zico’ya saygı, hayata saygıdır, Zico’ya saygı kendimize saygıdır. Zico’ya saygı dünyaya saygıdır.Çünkü, Zico hatıralarımızdır. Çünkü, Zico geçmişimizdir. Çünkü, Zico estetiktir. Çünkü, Zico futbolun ta kendisidir...
‘’Beşiktaşlılık ruhu nedir?‘’
İki kuşaktır iddiaları, Beşiktaş’ı ‘Avrupa takımı’ yapmaktı. Kendileri pahalı elbiseler giyip, gıcır arabalara binince, Avrupalı olduklarını sanıyorlardı ya, takımı da öyle yapacaklardı güya.100. yılında şampiyon oldu takım. 101. yılında ise tarümar... Sonradan polisin dinlediği ‘yeraltı’ telefonlarında, ‘namlı Beşiktaşlı büyüklerin’ adının sık sık geçtiği, o büyüklerin ‘yeraltından’ yardımlar aldığından söz edildiği de ortaya çıktı ya, kimse ‘şampiyonluğa’ halel gelmesin diye işin üzerinde fazlaca durmadı.O zamanlardan bu zamanlara, Beşiktaş çok değişti. Kendi olmaktan çıktı. Takımın bütün değerleri, ‘bugüne uyarlayacağız’ denilerek, yerle bir edildi. Aklım erdiğinden bu yana Beşiktaşlı olan ben, bu takımın taraftarı olduğum için kendimi hep iyi hissetmiş biriyim. Eminim, diğer takımları tutan insanlar da kendilerini benim gibi hissediyorlardır, bu ayrı mesele.Beşiktaş, Türkiye’de başka ‘ruh hali’ni temsil etmesi bakımından benim için önemli. Kendi yağıyla kavrulmak denirdi buna eskiden. Olanaklarını kullanmak, kullanılacak olanakları geliştirmek bunu yaparken futbol üzerine, hayat üzerine düşünmek. Yoksa, “Bas parayı al pahalı topçuyu” formüllerin en kolayı. Futbol, futbolcuyla olduğu kadar ‘ruh’la oynanan bir oyundur. Ama futbol, her şeyden önce bir oyundur. Beşiktaş, bugün tribüne giden gitmeyen bağlılarına zevk vermiyorsa ilk terk ettiği şeyi, ‘oynamayı’ hatırlamalıdır. Eğlenmeyi hatırlamalıdır. Taktik-teknik bundan sonra gelir. Ve Beşiktaş’ın muhtaç olduğu ‘ruh’ tribünlerinde hiçbir tribünde olmadığı kadar mevcuttur. Beşiktaş ötekilere benzemez. Ötekilere benzerse ‘yiter gider.’ Hayatı kavrayışı, ona bakışı onunla kurduğu ilişki, bambaşkadır. Köyiçi’nin, balık pazarının ruhudur Beşiktaş. Paylaşmayı bilen, dayanışmayı becerendir. Her sabah selamlaşmadır, günaydındır, iyi akşamlardır Beşiktaş.Para değildir hatta anti-paradır. Eşitlikçidir, adaletçidir, hak tanırdır.‘Bu dünya düzeni’ Beşiktaş’a, Beşiktaşlıya mutluluk getirmez. Bunun hocayla, futbolcuyla ilgisi yoktur. Bu yönetimlerin tercihi olan endüstriyel futbola tapınmanın ve bu nedenle Beşiktaşlı olmayı terk etmenin ıstırabıdır.Oysa, sahaya hep yenmek için çıkma ama yenip yenmemek, şampiyon olup olmamaya takılmama halidir Beşiktaş. Beşiktaş, sadece ve öncelikle ‘oynamaktır.’ Kendiyle oynamaktır, hayatla oynamaktır ve futbolla birlikte hayata katılmaktır, hepsi o.Gelin bir hafta kapalı tribüne bakın futbol nasıl oynanıyor tribünde. Hangi takımı tuttuğunuz önemli değil, sahada oynanan berbat oyuna rağmen tribündeki neşe ruhunuzu açacaktır.Evet tribünde isyan vardır. Neden şaşırıyorsunuz ki? Yoksa size isyanın kötü bir şey olduğunu mu öğrettiler? Evet, tribünde mizah vardır. Yoksa siz mizah sevmez, şakalaşmaktan hoşlanmaz mısınız? Evet tribünde hayat vardır ve Beşiktaş hayattır.
‘’Sıra sana gelecek!‘’
Neden bundan korktuklarını çözemem ama, vampir diye birileri hakikaten varsa onların da bazı şeylerden korkması hiç yoktan iyidir diye düşünürüm. Bu topraklar da tıpkı vampirin gün ışığından korktuğu gibi; eleştiriden, fikirden, korkan insanlarla dolu. Hele biriyle, bir durumla ilgili genel kabul gören düşüncelerin dışında bir değerlendirmede bulunmaya görün; ‘hain’ rozetini yakanıza yapıştırmak için peşinizden koşan insan sayısına şaşar kalırsınız.Son milli maçın ardından aralarında benim de bulunduğum bir grup insan, Hakan Şükür’ün epeydir iyi oynamadığını söylediler ya, Galatasaraylı yöneticiler hemen fırladı ortaya, “Hakan Şükür’ü rahat bırakın” diye.Nedir ki, futbol hepimizin oyunu. Biz de maçlara gidiyor, en az yöneticiler ve futbolcular kadar bu oyunu seviyor, bu ‘bilgi üreten’ oyuna kendi kavlimizce katkıda bulunuyor, bir de üstüne üstlük bütün bunlar için para ödüyoruz. Bir yöneticinin -Adnan Polat- “Hakan Şükür gibi bir forvet oyuncusu Türkiye’de yok” demesi için ya futboldan anlamaması, ya toplama çıkarma bilmemesi gerekir ki, ikisini de bildiğine eminim. Buradan Hakan kötü futbolcu sonucu çıkmasın. Ne var ki, bugün bu ülkede, aynı mevkiide oynayan ve işini Hakan’dan daha iyi yapan en az 5 futbolcunun adını hiç düşünmeden sayabilirizYine bir başka yöneticinin -Fatih Gökşen- “İnsanlar Hakan’la ilgilenmeyi bırakıp işlerine güçlerine baksınlar” demesi var ki, bu ‘anti-eleştiri’ cephesinin şahikasıdır. Bir spor yorumcusunun, eleştirmeninin başka ne işi olabilir ki?Gökşen, Hakan’a yönelik eleştirilerin milli takıma zarar verdiğini de söylüyor. Yani burdan şu sonuca varmak da olası, biz, Hakan Şükür’ü eleştirenler, bunu milli takıma zarar vermek için yapıyoruz. Oysa bu durumu şöyle değerlendirmek de pekala mümkün; Hakan son iki yıllık performansıyla hem kendi takımına hem de milli takıma gerekli katkıyı yapmaktan uzak. Ya da bir klişeyle söyleyeyim; “Hakan eski Hakan değil...” Gerçi benim eski Hakan’a yönelik eleştirilerim de var ya, o başka mevzuu... Bunu kendi de itiraf ediyor, ayak parmağının kırık olduğunu, sakat sakat oynadığını söylüyor. Yani bizler, Hakan’ı eleştirenler, esasında hem Galatasaray hem milli takım için Gökşen’den ‘daha iyi’ bir durum istiyoruz. İçerdeki tüm Galatasaray maçlarına gitmeye çalışan biri olarak inatla ve de ısrarla söylüyorum ki, Ümit Karan bugünkü Hakan’dan daha bir forvet oyuncusu.Evet, Hakan da iyi futbolcu ama artık o mevkiide ondan daha iyi oynayan çok oyuncu var. Bu, “Benim kötüm, kötü de olsa başkasının iyisinden iyidir” türü ‘kapalı toplum’ refleksi yerine eleştirinin geliştirici gücünden faydalanmak hem yöneticilerin, hem oyuncuların hem de tribüne giden biz taraftarların menfaatı icabıdır. Eleştiriden korkmak yerine gelişmek için ondan yararlanalım, unutmayalım ki eleştiri yoksa ‘akıl’ da yoktur...
‘’Şafak Türküsü‘’
Bu yazı onun için... Şafak Güzeller için yazılmış bir futbol yazısı. Biliyoruz, başkasının acısına bakmayı bilmeden hayatta hiçbir maçı kazanamayız! Çok maç kaybettik, bu kez birlikte gülelimBir gün bir televizyon programında şöyle bir laf etmişim; ‘Nasıl baktığınıza bağlı olarak futbol izlemek size insanlığın neresinde olduğunuzu gösterir..” Bu sözümü, benim iyi kalpli tribün ve meyhane arkadaşım Ferudun Düzağaç, not düşmüş bir yazısına. İnsan kendinden hoşlanıyor, hem birinin kalbine dokunduğu için, hem dokunduğu kalbin “Özlersen dönerim” diyecek kadar cesur bir adamın kalbi olduğu için.Geçenlerde bir mail aldım, kendisini “Beşiktaş kapalısının neferi” diye tanıtan deplase.com’dan Uludağlı Erkan Yıldız’dan. Bir şey istiyor, diyordu ki; “Arkadaşımız, Galatasaraylı Şafak Güzeller, 21 yaşında, kanserle boğuşuyor. Bırak futbolu, bunu yaz...” İşte bu yazı onun için, Şafak için yazılan bir “futbol yazısı...”Babama gideceğimBu yazıyı yazdığım gecenin sabahı Samsun’a, eve doğru yola çıkıyorum. Ama eve uğramadan doğruca Samsun Kıranköy Mezarlığı’nda yatan, beni ilk kez bir stadyumda maça götüren adama, kanserden ölen öğretmen babama gideceğim. Erkan, diyor ki; “Abi, Şafak çok genç. Direnir, yeter ki biz onunla dayanışalım. Tedavisi için Amerika’ya gitmesi gerek, paraya ihtiyaç var. İşte onun için yazıyorum sana, bir ses ver...!” Bilmem Şafak’ın sesine ses olabilir miyim? Ama bir gayret işte, onun direnişine ufak bir omuz belki, hepsi bu.Kanserden ölmesin KaradenizSon gittiğim Fenerbahçe-Bursaspor maçında Migros tribününde kocaman bir fotoğraf. Güzel gülümseyen bir adam, belli artık orada, tribününde değil. Öğreniyorum adı “Necati”. Beni tanıyanlar bilir, biz “Unutmadık! Anısı mücadelemize önder olsun” kuşağındanız. Çok abimizin, çok arkadaşımızın fotoğrafını gördük duvarlardaki yırtık afişlerde.Hiç tanımadığım “Necati”nin hiç ayrılmadığı tribünün tam ortasında fotoğrafını görünce, şakır şakır yağmur altında Beşiktaş yeni açık tribününde Trabzonsporlu şahane uşak Kazım Koyuncu için açılan pankart geldi gözümün önüne. Kocaman bir Kazım fotoğrafının yanında şöyle gerilmişti pankart; “Kanserden ölmesin Karadeniz. Yeter ulan”Ama Şafak’ın hem şansı, hem niyeti, hem gücü var. Bir de internet sitesi de var; www.safakguzeller.com adresiyle. Oradaki fotoğrafında, sarı kırmızılar içinde yatmış öylece yüzümüze bakıyor ve soruyor; “Hepimiz maça gidiyoruz! Peki ama insanlığın neresindeyiz?”Çok maç kaybettik amaBiz yaşı ufak olanların “12 Eylül kanseri”nden çıkmamıza yardım edenlerden biri de rahmetli Ahmet Kaya’ydı. İpten dönen Nevzat Çelik’in türküsünü söylemişti 1986’da. Türkünün adı, “Şafak Türküsü”ydü. Bu ‘umut türküsü’nü bu ‘direniş türküsü’nü şimdi Şafak için okuyalım.Biliyoruz, başkasının acısına bakmayı bilmeden, hayatta hiçbir maçı kazanamayız! Hepimiz çok maç kaybettik, ama bu kez birlikte kazanalım. Şafak için dört defa “Çok yaşa! İyi yaşa! Uzun yaşa! Bizimle yaşa!”
‘’Gerçekçi ol! İmkansızı iste‘’
Futbol bir arada olmak, bir arada oynamaktır, futbol farklılardan güçlü birliktelikler çıkarmak, güçlü birlikteliklerle dünyayı değiştirmektir. Bugün Türkiye’de oyunun önünün açılabilmesi için futbolun değil, futbolla ‘ilgileniyormuş gibi yapanların’ değiştirilmesine ihtiyaç vardır.Tribünleri dolduran binlerce insan, maç biter bitmez tıpkı uyuşturucu krizine girmiş gibi pozisyonların ağır çekimlerini izleyip hakemleri ipe çekme fırsatını kaçırmamak için koşarcasına televizyonların karşısına geçiyor. Hani ‘endüstriyel futbol’ dedikleri var ya; işte o, tam da bu durum yaratılmasının adıdır. Taraftarı oyundan çekip almak, onu aslında biraz önce izlediği hatta bizatihi parçası olduğu oyuna yabancılaştırmaktır. Hal böyle olunca yaratılan bu sis perdesinin ardında gerçekler, taraftarın gerçekten üzerinde durması gereken gerçekler, yönetimler üzerinde etkili olabilmesinin, takıma rengini verebilmesinin olanakları da ortadan kaldırılmış olur. Örneği, tuttuğum takım olan Beşiktaş’tan vereceğim. Bugün tribünlere giden binlerce Beşiktaşlının önemli bir bölümü takımın kötü gidişinin ardında ‘dış güçlerin’ - federasyon, hakemler, diğer kulüplerin güçlü yöneticileri vs.- etkisinin büyük olduğunu düşünür/düşündürtülür. Peki bu etkiler yok mudur, vardır elbet. Ancak bununla boğuşmak taraftarın değil yöneticinin görevidir. Ne var ki, taraftar sorunun ‘takımdan kaynaklanan’ tarafını ihmal etmiyorsa da bunun üzerine düşünmek, konuşmak ve eleştirmeyi hep ikinci planda tutuyor.Oysa transfere büyük paralar harcayan Beşiktaş’ın, başta kaleci olamak üzere defansına ve orta sahasına alacağı oyuncuları belli bir plan dahilinde seçmediği belli. Bugün kaybedilen üç maçın ardında sık sakatlanan Gökhan Zan, hırslı bir tarzı olan İbrahim Toraman, üstün çabasına rağmen seviyesini yükseltemeyen İbrahim Üzülmez’in olduğu savunma sorunlarının olduğunu anlamak zorunluluktur. Düşünün Gunti, Yankov, Karhan, Sverisson, Johnseen gibi birinin bu ikiliye yapacağı katkıyı. Hal böyle olunca ortaya Ricardinho-Delgado’nun yanyana oynayıp oynamaması gibi abuk bir tartışma çıkıyor. Böyle bir şeyi değil tartışmak bile tuhaf. Bu ikisi de son derece yetenekli oyunculardır. Sorun bunların oynatılabilmesinin olanaklarının aranması ve yaratılmasıdır. Onların hücum hattına yapacakları katkıyı, kanatların neden ileri çıkamadığını ve hiç orta yapamadığını tartışmak yerine rakibin attığı golün ofsayt olup olmadığını ya da Burak-İnamoto örneğinde olduğu gibi pozisyonun penaltı olup olmadığını tartışmak Beşiktaş’ın temel sorunlarını gözden kaçırmaktır. Evet, pozisyon penaltıdır ama unutmayalım ki; Burak da Konya maçında topu eliyle düzeltip gol atmıştır. Bu tartışmaya gereğinden gazla gömülmek futboldan alınacak keyfi azalttığı gibi, ‘gerçekleri’ görmeyi de engeller.
‘’Önce hücum sonra defans‘’
Beşiktaş’ta Toraman cezalı, Gökhan Zan sakat sakat oynayacak. Ali Güneş ise kadro dışı. Tigana’nın derbi 11’i nasıl olmalı?* Beşiktaş’ın en sıkıntılı bölgesi müdafaası. Buna Runje’yi de katıyorum. Savunma yükünün önemli bölümünü üstlenmiş olan Gökhan ve Toraman ‘kırılgan’ futbolcular. Zan sıklıkla sakatlanıyor. Bu nedenle göbek, hep risk altında. Toraman ise oyun içinde sinirlerini kontrol edemediğinden kart sorunları yaşıyor. Yani bu bölge Beşiktaş’ın ‘yumuşak karnı.’ CSKA maçında, zorunluluktan buraya çekilen Baki ‘işini yaptı.’ Koray değişmez olduğuna göre, iki kanat mecburen Üzülmez ve Tandoğan’a kalacak. Önlerinde Kleberson. Bu ‘mecburi klasik’ şablon içinde, bir sorun da orta sahada yaşanacak. Sanırım Tigana, ortayı Ricardinho ve Delgado’dan birine, büyük ihtimalle Delgado’ya bırakacak. Çünkü, deplasmanda oynandığı düşünülürse, müdafaa yükünü azaltmak için iki kanada geriye yardım edebilen birilerinin konması şart. Sağ tartışmasız Burak iken, sol biraz netameli bir bölge. Burada iki aday var: Serdar Kurtuluş ve İbrahim Akın. Serdar’ın müdafaaya katkısı Akın’dan fazla, ancak İbrahim’in artısı, topu ısrarla ve beceriyle öteki alana taşıması. Her ne kadar topu olumlu sonuçlandırmayı hâlâ beceremese de yine de rakip müdafaanın öne çıkıp, oyuna orta sahadan katılmasını engellemek için benim tercihim Akın olur.Hücumda Nobre’nin yanına konacak oyuncu, Gökhan olmalı. Güleç gerek sürati, gerek kale önünü karıştırma özellikleriyle Bobo’dan daha iyi durumda. Ayrıca Bobo’nun Tomas-Song gibi kudretli bir ikilinin arasında topla bulaşacağına, çok ihtimal vermiyorum.Beşiktaş, CSKA engelini 2-0’lık skorla aştı. Sami Yen’de de hücum ağırlıklı mı oynamalı? Yoksa savunma güvenliğini öne çıkarmalı mı?* Beşiktaş, eldeki oyunculara bakıldığında, zaten müdafaa yapmayı önde tutmak zorunda. Ancak bu şu anlama geliyor: Arda ve Şaş gibi ayağına mahir oyuncuların araya atacağı toplar, hep tehlike yaratacaktır. Koray dışında topa yerden müdahale edebilecek, müdafaa oyuncusu yok gibi. Bu nedenle Burak’ın, Tandoğan’a yakın oynaması gerekir ki, bu da o alandan hücuma çıkma sorunları yaşanacağı anlamına gelir.Üzülmez’in müdafaasına diyecek bir şey yok, o nedenle ben bu kanadı, İbrahim’in tutabileceğini düşünüyorum. Akın -ya da yerine kim oynatılacaksa- topu ileri taşırsa, Galatasaray savunması yıpranır. Yerden oynandığında faul yapmaya çok açık olan Tomas ve Song’un üzerine gidecek hızlı adamlar (Güleç, Nobre, Akın) Beşiktaş’ın işini çok kolaylaştırır. Bu nedenle tercihlerin, hızlı orta saha ve forvetler olması gerekir. Klasik olacak ama, hızlı hücum dengeli müdafaa için bu tercihler çok elzem görünüyor.Sizce maçın kilit adamları kimler olur? * Birinci kilitler kesinlikle Runje ve Mondragon. Ardından CSKA maçının ikinci yarısında nihayet ışığını gösteren Kleberson ve elbette ki hücumu derleyip toparlayacak olan Delgado... Galatasaray’da ise İliç ve Arda...Gerets de Tigana da bu derbiye, akıllardaki büyük soru işaretleriyle çıkıyor. Sonuç, bu ikiliden birinin kaderini çizer mi?* Kesinlikle etkileyecektir. Çünkü, bu ülke böyle düşünmeye yatkın bir zihniyete sahip. Derbi değilse de 1-2 maç sonra infaz geleneğinin çalışacağından zerrece şüphe duymuyorum. Çünkü bu ülkede, yönetici ya da iktidar sahiplerinin -bunlara futbol yorumcuları da dahil- akılları ‘adam yemeden’ çalışamaz. Bu da anlaşılır bir şey, adam yemezlerse nasıl iktidarda kalacaklar, değil mi! Onca soruna rağmen takımını şampiyon yapmış Gerets’e 2-3 maç kaybederse tıpkı Lucescu’ya yapıldığı gibi ‘Türk işi’ davranılacağı, kaçınılmaz görünüyor. Tigana için biraz farklı düşünüyorum, o henüz Beşiktaş’a üç maç üst üste iyi top oynatmayı başarabilmiş değil. Yine de alternatifi olmadığı için Gerets’ten daha şanslı. Ama ikisi de bana, altlarında aç aslanların fır dolandığı bir çukuru, incecik tahtadan karşıya geçmeye çalışan birileri gibi geliyor. Aslanlara şimdiden afiyet olsun...
‘’Arkayı sağlam tutmak gerek!‘’
Evet, transferin gözde takımı Beşiktaş ama hatırlarsanız önceki yıllarda da Beşiktaş, bu konudaki ‘gözde’ olma konumunu hep muhafaza etmiş bir takımdı. Henüz sezonun başı, umutsuz olmak için hiçbir neden olmamakla birlikte birkaç noktaya dikkat çekmek gerek diye düşünüyorum...Eğer 100. yılda gelen şampiyonluğu iyi analiz edebilirsek o zaman Beşiktaş’ın bugün neye ihtiyacı olduğunu da görürüz.100. yılın en önemli özelliği, Beşiktaş’ın ‘arkasının sağlam’ olmasıydı. Örneği mahalleden verirsek biraz daha anlaşılır olur sanırım... Eğer, kahvede bir kaç tane sıkı abiniz varsa öteki mahallelerde daha rahat dolaşır, elinizi kolunuzu daha rahat sallarsınız. Çünkü, geride sizi koruyacak sağlam abilerin varlığı cesaretinizi artırır. Beşiktaş’ta böyleydi.. Geride Cordoba, Zago ve Ronaldo’nun korumasında iyi bir müdafaası vardı. Bu müdafaa sadece ‘mahalleyi’ korumuyor topun hücuma çıkmasını da çok iyi yönlendiriyordu. Bu ekip, daha iyileri bulunmadan dağıtıldı. Yeni takımın bence en defolu yeri tam da bu üçlü; kaleci ve onun önündeki ikili.Öncelikle,Beşiktaş’ın ciddi bir kaleci sorunu var. Konya maçında o frikik golünü yiyen Runje, benim için hep tehlikeli biri olarak kalacak. Gökhan Zan, iyi futbolcu ancak ‘çok kırılgan.’ Sık sık sakatlanma riskiyle karşı karşıya. Ona güvenerek müdafaa kurgusu oluşturmak zor.İbrahim Toraman da hem müdafaa bilgisi hem de ‘duygusal olarak’ kırılgan. Maça öylesine kaptırıyor ki kendini, futbolcu olmaktan çok intikam aracına dönüşüyor zaman zaman. Oysa futbolcu, bu durumlarda bir toplu iğne gibi olmalı ve başını hep yorganın üstünde tutmalıdır. Ama aynı futbolcu bir yorgan iğnesi gibi ‘yol almayı’ da bilmelidir.Diyeceğim o ki, bu müdafaayı çekip çevirecek birisi/birileri henüz bulanamamıştır. Bu nedenle Beşiktaş, topu orta sahaya getirmekte zorlanmaktadır. Ve yine bu nedenle Kleberson, gereğinden fazla geride oynamak durumunda kaldığından oyuna ağırlığını koyamamakta, kendini gösterememektedir.Neyse ki, bu kez orta saha, adı sanı olan, omuzları apoletli yakaları bol rozetli Ricardinho ve yumuşak bilekli zeki çocuk Delgado tarafından çekip çevrilecek. Tabii bir de şu var. Benim oyun tarzına hiç ısınamadığım Tigana, özellikle Ricardinho gibi birini oynatmayı becerebilecek mi, işte orada hala endişeliyim.
‘’No pasaran!‘’
Futbol ile ilgisi yok gibi görünse de söylediklerinin, futbol denen oyun tam da bu. Hayatın, politikanın ta kendisi.“Halkın içinden, onlardan biri Toroğlu. Onların ağzıyla konuşuyor ve onların duygularını dile getiriyor” diye sunuyorlar Türklerin, ‘yeni çağ filozofu’ Erman Toroğlu’nu. Tanıtımı böyle.Linç kültürünün, yakıp yıkmanın, ‘girip çıkmanın’, çözümsüzlüğün teorisyeni. Bilgisi de gücü gibi, ‘kendinden menkul’. Öğrenmeye de ihtiyacı yok, zaten hepimizin bildiğini fazlasıyla biliyor o! Bilgiye ve vicdana ihtiyacı yok, gücünü ölümden aldığı için. Her hafta sonu onca hakemi ipe çekerken gözümüzün önünde, hiç birimizin gıkı çıkamadığı için o da ağzına geleni söyleme özgürlüğünü sonuna kadar kullanmaktan geri durmuyor.O, karşımıza geçip kahkahalar atarken, onun her söylediğini doğru belleyen büyük kalabalık da keyifleniyor kuşkusuz. “Bakalım Erman Hoca akşam ne diyecek?” teslimiyeti onu kayıtsız şartsız otorite haline getirirken, düşülen tuzağın geldiği yer işte bu anti-demokratik söylem oluyor.Oysa bütün sorunlarımızı çözecek şey “tam demokrasi”yken, Toroğlu’nun bu genel kabul gören söylemi, hepimizi, geçmişte ve şimdi varolan bağnazlığın ve ötekini yok etme üzerine kurulu bir şiddetin çözümsüzlüğüne hapsediyor. Hapsediyor ki, bu sözün sahipleri daha da güçlensin ve iktidarları katmerli olsun.Bu “sıradan olanın şiddeti”dir ve belki de şiddetlerin en tehlikelisidir. Bizden birinin bize kıymasıdır Toroğlu’nun yaptığı.Evet, ben ve tanıdığım bir dolu arkadaşım “iyi bir dünya kurmayı” hayal ederken kodumu oturtulanlardanız. O nedenle, Toroğlu’nun ne dediğini çok iyi bilenlerdenim. Bu pervasız demokrasi düşmanlığının beslendiği yer hepimizin bataklığıdır. Oysa futbol demokratik bir oyundur. Eşitlikçidir, paylaşımcıdır, dayanışmacıdır. Futbolu sevenler, futbolun bağlıları hayata sevgiyle bağlıdır. Futbolu sevenler kaybetmeyi bilir, kazandıklarında karşısındakileri yerle bir etmemeyi bildikleri gibi. Biz onlardan yanayız, onların yanındayız, onların arasındayız.Eğer Erman Toroğlu’nun sözlerine bir yanıt vermek gerekirse dünyanın her yerinde yanıt aynıdır. İspanya’da faşizme karşı yürütülen mücadeleden bu yana bütün demokrasi düşmanlarını karşılayan bu yanıt bir kaç yıldır Beşiktaş tribünlerinde sıklıkla açılan bir pankarta yazar; “NO PASARAN!”