‘’İnönü'de test‘’
Bugün İnönü’de, hepimiz kendimizi test edeceğiz...Bugün İnönü’de, takımları ve futbolu yöneten sınıfın yarattığı toz bulutundan kafamızı kaldırabilecek miyiz? Onu göreceğiz...Bugün İnönü’de, bir ‘eğlenerek öğrenme’ aracı olan futbola kendi rengimizi verebilecek miyiz? Onu göreceğiz..Bugün İnönü’de, kulübe verdiği paranın büyüklüğü kadar demeç hakkı kazanan yöneticilerin dilinden uzakta, tüm farklılıklarımıza rağmen kardeşliğin, arkadaşlığın, dostluğun dilini kurabilecek miyiz? Onu göreceğiz...“Alevi mürşitleri ‘Sözün canı vardır’ derler... ‘Söz’ sesin içinde yaşar. Ses değişir, biçimden biçime girer, söz baki kalır, zamana direnir... Sözün ömrü uzun olur çünkü ‘söz’ gerçektir.” (Erdoğan Çınar/Kayıp Bir Alevi Efsanesi/Kalkedon Yayınları) Bugün İnönü’de, bakalım bunu görebilecek miyiz?..Bugün İnönü’de, Beşiktaş tribünü ‘kendi ruhu’nu test edecek. Ya küfüre, kaba protestoya, hayatı yok eden şiddete teslim olacak - ki hiç sanmıyorum - ya da öyle bir söz söyleyecek ki; “Sözümüzün ömrü uzun çünkü bizim sözümüzün ‘can’ı var” diyecek... Bakalım hangisini göreceğiz...Bugün İnönü’de, Tümer’in bir insan olduğunu unutmadan, onurunu zedelemeden, annesinin, babasının, eşinin ve kendisini seven onlarca yakının onu izlediğini aklından çıkarmadan, binlercemiz arasından ortak akıl ve ortak vicdanla Tümer’i bile gülümsetecek bir cinlik yapacak kaç kişi çıkacağını da göreceğiz..Bugün İnönü’de, daha iyi insanlar olmak için içimizde yuvalanan nefreti uysallaştırmayı becerip beceremediğimizi göreceğiz..Bugün İnönü’de, nasıl biterse bitsin maçtan sonra aktığımız sokaklarda, sevinçten ya da kederden oturduğumuz meyhanelerde ‘adam gibi bir şey yapmış olmanın verdiği gönül rahatlığıyla’ başkalarının yüzüne bakabilecek miyiz, onu göreceğiz.Ama şundan eminim...Bugün İnönü’de şahane bir Ricardinho, daha estetik bir Delgado izleyeceğiz. Bugün İnönü’de iyi bir Runje, gününden de öte bir Baki, her zamanki gibi çalışkan bir Serdar, iyi niyetli bir Koray, vızır vızır bir Bobo, canını dişine takan bir Nobre, gözünü budaktan sakınmayan bir Gökhan, son terine kadar çırpınan bir İbrahim Toraman, şimdiye kadar yaptığı ortaların tümünden fazla orta yapacak olan Ali Tandoğan, kendini de aşacak bir Burak, tetikte bir Fahri, hazırda bir Gökhan Güleç, “Hep daha iyi olacağım” diyen bir Mehmet Sedef bizi bekliyor.Ha, onlar böyle olur da Beşiktaş yenilirse ne olur?“Bulutsuzluk Özlemi”nin dediği olur; “Günlerin getirdiği/Senin yitirdiklerin/Sanki hiç umut yok/Çok yorgunsun/Ne olursa olsun/Yaşamaya mecbursun..”Bugün İnönü’de oynanacak maçtan sonra hem futbol hem daha ötesi kalsın aklımızda...
‘’Umut sevenin dileği...‘’
Siz televizyonlarda ne gördünüz bilmem ama, maç bu sezon Beşiktaş’ın oynadığı çoğu maç gibi son derece sıkıcıydı. Bana sorarsanız ‘sıkıldın mı?’ diye. Bunun yanıtını maçtan sonra kız arkadaşım Burcu verdi: Maç sıkıcı diyorsun, o zaman ben niye bu kadar heyecanlandım... Burcu’nun söylediği doğruydu, oyun ne kadar keyifsizse, tribünler de o kadar neşeli ve heyecanlıydı. Fakat bu heyecan bir türlü takıma yansımadı. Maçın kilit değilse de ‘özne’ oyuncusu Burak Yılmaz’dı. Oyundan çıktığı 80. dakikaya kadar olumlu tek faaliyette bulunmayan Burak’ın taraftarın asabını bozmasına, Tigana’nın bu kadar nasıl sabrettiğine akıl sır erdiremedim. Çocuk yetenekli ancak kendini geliştiremiyor ve korkarım tıpkı Youla, Adem Dursun ve diğerlerinin başına gelen, onun da başına gelecek. Dikkatli olmasında, büyüklerinin sözünü dinlemesinde büyük fayda var... Düşük yoğunluklu oynayan Beşiktaş değil ama, Beşiktaş taraftarı şampiyonluk potasına girdi. Adnan Polat’ın kaba hesabını yaparsak Beşiktaş şu anda ligde 2 puan önde görünüyor. Allah utandırmasın! Uyuya-uyuta, düşe-kalka, Beşiktaş bu ligi böyle götürecek. Çünkü elinde kale gibi bir Serdar Kurtuluş, diri bir Baki ve 70. dakikada muhteşem bir şekil yapan Ricardinho gibi oyuncuları var. Tabii Runje’yi de unutmamak gerek. Maçın ikinci devresinde dişe dokunur bir gol pozisyonuna giremediyse de Beşiktaş, diğer maçlarda da olduğu gibi Rize’ye de pozisyon vermeyen bir anlayışla oynadı. Evet ben sıkılıyorum bu oyundan, sevmiyorum şu ‘yenemiyorsan yenilme’ tezini, ama bu saatten sonra böyle oynamaktan başka yapacak hiçbir şey yok. Müslüm Gürses’in dediği gibi ‘umut yoksulun ekmeği, umut sevenin dileği’...
‘’İlaçları daha bulunamadı‘’
Türk vatandaşlığına geçenler İstiklal Marşımızı öğrenir oldu. Balkanlar ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden gelenlerin dışında da Türkçe konuşanlara rastlıyoruz artık. Peki ne değişti?İstiklal Marşı okuyan yabancı futbolcu benim bildiğim sadece Marco Aurelio var. Bir de Daum’u hatırlıyorum ki, onun yaptığına da okumak değil, daha çok okuyor gibi yaptığını göstermek denebilirdi. Bunun neden yapıldığını bilmiyorum ve anlamakta da güçlük çekiyorum. Ben İngiliz vatandaşı olmak zorunda kalsam sanırım böyle bir gayretkeşlik içine girmezdim. Türkçe konuşan yabancı sayısının artması meselesine gelince, bunun da ‘profesyonelliğin’ bir gereği olduğunu düşünüyorum. Sahada diğerleriyle anlaşabilmek, idmanda hocayı anlayabilmek için bu ülkenin dilini bilmeleri iyi olur. Ne var ki, bunu da daha çok ‘Anadolu takımları’nın yabancı oyuncularında görüyoruz. Örneğin Nobre, 4 yıldır Türkiye’de ama hâlâ tercüman kullanıyor. Peki bu önemli mi? Bence futbol bağlamında değil. Futbolun bir dili varsa onun tıpkı matematiğin dili gibi ‘evrensel’ olduğunu düşünüyorum. Bu ülkenin dilini öğrenmenin direkt futbola değil de daha çok bu ülkede yaşayanların, kültürlerini, reflekslerini anlayabilmek için gerekebilir. Dil öğrenmenin yararı şüphesiz yüksektir ama kanımca futbol için ‘olmazsa olmaz’ koşul değildir.Başkanı, futbolcusu, taraftarı, herkes şampiyonluktan söz ediyor. Ve artık Tigana’nın hakkını teslim etme zamanı gelmedi mi?Türkiye’de futbolu yöneten, oynayan, izleyen herkesin ortak dili bu. Ben bunu biraz mizahi, epey samimi buluyorum. Burada taraftarı ayrı tutarak şunu söyleyebiliriz. Futbolcu da yönetici de biliyorlar ki, uzun vadeli planlama, strateji gibi kavramlar Türkiye’de makbul kavramlar değildir. Hedef, şampiyon olmaktır. O nedenle hedefi belirleyip menzili kısaltacak demeçler vermek maharet sayılmaktadır. E, ben de onlara derim ki; madem hedefi uzun değil kısa vadeli koyuyorsunuz, o zaman tribünlerden gelen tepkilere de katlanacaksınız. Tigana’ya gelince.. Elindeki malzemeden çıkabileceğin en iyisi şimdilik bu. Yani düşük tempoda oynayarak, rakiplerini uyutan ve golünü atıp maçı kazanan bir takım. Beşiktaş’ın iyi savunma yapıyor gibi görünmesinde, aslan payını Runje’ye veriyorum. Özellikle Türk oyuncular hep yerinde saydıkları için değil Tigana Mourinho, Lippi ya da kimi getirseniz sonuç farksız olurdu. Çünkü, Akın ya da Burak gibi ‘yıldız adayları’nın kendilerini zihinsel olarak geliştirmelerini sağlayacak bir ilaç henüz bulunamadı.Gençlerbirliği, kötü dönemlerinde bile üç büyüklere kök söktüren kimliğiyle biliniyordu. Oysa Beşiktaş, pozisyon bile vermeden 3 puanı aldı. Üstelik Bobo’suz, İbrahim Üzülmez’siz.Beşiktaş gittikçe iyi kapanan ama hala iyi açılamayan bir tarzda oynuyor. Gençlerbirliği gibi ‘sert oynamayı’ seven bir takıma karşı bundan daha iyi oynayabilir miydi? “Evet” oynayabilirdi. Ama artık şampiyonluk hattına girdiği için gerek oyuncular gerekse hoca üzerindeki psikolojik baskı Beşiktaş’ı daha kontrollü bir takım olmaya zorluyor. Yani Beşiktaş taraftarı ligin sonuna kadar bu “avuç içi kadar mutluluk”la yetinmeye hazırlamalı kendini. Ama hakkını vermek gerek Tigana, bunca badireye rağmen takımı iyi topladı.PAF maçında Gökhan Çalışır, hakem Yiğit Pisin’e bir kararından ötürü yumruk atıyor. Gencecik bir futbolcunun, beğenmediği bir kararı nedeniyle hakeme saldırması, top yekün cinnetin yansıması mı?Türkiye, hepimizin gözü önünde gittikçe acayipleşen bir ülke olma yolunda. Neredeyse her hafta memleketin bir yerinden çeşitli gerekçelerle ‘linç haberleri’ geliyor. Hâlâ, okullarda ‘yurdumuzun düşmanlarla çevrili’ olduğu retoriğiyle büyütülüyoruz. ‘Biz’den olmayanların ‘bizi’ yerimizden edeceği korkusuyla büyüyoruz. Bu ‘linç kültürü’nden küçücük çocukların da nasiplerini almaması düşünülemez.Futbol da, bu hastalıklı şiddet hislerinin gündelik hayatta su yüzüne çıkması için olağanüstü fırsatlar sunuyor. Düşünsenize, Hrant Dink suikastı sanıklarından Yasin Hayal’in takımı onu tanıtırken Trabzon’daki McDonald’s’ı bombalamasını hatırlatarak “Bombacı Yasin takımımızda” diye yazmıştı internet sitesine. İş bu kadar hastalıklı bir yere varınca bacak kadar Gökhan Çalışır’ın neden hakime saldırdığını daha rahat anlayabiliriz. Bu, toplumdaki şiddet kültürünün bir yansıması. Eğer takımlar oyuncularına sadece teknik ve taktik idmanlar değil, dostluk, arkadaşlık, ahlak, ‘ötekine saygı’ gibi değerleri öğretebilmenin bir yolunu bulamazsa bu olayların önüne geçilemez. Doğrusu ya, bu sorunu ülkeyi ve futbolu yönetenlerin ciddiye aldıklarını da hiç sanmıyorum. Çünkü, şiddet iktidarı besler...Hazırlayan: Ayhan Yılmaz
‘’‘Başka türlü bir şey...'‘’
Sanırım Beşiktaş’ın bu futboluyla ligin ikincisi olabilmesinin sırrı, ‘düşük yoğunluklu oyun stratejisi’nde yatıyor. Birbirinden bilgi, beceri ve oyun anlayışı olarak çok uzak futbolculardan oluşmuş/oluşturulmuş Beşiktaş, biraz isteyerek biraz da istemeden oyunu ağırlaştırıyor, ardından bir ara punduna getirip golünü/gollerini atıyor. Bu yıl en az 6-7 maçta bunu yapmayı başardılar. Bu strateji bu maçta da tuttu. Temposu düşük, izleyeni futbolcu kadar yoran bir oyunun ardından Beşiktaş top oynamanın da çok güç olduğu 19 Mayıs Statı’ndan ‘kazasız belasız’ çıktı.Maçın ilk yarısının sonuna doğru Gençler’in devreyi tek farkla kapatmak için can havliyle bindirdiği bir kaç atağı saymazsak dişe dokunur pozisyon vermedi rakibine. Verdiği pozisyonlar da, ‘çizgi halinde yakalanma sendromu’ diye adlandırabileceğimiz memleket futbolunun en kronik hastalığının nüksettiği anlarda geldi.Ben en çok karşı karşıya golü atamayan Burak’ın ilk yarıda rakibi Engin’i ‘bitirme’ harekatına takıldım. Şükür ki, gol gibi Engin’i de sakatlamayı beceremedi. Ama ‘bacak kadar’ Burak’ın rakibe, kendisini sakinleştirmeye çalışan hakeme ve de arkadaşına - ki yanılmıyorsam Ricardinho’ydu- ‘posta koyması’na kim, niye izin veriyor anlayamıyorum.“Galibiyetin ‘tuzsuzu’ olmaz” ya daha iyi bir oyun fena mı olurdu? Evet, galip gelmek insanı sevindiriyor ama böyle bir galibiyetin ardından insan Can Yücel’i anmadan da edemiyor. Ne diyordu baba; “Başka bir türlü bir şey benim istediğim/Ne ağaca benzer ne de buluta...”
‘’Dikkat! Dikkat!‘’
Dikkat DikkatNorveç maçının Yunanistan karşılaşmasına göre daha sıkıntılı geçeceğini düşünüyorum. Çünkü, bu 90 dakika Norveç’in ‘dönüm maçı’ olacak. Ayrıca elde ettiğimiz tarihi galibiyet ‘ulusal beklenti’yi de yükseltti.Zaman zaman öylesine sıra dışı hamleler yapıp, başarıya ulaşıyor ki Fatih Terim, karşıtlarınca bile alkışlanıyor. Ama aynı kişiler Hakan Şükür’ün oynatılmasının yanlış olduğunu da satır arasına özenle sıkıştırıyor. Galibiyet gezegenin her yanında alkışlanır, alkışlanması da gerekir. Ben “Fatih Terim karşıtlığı” diye özel bir kategori olduğunu sanmıyorum. Fatih Terim de, düşüncemize konu olan herkes gibi eleştirilebilir biridir. Çünkü, yaptığı iş sadece onun değil ‘hepimizin hayatı’yla direkt ilgilidir. Gözümüzün önündedir ve algımıza konu olmaktadır. İnsanlar futbol, milli takım ya da Fatih Terim’in kararları üzerine konuşmayacak da, ne üzerine konuşacak? Bunu yapan insanların ‘Terim karşıtı’ gibi algılanmaları daha çok bu topraklardaki siyasal ve gündelik kültürle ilgili bir durumdur. Elbette, her şeyin olduğu gibi futbolun da değişik cepheleri vardır. Ve kimileri aslında futbolun görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz yanları üzerine konuşabilir. Bu eleştirileri, kendimizi geliştirecek bilgiler olarak da algılayabiliriz, bizi yıkıp yok etmeye çalışan kötü niyetli insanların girişimleri diye de... Bu tamamen meseleyi ‘nasıl okuduğunuzla’ ilgilidir.Hakan Şükür tercihi sadece Terim için değil, Şükür’ün bulunduğu takımların hepsinin hocaları için geçerli bir belirlemedir. Sonuçta Türkiye, Yunanistan maçını kazandı ve kazandığı için de Şükür eleştirileri satır aralarında kaynayıp gitti. Eğer o maç kaybedilmiş olsaydı elbette eleştirilerin Şükür’le ilgili yanı yazıların ilk paragraflarını oluşturacaktı. Hakan Şükür’ün memleket futbolu için bir fenomen olduğu muhakkak. Öyle görünüyor ki, daha uzun yıllar Türkiye’de Hakan Şükür ismi öyle ya da böyle tartışılacak. Çünkü Hakan Şükür, hatırı sayılır bir kalabalık için futbolcu olmaktan öte anlamlar da taşıyor.Yunanistan golü attı ve bitti. “Avrupa Şampiyonluğu’na ulaştığım savunmamla bu maçı da böyle bitirim” düşüncesi midir nedeni, tarih boyunca hep Türklerle karşı karşıya gelmenin ve ‘hep kaybetmiş’ olmanın kompleksi mi? Sorunun ikinci bölümünü ziyadesiyle manidar buldum. Bir futbol maçında sahaya çıkan oyuncuların beyinlerinin arkasında tarihsel hınçlar olduğunu düşünmek, kendilerini tarihteki iki ulus arasındaki siyasal mücadeleler üzerinden motive ettiklerini düşünmek, aklın alacağı iş değildir.Evet, tribünlerde ya da Yunanistan toplumunda en az bizdeki kadar ‘milliyetçi duygular’ kuşanmış bir kalabalığın olduğu muhakkak. Ama bunun oyuncular ya da oyun sistemi üzerine etkisi olduğuna en küçük bir ihtimal dahi vermiyorum. Sorun, daha çok Yunanistan takımının kendini yenileyemeyen kadrosunun epeydir devam eden formsuzluğuydu. Yunanistan takımı Avrupa Şampiyonu olduğundan bu yana ağırlıklı olarak aynı oyuncular ve aynı düzende oynuyor. Haliyle bu takımın kodlarının Fatih Terim tarafından çözülmesi kolay oldu. Elbette skorun bu kadar farklı olmasında iki ve üçüncü goldeki kaleci hatalarının da büyük etkisi var. Özellikle Gökhan Ünal’ın idmanda yaptığında bile hocasının kızacağı vuruşla gelen golü ve arkasından Tümer’in iyi ama kurtarılabilir vuruşunun gol olması, sonucu bu hale getirdi. Düşünürsek, o dakikalara kadar ilk golün dışında kale önüne en yaklaşılan metreler iki şutun atıldığı metreler oldu. Yani gidilen en uzak yer ceza alanını dışıydı. Ayrıca o pozisyonlarda şut atılmasa, ikinci, üçüncü hamleleri yapmak için gereken ‘hücumda çoğalmayı’ yaratacak organizasyondan uzaktı milli takım. Yine de Yunanistan’ın iki pozisyon dışında kalemize gelemediği düşünülürse maçın galibiyetimizle biteceği, ancak farkın bu olmayabileceği söylenebilir.Sakatlara yenileri ve bir de cezalı eklendi. Buna karşın Emre Belözoğlu artık özgür, rakip Norveç’in ise ‘Tamam ya da devam’ sınavı. Nasıl bir 90 dakika bekliyorsun, Kazanırsak ‘kesin 2008’deyiz’ diyebilir miyiz? Yunanistan maçından önce Terim, “Evet sakat oyuncularımız var ama biz maça 11 kişi çıkacağız” demişti. Aynı ilke bu maç için de geçerli. Sakat oyuncuların yerine oynayacak oyuncular da en az o kadar iyi oyuncular olacaktır, hiç kuşkum yok. Terim kimi tercih ederse etsin, o oyuncu olmayanı aratmayacaktır.Norveç maçının Yunanistan maçına göre biraz daha sıkıntılı geçeceğini düşünüyorum. Çünkü, bu maç son maçını kaybeden Norveç’in ‘dönüm maçı’ olacak. Ayrıca, Yunanistan maçının sonucu bu maç için ‘ulusal beklentiyi’ da yükseltti. Ki bu da gizli bir tehlike...Ama gurubun gidişatına, takımların performansına baktığımızda ipler artık Türkiye’nin elinde. Ve büyük bir tuhaflık olmazsa kendi adıma bu grubu lider olarak bitireceğimizi söyleyebilirim.İçeride oynayacağımız sondan üçüncü maç olan Yunanistan maçına kadar ‘işi bitirmiş’ olmayı umuyorum. Çünkü, o maçın bu grubun en zor maçı olacağını düşünüyorum...Varsayalım, Türkiye AB’ye tam üye oldu. Ve üye ülke başbakanları Tayyip Erdoğan’ı yok sayıp, sadece devlet bakanı ve baş müzakereci Ali Babacan’ı kutladı. Ya da Haluk Ulusoy es geçilip sadece Fatih Terim arandı... Hükümet ile federasyon arasındaki gerilim malum. Sanki bu yokmuş gibi düşünmek bana pek anlamlı gelmiyor. Bu tür durumlarda ben kendi adıma “Olur böyle şeyler” demeyi tercih ederim.Tabii ki, Başbakan Erdoğan kutlamak için Federasyon Başkanı Ulusoy’u da aramış olsaydı kuşkusuz bu daha da arzu edilen bir durum olurdu. Ama varolan gerilim ve Türkiye’deki ‘siyaset yapma biçimi’ maalesef buna engel. Bu sorunlar tam da böyle, eleştirerek, yani bozarak ve yerine daha iyisini koyarak düzelir diye düşünüyorum. “Ömrümüzün yaralı yılları”na (Şükrü Erbaş) rağmen anlayış, nezaket, saygı ve hürmetin hepimizin hayatını düzeltecek ‘kurucu öğeler’ olduğunu aklımıza ve kalbimize mıh gibi çakalım yeter. Ne diyordu Attila İlhan; “An gelir paldır küldür yıkılır bulutlar/Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet...”Hazırlayan: Ayhan Yılmaz
‘’Değişti mi değişmedi mi?‘’
Terim diyor ki: Yunanistan maçı milli dava değil sadece maç... İsviçre olayından sonra İsviçre’den tek ses çıkmadığını söyleyerek, bize “Ses çıkarmayın gördüklerinize” demeye getirmedi mi? Hani bu sadece bir maçtı.1- “Vazgeçtim bu dünyadan/Dünyamdan vazgeçtim ama/Seni yalnız komak var ya/O koyuyor adama” yazmış bir Shekaspearesever, küfürden ötürü boş olan tribüne. Bu bir körlük mü, aymazlık mı?Artık ‘Shekaspeare’in 66. sonesi’ mi diyelim, yoksa Can Yücel’in ‘biz’leştirdiği şahane çeviri mi, bu şiirin en çok da Beşiktaş tribününe yakıştığını söylemek isterim. Tribünün küfür nedeniyle kapatıldığı doğru. Ama stada gelenlerin tamamının küfrettiğini düşünerek maçı taraftarsız oynatmak, bu ülkede hukukun nasıl algılandığını göstermesi açısından da ibret verici. Suç, şahsidir. Yani, Hitler dünyanın başına bela oldu diye bütün Almanları ‘Nazi’ diye damgalamak gibi bir şey bu. Ben küfür etmedim, tribündeki arkadaşlarım da... Ama kombinem olmasına rağmen maça gidemedim. Neden başkalarının işlediği bir suç için biz cezalandırıldık?“Adaletin olmadığı yerde barış olmaz” diyelim ve devam edelim. Küfrün ortadan kalkmasını mı istiyoruz? Evet... O zaman ilk olarak ‘adil’ olacağız. Bütün statlarda küfür gırla giderken, siz mimlediğiniz bir stadı kapatıyorsanız ya da değil küfür, insanların kitleler halinde birbirini bıçakladığı bir stadı kapatamıyorsanız, orada ciddi bir sorun var demektir. Bu şunu gösterir, sizin adaletinizin terazisi bozuk. O zaman istediğiniz kadar yasalardaki cezaları artırın, hiç bir şey olmaz. Bence tribüne bu şiirin asılması hala hayata dair umutlarımız olduğunu gösteriyor. O tribünlerde kalbi, vicdanı, sevgisi, aklı olan çocuklar da var. Ve onlar olduğu sürece hayatımız daha da güzelleşecek.2- Düne kadar ‘çırak’ diye nitelendirilen Bobo’suzluk bile, takımın oyununu temelden olumsuz etkiliyorsa, ‘temel mi çürük’ denmeli, yoksa sistem mi?Beşiktaş’ın temel sorunu, oyuncular arasındaki kalibre farkı. Yetenekli yabancı oyuncularla, daha az yetenekli yerli oyuncular arasındaki açı o kadar geniş ki, bu futbolculardan ‘iyi çalan bir orkestra’ için ‘akort’ tutturmak gerçekten güç. İyi futbol için ‘gerekli şart’ olan samimiyet, güç, gayretkeşlik yerli oyuncularda var, ama ‘yeterli şart’ olan beceri, kendini geliştirme ve ilerlemeye açıklık maalesef ilki kadar güçlü değil. Hal böyle olunca birbirine bu kadar benzemeyen oyunculardan kurulu bir ekibi ‘takım’ haline getirmek de zaman istiyor, güç istiyor ve fazlasıyla enerji istiyor. Yine de Beşiktaş, kötü oynuyor olmasına rağmen direnci sayesinde ligin ikincisi durumunda. Kısacası; sorun sistemden öte futbolcu mentalitesinde gibi...3- Karşıtları anladık diyelim. Peki Futbol Federasyonu’nun yanında olan bir kulübün, ‘Engellenmezsek sezon sonu şampiyonuz’ açıklaması, hangi endişelerin bir sonucu olabilir?Bana kalırsa, hiç bir endişenin... Bunu, tamamen Türkiye’de futbolu yönetenlerin ‘ortak dili’ olarak okumak gerek. Benzer ifadeleri diğer kulüp yöneticilerinden de duyabiliriz. Örneğin Fenerbahçe yöneticisi Ali Koç da, “Son 4 maça 9 puan önde giremezsek şampiyonluğu bize bırakmazlar” dedi. Bu ve benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Ben futboldan keyif almak, onunla eğlenmek, maça gittiğimde kendim için bir şeyler öğrenmek isteyen biriyim. Maça giden arkadaşlara tavsiyem de futbola bu gözle bakmalarıdır. “Yönetici onu dedi, kulübün bu kadar parası var, yeni projeler şunlar” gibi endüstriyel futbolun zihnimizi kirleten diliyle ilgilenmek, bizden olmayanlarla ilişki kuramamamıza, hatta onlardan nefret etmemize neden olabilir. Bu tuzağa düşmeyelim ve umudumuzu yitirmeyelim.4- Terim, Yunanistan maçı için; “Bu milli dava değil” diyor. İsviçre maçında yaşananlar unutulmadan soruyorum, “Terim değişmiş mi olabilir, dönüşmüş mü?”Terim doğru söylüyor. Sonuçta futbol bir ‘oyun.’ Bütün oyunların eğlenceli yanı kazanmak, öğretici yanı ise kaybetmek. Bu doğru tespitine rağmen ben Terim’in değişmiş olduğunu düşünmüyorum. Elbette tecrübe, yaşanmışlık, insan üzerinde olgunlaştırıcı etkiler yapar, ama Terim gerginliğindeki, Terim sertliğindeki birinde bu olgunlaşma biraz daha geç temayüz eder. Şimdilik işler yolunda gidiyor. Hele bir kaybedilmeye görsün, işin esası o zaman ortaya çıkar. Terim’e “Futbol Federasyonu ya da kulüp başkanı olmak ister misiniz?” diye sorulduğunda, “Hep teknik direktörlük yapmayacağım. O zaman yerimi alacakları işaret ederim” diyor. “Yerine geçeceği işaret etmek.” Tam bu ülkenin siyasal iklimine, ‘imparator’ kültürüne uygun bir söylem. İsviçre maçından sonra 7 milyonluk İsviçre’den tek ses çıkmadığını söylüyor. Bizim gibilere de, “Siz de ses çıkarmayın gördüklerinize” demeye getiriyor. Eee, hani bu sadece maçtı, milli bir dava değildi. Ne var yani biz de desek ki; “İsviçreli arkadaşlara ayıp eden bizim çocuklar cezayı hak ettiler. Biz veremedik cezayı, sonra gidip adamların kapılarında yattık ‘az ceza’ diye. Bu toprakların çocuğu olarak benim onurumu hem sahada yapılanlar, hem de az ceza için batılıların kapılarında yatanlar daha fazla kırdı.” Kötü bir şey mi söylemiş oluruz. Hani futbol kaybettikçe öğrendiğimiz bir oyundu. Fatih Terim, arada bir doğru şeyler söylüyor olsa da, henüz olumlu yönde değiştiğini gösteren bir dil kullanmıyor.
‘’Tek tek‘’
Bu sene bunu tekrar tekrar söylemekten çok sıkıldım ama, şu futbol denen oyunu eğitici öğretici bir eğlence olarak gören ben. Bu maçta da acaip “sıkıldım”. Denebilir ki seyircisiz maçın tadı tuzu yok. Doğrudur. Ben de dersem ki, “Bu sezon en fazla üç maçta Beşiktaş’ı bundan farklı oynarken gördüm. Beşiktaş seyircili de seyircisiz de sıkıcı futbol oynuyor”, bu yanlış olur mu?Beşiktaş takımını özetleyecek tutum 56. dakikada cereyan etti aslında. Delgado sağdan içeri dalarken topun üzerinde kendi etrafında şöyle tam bir dönüş yaptı. Erciyes savunmasının bastığı top iki metre arkadaki Koray’ın önüne sekti. Sağ taraftan Ali Tandoğan o kadar uygun bir bindirme yapmıştı ki, hani “çocuk atar” derler ya, Koray’ın yapması gereken çocuğun yapacağıydı, o Koray’ın yapabileceğini yapıp topu rakibe attı. Ama hemen yapması gerekeni de ihmal etmedi. Hakeme döndü ve bir önceki pozisyonda Delgado’ya faul yapıldığını, neden verilmediğini sordu.Bu tutum çok tipiktir; “İşini yapma başkasının işine burnunu sok”. Bence Beşiktaş’ın temel sorunu takım içindeki “uyumsuzluk”tur. Bu uyumsuzluk ‘usta yorumcuların’ sık sık belirtittiği gibi hatlar arasındaki kopukluktan kaynaklanan bir uyumsuzluk değil, yetenekli futbolcularla daha az yetenekli futbolcular arasındaki uyumsuzluktur... İbrahim Akın yetenekli ama öğrenemiyor, Burak Yılmaz daha az yetenekli ama öğrenemiyor, Gökhan Güleç daha daha az yetenekli ama hiç öğrenemiyor gibi oyuncuların pas bağını kuracak futbolcu değil Ricardinho ya da Delgado, aklınıza gelebilecek en yetenekli orta saha oyuncusu olsa boşuna. Düşünün, oyunda kaldığı süre içinde İbrahim Akın’dan sizin aklınızda kalan olumlu tek hamle var mı?Ya da bir kaç şuursuz şutunun dışında Burak Yılmaz’dan..Artık 3 maç görünüp 5 maç kaybolan İbrahim Üzülmez ya da Koray, Ali Tandoğan için bir şey söylemeyeceğim. Çünkü, ellerinden gelen budur.Sınırlı yeteneklerini geliştirmek için yeterince çalışmadıklarını düşündüğüm futbolcuların oynadığı bir takımdan da bundan fazlasını beklemek haksızlık olur.Eldeki malzemeyle Beşiktaş’ın ‘zengin futbolu’ oynaması beklenemez. Hal böyle olunca da yapabileceğinin en iyisini yapıyor Beşiktaş. Hani derler ya aynen öyle; “fakirin tavuğu tek tek yumurtluyor”.
‘’Geldim, gördüm, yendim!‘’
İki tespitle başlayalım. İlki; günümüzde futbol ağırlıklı olarak orta sahada oynanıyor. Oyun burada kuruluyor. Bu mevkiilerde oynayan oyuncuları izlemek insana büyük zevk veriyor.İkincisi; memleketin İstanbullu başkanlardan sonra en çok konuşan hatta konuşurken zaman zaman ayarı ölçüyü kaçıran iki başkanıyla bir ‘onursal başkanı’ Ankara kulüplerini yönetiyor.Peki biz sorsak Ankaralı başkanlara; “Nedir bu sahanın hali?” diye acaba ne yanıt alırız? Bu kadar paranın döndüğü bir oyun bu zeminde oynatılır mı? Bu tarlaya Ronaldinho’yu, Lampard’ı, hatta emekli Zidane’ı getirsen ne fayda!Gürül gürül bir Ankaragücü taraftarı vardı maçta. Takımı için her şeyi yaptı. 16. dakikada Bursa’ya da selamını çaktı. Ama tribündeki Beşiktaşlı ve Ankaragücülü arkadaşlar biraz daha sakin olsalar, rakiplerinin kafalarını yarmasalar, sahaya atlamasalar, insanları tehdit etmeseler, ilk devresi genel olarak sönük geçen maçı ateşlemek için başladıkları gibi devam etseler ne güzel olurdu değil mi?Gördünüz mü o itiş kakış anında yanındaki kadını korumaya çalışan Beşiktaş tribünündeki adamın yüzündeki güvercin tedirginliğini? Ya da kadının yüzündeki o derin korkuya dikkat ettiniz mi? O korku biziz işte. Ankaragücülü biz, Beşiktaşlı biz... Çoluğun çocuğun gözündeki korkuyuz biz. Arkadaşlar, n’olur artık korkutmayın bizi. 55. dakikaya kadar ben sahada Beşiktaş diye bir takım göremedim. Ama Ankaragücü özellikle ilk devre maçı kazanmak için ne gerekiyorsa onu yaptı. Sağdan, soldan, ortadan gelebileceği her yerden geldi. Yapamadığı tek şey Beşiktaş’ın her geçen maçta daha daha iyi oynayan kalecisi Runje’yi geçmek oldu. Onu beceremedi.Beşiktaş ise uyuduğu ilk yarının ardından ikinci yarıda her geçen dakika şampiyon olma arzusu taşıyan bir takım gibi oynadı. Elbette burda en büyük pay da Bobo’nundu. Bobo, gol dışında her şeyi yaptı. Golü de % 70 o yaptı sayarım ben. Tarla saha için Delgado’nun golünü izleyin. Zemin öyle lanetti ki bu kez gole neden oldu. Delgado topu sürerken top bir an sekti ve kalecinin zamanlamasını bozdu. Yani futbolun her şeyiyle ilgilenen Cemal Aydın’ın ilgilenmediği ülkenin Başkent’inin sahası sonununda takımının başına iş açtı.Ligin ilk yarısında izlediğimiz o tadsız tuzsuz Beşiktaş artık şampiyon adayı. Beşiktaş için bundan sonra herşey bambaşka olacak. Şampiyon olacak, olmayacak ayrı mesele ama mecburen daha iyi oynayacak.