‘’Merhamet et bize Sezar!‘’
Henüz başlama düdüğü çalmadı, kimse topa vurmadı daha ama, yaz boyu gömülü tutulan kanlı baltalar çoktan çıkarıldı topraktan, pusular atıldı sağa sola. Kollarında pazubantlarıyla infaz timleri sokaklarda turluyor. Av zamanı erken başladı!Yan yana oturduğu ama kendi gibi düşünmediği için ‘arkadaşını’ Brütüs ilan eden Sezar, çok erken kesti bileti; “Gerets yakında gider” diye.Öfkesi çok tanıdıkdır Sezar’ın, fethe gittiği her yeri yakıp yıktığını bilmeyenimiz yoktur. Acımasızdır! Çünkü, ‘büyük kalabalığın’ en çok da acımasızlığa/acımasızlara ihtiyacı olduğunu çok erken tespit edenlerdendir. Acımaz; yakar, yıkar, kovar, kovdurur!Entelektüel sohbetler eder yıkamak için bu görüntüyü, keyifli kahkahalar atar karşımızda hayatın ne kadar ‘keyifli’ olduğunu gözümüze sokmak için. Özlü sözler tarar kitaplardan, “Bu lafı ben ettim” demek ister de ayıp olur diye “öğrenin dangalaklar” der hepimize.Haksızlık etmek bir meslekse eğer, o ustaların ustasıdır. Elini, var olup olmadığı belli olmayan vicdanına koymaz genellikle.Son yazısında kesmiş raconu Sezar, “Gerets teknik adam falan değil” diyerek. Akıl verdiğini söylüyor Adnan Polat’a, “Ya Gerets kafayı değiştirmeli ya Galatasaray Gerets’i” diyerek. Galatasaray’ın gençlerine akıl veriyor “Kaçın bu takımdan” diye. Sanırsınız çocukların geleceğini, bir de hepimizden çok sevdiğini bağıra bağıra söylediği ‘Türk futbolu’nu düşünüyor. Oysa tek isteği, Gerets’i kovdurup, diliyle oluşturup acımasızca kullandığı gücünü bir kez daha hepimize tescil ettirmek. Ben kabul ediyorum gücünü Sezar!Hatırlayanlar vardır, neredeyse tamamı satılmış iyi oyuncular yerine alt grup oyunculardan kurulu Galatasaray’ı şampiyon yapmış, Süper Kupa’yı kazandırmış Mircea Lucescu’yu kovdurana kadar “Korkak bu korkak” dediğini. Oysa vaktiyle “cesaret”i en çok kendisinin göstermesi gerektiği zamanlar kapısına dayanmışken, onun tercihinin “tam siper” olduğunu unutmayanlar da vardır aramızda.Şimdi eski bir senaryoyu sahneye koyuyor Gerets’e karşı. Para başta olmak üzere binbir sorunu olan takımını şampiyon yapmayı başarmış bir hocayı “teknik adam olmamakla” suçlayacak kadar pervasızlaşmak... Buna ne denir, bileniniz var mı?Ben Sezarlardan korkarım! Kılıçları uzun ve keskin, zafere susamış orduları kalabalıktır. Yalvarırım, bize merhamet et Sezar!
‘’‘Resmi' futbol eğlencesi!‘’
Cem Dizdar Almanya’daki dev finalin tribün izlenimlerini yazdı:Gazetelerden ve internetteki yazılardan -tabi ki arkadaşım Gürsel Köksal çevirdi- anlıyoruz ki, Almanlar mevzuya uyanamamış. Soru şu, “Ve, fakat, neden Frankfurt?” Tuhaf buluyorlar durumu. Bayern Münih ile Werder Bremen’in İstanbul’da “Almanya Süper Kupası” maçı oynamalarını zihinlerine kabul ettirmenin zor olduğu yazıyorlar gazeteler. Onlara göre “Bu bir Türk acayipliği olsa gerek.” Bana göre de öyle... Acayiplik!Neyse kalkıp onca yolu gelmişken maçın keyfini kaçırmanın da bir anlamı yok. Frankfurt’a inince öğreniyoruz ki, pazar günü bu kente gelmeyeceksin. Biz maça geldik ama kentin sokaklarında inler ile cinlerin maçı kıran kırana geçiyor. Her yer kapalı, otelin kliması bile...Kimsecikler yok ortada dersek ayıp olur. Sokaklar ‘biz’ dolu. Herkes Türkçe konuşuyor. Duyduğum Türkçe söcüklerin yarısı, küfür. Karşı olduğum sanılmasın. Sonuçta küfür de bir dil, bu da bir ‘iletişim’ biçimi. Beni rahatsız etmez!Taraftarlar kol kolaSokaklar Sarı-Kırmızı, Siyah-Beyaz formalı arkadaşlarla dolu. Hepsi yanyana. İstanbul’da böyle bir tabloyu gözününe getirmekte zorlanıyorum. Ama bu fotoğrafa bayıldığımı da söylemeden geçmeyeyim. Kentin ünlü meydanı Konstablerwache’de, gay-lezbiyen festivalinin bir etkinliği var. Sahnedeki gay, REM’in ‘Losing my religon’ şarkısını söylüyor, kareokede. Bakıyorum, kentin sokaklarında kol gezen Türkler’den kimse yok meydanda. Bir biz. Oysa kendilerini yabancı hissettikleri bu ülkede tam da hepimize uygun birşeyler yapıyor insanlar. Gayler ve lezbiyenler orada bize, “Başka bir dünyanın mümküm olduğunu gösteriyor.” Meydan, Almanya siyasetinin sol kanadına ait liderlerin destek afişleriyle dolu. İstanbul’da oynansa...Neyse! Efendi gibi girilen statlardan birine efendice giriyoruz. Ve bir takım futboldan, taraftar ruhundan zerre kadar anlamayan bir organizasyon kepazeliğinin içinde buluyoruz kendimizi. Mikrofonu eline almış iyi niyetli bir arkadaş kimsenin ilgilenmediği röportaj ve geyiklerle taraftarın maça hazırlanmasını engelledikçe engelliyor. Tribünlerin yarıdan fazlası boş. Gurbetteki Galatasaray taraftarları, gurbetteki Beşiktaş taraftarlarından epey fazla. Stadın ortamı “Nezih stata nezih taraftar” formülüne uygun. Bir ara Galatasaray taraftarı “Çarşı heteroseksülleğe karşı” pankartını açınca Beşiktaş tribünü “Hepiniz ...... “ başlayan malum sloganı atarak bize bir Türk maçına geldiğimizi hatırlatıyor. Ardından maç öncesi gereksiz bir alev ve bayrak gösterisi. Yani futbolun “Resmi eğlencesi.” O kadar “resmi” ki, Beşiktaş kadrosu okunurken yedekler arasında adı anons edilen Rogerio Da Silva’nın kim olduğunu uzun süre merak ediyor yanımdakiler. Neyse ki ben varım da, Bobo diyorum, “resmi eğlenceyi” bir soru işaretinden kurtarıyorum. Ama bütün bunların yanında stada gelenlerin hepsinin yüzünde bir keyif. Kendilerine ait olana kavuşmanın şahane bir hoşluk ifadesi de var, o ayrı. Ama bence bu maç İstanbul’da oynansa her şeyiyle bir maç izlerdik, O da ayrı.Hee, maçta ne mi oldu? Hepiniz izlediniz işte.
‘’Fazla mesai‘’
Ancak Nancy maçı sonrası bazı yöneticiler benim gibi düşünmüyordu. Onlar takımı iyi bulduklarını ve umutlu olduklarını söylediler. Dilerim haklı çıkarlar. Sonuçta her yıl olduğu gibi cüzdanında kombine kartı olan biri olarak elbette ben de iyi bir takım izlemek isterim.Yine de bana sorarsanız, Beşiktaş’ın teknik heyeti geçen seneki takımın arızaları üzerine fazlaca düşünmemiş gibi. Ya da haklarını yemeyelim, teknik heyet düşünmüş de, yönetim onları ciddiye almamış gibi. Ya da her ikisi birden.Gördüğüm o ki, bir takım dağıtılırken yerine ‘gereken yere uygun adam’ formülü yine göz ardı edilmiş. Nerden mi çıkarıyorum; şuradan. Tigana orta sahaya iki adam istemiş. Yani sezonun başlamasına sayılı günler kala bir hoca bunu ancak görmüşse diyecek bir şey yok. Yok, hoca bunu geçen seneden beri söylüyor ve yönetim bunu ciddiye almıyorsa ya da uygun futbolcuları bulamıyorsa o zaman söyleyecek ‘hiç bir şey’ yok...Memleketin en gösterişli iki orta saha oyuncusu Sergen ve Tümer gönderildi. Yerlerine Delgado ve Fahri gibi ‘şimdilik’ soru işaretleriyle dolu oyuncular alındı. Kaygım bu oyuncuların tutmaması ve lige önceki yıllarda olduğu gibi ilk 10 haftada havlu atılması.Modern futbolda kazanmak için iyi müdafaa yapmanın ne denli önemli olduğunu hem Dünya Kupası’nda hem de ondan önceki Avrupa Şampiyonası’nda görmüştük. İyi müdafaa oynayabilmek için de iyi bir orta sahanızın olması gerekir. Eğer orta sahanız organize değilse ve takımı provokatif oynatamıyorsa o zaman top sürekli sizin sahanızda kalır. Bu da işinizin hayli zor olacağı anlamına gelir. Belki iki-üç maç kazanabilirsiniz, ama sürekli kazanamazsınız. Baştaki soruya dönersek, hazırlık maçlarında gördüğüm Beşiktaş, çok ağır top oynayan ve kendini bulamamış bir takım. Daha kimin nerede oynayacağı konusu bile netleşmemiş.Bu saatten sonra İbrahim Toraman’a mevkii aramak, size de tuhaf gelmiyor mu? Eğer Toraman iyi bir oyuncuysa o zaman kendi mevkiinde neden kalmıyor ve eksik kapatmasını istediği yere neden oyuncu bulunamıyor?Yıllardır Beşiktaş’ın en önemli sorunu kanatlardır. Sezon içinde 6-7 tane gol attıran orta yapmış oyuncular Beşiktaş tarihine ‘yıldız topçu’ olarak geçerler.Görülüyor ki, kanatlar yine boş. Tüm iyi niyetine rağmen orta yapmayı öğrenemeyen İbrahim Üzülmez defansif özelliklerinden dolayı yine vazgeçilmezlerden olacak gibi görünüyor. Ali Tandoğan, Beşiktaş’a gelmeden bir önceki sezon Timuçin ile birlikte ülkenin en isabetli orta yapan iki oyuncusundan biriydi. Gol olan ya da tehlike yaratan kaç ortası var? Futbolcuların yeteneğinden şüphemiz olmadığına göre sorunu biraz da oyuncularını oynatamayan Tigana’da aramak gerekmez mi?Tabii bir de kaleci sorunu var. Kaleci elbette gol yer. Saçma sapan goller de yer, bunu anlarım, ama kaleci öncelikle güven vermelidir. Del Bosque döneminin en büyük sorunu, güven vermeyen iki kaleci Ramazan ve Murat’tı. Şimdi Oscar Cordoba’nın yerine tercih edilen Runje de, üzgünüm, bana güven vermedi. Dilerim bu konuda da yanılan ben olurum.Zaman azaldı; Beşiktaş’ın fazla mesai yapmaktan başka çaresi yok.
‘’İtalya nire Türkiye nire!‘’
Milliyet’ten Cemal Ersen’in haberi diyor ki, İtalya’da olanlar Türkiye Futbol Federasyonu’nu harekete geçirdi..Ne olacakmış?Türkiye’de de bu işlerin üstüne gidilecekmiş, hem de sonuna kadar.Peki, şimdiye kadar neden gidilemiyormuş? Çünkü mevzuat bu işlerin üstüne gitmeye izin vermiyor, adalet dağıtıcılarının elini kolunu bağlıyormuş. Cemal’in Milliyet’teki haberinde 2000 yılından bu yana tam 15 dosyadan ‘çıt çıkmamış’.Bütün bu kiri temizlemek için başkalarının balkonundaki kar beyazı çamaşırları mı görmemiz gerekiyordu? Bizim temiz çarşaflarda yatmayı, temiz gömlekler giymeyi akıl edecek bir beynimiz ya da yüreğimiz yok muydu? 80 yaşındaki bir İtalyan yargıcın yapabildiğini biz neden yapamadık şimdiye değin?Yapamazdık, çünkü bizim daha mühim meselelerimiz vardı; kaç sezondur yaptığımız tek şey ‘hakem hatası kovalamak’ ve kovaladığımız her hatanın ardından da mutlaka bir şike kokusu almaktı.Bu kadar hakem konuşulan, bu kadar şikeden, maç satmaktan, maç almaktan bahsedilen bir ülkede hâlâ yasal bir düzenleme yapılmaması size de garip gelmiyor mu?Peki aramızda bu meselenin halledilebileceğini samimiyetle düşünen birileri var mı? Kendi adıma ben umutsuzdan öte umutsuzum. Nedeni de, bu güzide ülkedeki yöneticilerin ‘iş yapma biçimleri.’ Göreceksiniz, bu mesele lig başladığı andan itibaren unutulup gidecek ve hepimiz televizyonların karşısına kurulup ışın tabancalarımız olan uzaktan kumanda aletleriyle geçen yıllardan yarım bıraktığımız ‘hakem avlama’ oyununa dalacağız keyifle. Ve yine hiç bir şey olmayacak...Yanılmayı o kadar çok istiyorum ki...Ailton bayıltonGazeteciler zaman zaman klişelerin esiri olurlar ve bu da çoğu zaman değilse de zaman zaman komik durumlar ortaya çıkarır. Şöyle yazar bazı fotoğraf altları, “.... futbolcular moral depoladı.” Artık nasıl depolanıyorsa bu moral? Dünün beni güldüren tanımlaması ise Ailton’dan hâlâ ‘Brezilyalı yıldız’ diye bahsedilmesi oldu.Bir kaç yıldır Beşiktaş’ın sürdürdüğü anlaşılamaz transfer politikasının şahikalarından olan Ailton, 6 valizle memlekete döndü. Denilen o ki, Ailton’u Brezilya ya da İsviçre’den bir takıma ‘kakalamaya’ çalışıyormuş Beşiktaş.Ben kendi adıma sahada izlediğim Ailton’un ‘yıldız’ değil, ama iyi bir futbolcu olduğunu düşünüyorum hâlâ. Yine de Beşiktaş’ın ne o zaman ne de şimdi, Ailton stilinde bir oyuncuya ihtiyacı olmadığı kanısındayım. Ailton, hesapsız kitapsız yapılan transferlerle 100. yıldaki o ‘taş gibi takım’ın ardından Beşiktaş’ın nasıl sıradanlaştırıldığını göstermesi açısından çarpıcı bir örnek. Tuttuğum takımda ‘yıldız’ futbolcu görme meraklılarından değilim. Daha çok düzeni tertibi, bir anlayışı, tarzı olan, sahada ne yaptığını anlayabildiğim takımları izlemektir muradım. Ailton olur olmaz, bilemem. Öyle peşin konuşmayı da sevmem, ama bu sezon da kapalıdan çoğu maçta canım sıkılmış olarak ayrılacağım gibi bir his var içimde.
‘’Zidane bize kafa atsana!‘’
Zinedine Zidane, ‘eski zaman kabadayıları’ gibi montunu omzuna asarak, yaptığının yanlış olduğunu, gençlerden ve çocuklardan özür dilediğini, ama Materazzi’den özür dilemediğini açıkladı. Zidane bu duruşuyla -Batılılar cool diyor, biz bunu vurdumduymaz diye çevirelim - diyordu ki; “Abi onu bunu anlamam, ben o kafayı aynı durumda her zaman atarım.”Zidane’ın attığı kafa en azından benim çevremde ‘çok olumlu’ karşılandı. Bu mesele üzerine konuştuğum tanıdıklarımın tamamına yakını, atılan kafayı haklı ve meşru buluyordu. Bu biraz kafamı karıştırdı doğrusu.Sonuçta nereden bakarsak bakalım Zidane’ın yaptığı apaçık şiddetti. Ve bu mikro şiddetin olumlanması yine nereden bakarsak bakalım olacak iş değildi. Bunun Zidane gibi bir ikonanın gençlere kötü örnek olmasıyla falan bir ilgisi yok.Bu insanlığın bir türlü başa çıkamadığı en eski sorunlarından, intikam alma dürtüsünü aklımızın kontrolüne alamamamızla ilgili. Ve gerçekten tehlikeli olan da bu.Şimdi biraz kafamızı karıştıralım...Töre cinayetlerinin tamamı aynı gerekçeyle işlenmiyor mu? Ailenin namusuna halel getirdiği düşünülen kadınlar, bu intikam alma dürtüsüyle kurşuna dizilmiyor mu, hapiste uzun kalmasın diye küçük kardeşlerinin eline tutuşturulan tabancalarla.Ya da, eğer biz annesine küfür etti diye Materazzi’ye atılan kafayı haklı ve meşru bulursak, tribünlerde edilen onca küfür için polisin taraftarı coptan geçirmesine nasıl karşı çıkarız?Meselenin bir de ‘endüstriyel futbol’ boyutu var ki, burası daha da asap bozucu... Gelen haberlere bakılırsa; Zidane’ın ‘kahramanca attığı kafa’ ona epey de para kazandıracak gibi görünüyor. Sponsorlarının neredeyse tamamı Zidane ile anlaşmalarını bozmayacaklarını, hatta kontratları uzatacaklarını açıklamış. Reklam gurusu Jacques Seguela’ya göre de, Zidane artık ‘altın kafa’ olacak ve piyasadaki etkinliği daha da yükselecek.Şiddetin yaratıcı ve dönüştürücü bir yanı da olduğu konusunda hiçbir şüphesi olmayan ben, Zidane’ın intikamını aldığı bu ‘altın kafa’dan pek hoşlanmadım doğrusu.Kafam o nedenle karıştı.“Eğer sahadaki ben olsaydım ne yapardım?” diye düşünüyorum da, sanırım o ara nabzı 150’lerin üzerine çıkmış olan Materazzi’nin göğüs boşluğuna kafa atmazdım. Mazallah; o kafa o haldeki birini öldürebilir de.. Ama sanırım yanına usulca sokulup, iki kulağından tutar, kafayı gözleriyle burnunun arasına oturtur ve yüzündeki kanı görmeden sahadan tıpkı Maradona gibi hiçbir şey söylemeden çıkar, giderdim.Doğru mu yapmış olurdum, kesinlikle ve kesinlikle hayır. Ama futbol da tıpkı hayatımız gibi, her zaman doğru olanı yapamıyoruz. Yaptığımız yanlışların da sonucuna katlanmak zorunda kalıyoruz. O nedenle Zidane’ın yanlış yaptığını kabul edelim ki, futboldan içimizdeki şiddet üzerine dersler çıkarabilelim.
‘’Kaybetse de kazanmalı!‘’
Ben, kulüplerin yayın organları gibi ‘resmi suratlı dergi’lere karşı, oldum olası mesafeliyimdir. Başta, bir grup Beşiktaşlı’nın çıkardığı ‘Serencebey’e de böyle yaklaşıyordum. Bir futbol dergisi için fazla kaliteli gelmişti gözüme... Sonra okudukça ısındım, ısındıkça sevdim. Fakat son sayılarının arka kapağı beni meftun etti dersem, abartmış olmam. Yazının başlığı “Viva St.Pauli”ydi. Hamburg’un güzide semti Saint Pauli, dünyada taraftarı olduğum üç beş takımdan biridir. Bir çırpıda okudum yazıyı. Yetmedi; bi daha okudum, bu yazıyı yazarken de bir kez daha okudum... Öneririm, bulun okuyun... Kendini bir takımın taraftarı olarak tanımlayan herkes, bir yerlerden bulup okusun. Hangi takımı tutarsanız tutun, St.Pauli taraftarlarından öğrenecek o kadar çok şeyimiz var ki.. Onların takımlarıyla kurduğu ilişkiyi okuyunca, küme düşmenin ya da şampiyon olmanın aslında o denli de anlamlı olmadığını da kavrıyor insan...Normalde Galatasaray!Bu yazıyı, Beşiktaş-Galatasaray maçı öncesine denk gelmesi açısından da çok önemsedim. Malum, Yıldırım Demirören-Adnan Polat kan kardeşliğinin yarattığı ‘olumsuz bir havada’ gideceğiz bugün İnönü Stadı’na...Ve yine malum, Galatasaray bu maçı mutlaka kazanmak zorunda...Ve benim öteden beri iddia ettiğim bir şey; bu tip maçları kazanması gereken kazanıyor...Ve yine bana ait bir iddia; bu yıl iki takımın da neredeyse İstanbul’daki tüm maçlarına gittim ve gördüğüm şu ki, bir futbol takımı olarak Galatasaray Beşiktaş’tan daha iyi durumda...Utandırmamalılar...Bütün bu verileri birbirine eklediğimde, maçın sonucuna etki edecek en önemli şeyin Beşiktaş tribünü olduğunu düşünüyorum. Beşiktaş taraftarı bu maçı, Başkanı’na rağmen kazanmak için çıkacak tribüne...Takımından tek istediği ise çıkıp kendilerini utandırmayacak bir oyun oynaması...Beşiktaş bu maçı kaybedebilir de, ama öyle top oynamalı ki, geri en küçük bir leke kalmamalı...Adnan Polat’a inat!Bir de gönlümden geçen şu ki; Beşiktaş taraftarı eğer becerebilirse, yeni açığın ve eski açığın yarısını, bu tribün meselesinin mucidi olan Adnan Polat’a ders olsun diye Galatasaray taraftarına ayırmalı...Böylece, yöneticilerin taraftar üzerindeki ablukasının dağıtılması için de ilk adım yine İnönü’de atılmış olur.İzmir’deki son maçta eşit bölünmüş tribünler önünde oynamanın, futbolu nasıl zenginleştirdiğini gördük.Taraftarı olduğumuz takımı izlemek gibi bir hakkımız var.Bu hakkı yöneticiler elimizden alıyorsa, biz birbirimize verelim...Hani her maçtan önce kravatlı yöneticiler derler ya ‘dostluk kazansın’ diye...İşte biz bunu yapmayı becerirsek, o zaman dostluk kazanır...Hem de ilelebet...
‘’Amman avcı vurma beni‘’
Aradığımı da Andre Comte Sponville’in “Büyük Erdemler Risalesi”nde buldum. Şöyle diyor; “İnsanın tüm saygınlığı düşüncesindedir, düşüncenin tüm saygınlığı da bellekte..” Demirören’in bu sözleri edildi bir kere ve artık unutulamaz. Belleğimize kaydettik bunları. Peki, bu sözler nasıl okunabilir? Elbette ilk akla gelen şu oluyor; “Beşiktaş İnönü’deki maçta Galatasaray’a yatacak.” Başka nasıl okunabilir? “Demirören, bunu iyi niyetle söyledi...” Ben bu sözleri ikinci şıkdaki gibi düşünmek istesem de sözlerin ağırlığı buna izin vermiyor.Bu sözler kahvede, meyhanede iki, üç beş kişi arasında edilebilir ve hiçbir bağlayıcılığı olmaz. Ama ligin kızıştığı haftalarda bir kulübün başkanı böyle konuşursa zaten at izinin it izine karıştığı bu ortamda izlere bir de “başkan izi” karışırsa iş içinden çıkılmaz bir hal alır.Şimdi düşünün, Başkan diyor ki, “Galatasaray şampiyon olsun..” Artık futbolcu top oynar mı o maçta? O maçta Beşiktaş yenilirse siz olsanız ne düşünürsünüz? Bırakın maç sonunu, daha maç oynanmadan ne düşünürsünüz?Bunlar sorumluluk sahibi insanların sarfedebileceği türden sözler değil kanımca.. Şimdi bir Fenerbahçeli olsanız demez misiniz, “Galatasaray’ın üç puanı cepte. Artık biz hesabımızı buna göre yapalım..”Umuyorum ki, Yıldırım Demirören çıkıp da “Sözlerim çarpıtıldı. Ben öyle demedim estek köstek” demez. Bu daha feci olur. Görüyoruz ki, bazen samimiyet de ölçünün kaçmasına, ayarın bozulmasına neden olabiliyor... Dilimize biraz daha özen gösterirsek hayatımız daha yaşanır daha neşeli olur değil mi?
‘’Aşığınım yanında olamasam da!..‘’
Bir örnek...Bu sezon İnönü Stadı’nda kaybedilen maçların hepsinde değilse de bazılarında, herkes değilse de kapalı tribünde önemli yer kaplayan bir grup insan, Beşiktaşlı futbolculara dümdüz giden şarkılı-türkülü küfürler ederek, tehdit içeren sloganlar atmıştı.Bu artık ‘geçmiştir’ ve yapılmamış gibi gösterilemez...Ama taraftarın alınmadığı Fenerbahçe maçına futbolcular “Ruhunuz yeter” pankartıyla çıkınca, eminim aralarında futbolculara küfür edenlerin de olduğu televizyonların başındaki bütün Beşiktaşlılar’ın tüyleri diken diken olmuştur...‘Forza Beşiktaş’ sitesi, pankartı kapak yaparak altına da “Aşığınız Yanında Olamasakta” yazmış...Bütün Beşiktaşlı taraftarlar, o maçta o statta olmak için neler vermezlerdi ki?Ama olmadı, ne yaptılarsa ‘iktidar engeli’ni aşamadılar.Yine de ben başka yere takıldım; yapılan ‘geçmiş haksızlığa’...Evet, Beşiktaş iyi futbol oynamıyordu iki sezondur ama bu, aşkla bağlı oldukları takımın formasını giyen insanlara küfür edilmesi için neden olabilir miydi?Futbol hayattır...O nedenle evde, sokakta olduğu gibi futbolda da birbirimize karşı fazlaca hata yapıyoruz. Beşiktaşlı futbolcular o maça o pankartla çıkarak, önemli bir erdem gösterip kendilerine küfür eden o bir grup taraftarı affettiğini gösterdi kanımca. Yine de bu yapılan hatayı ortadan kaldırmadı...Çünkü “Affetmekle unutmak aynı şeyler değildir” der, ‘Büyük Erdemler Risalesi’ adlı şahane kitabında Andre Comte-Sponville... Ve devam eder, “Affetme erdemdir, ama hatayı ya da hakareti ortadan kaldırmak değildir...”Yapılan yapılmıştır bir kere, şimdi hatayı yapanların özeleştiri zamanıdır. Ben kendi adıma bugün İnönü Stadı’nda kapalı tribünden tüylerimi diken diken edecek bir jest, samimi bir özür içeren yaratıcı bir şıklık bekliyorum. O nedenle de maça biraz erken gideceğim...Bakalım, en iyi oldukları maçta yanında olamadıkları aşıkları için neler yapacak Beşiktaş taraftarı...