Arama

Popüler aramalar

‘’Aramam sormam bir daha!‘’

Bir yerde sorun mu çıktı? Nedeni kendinden önce dışarıda aramak, artık bir ‘Türk hasleti’ oldu. Bu siyasette de böyle, gündelik ilişkilerde de... Hele ki futbolda...
Beşiktaş’ın iyi futbol oynamadığını takımı yönetenler bile söylüyor ki, revizyondan söz ediliyor. Fakat ne hikmetse sorun her zaman olduğu gibi yine ‘dışarıdan’ kaynaklanıyor gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Ertuğrul Sağlam’ı Türkiye’nin en iyi hocası yapacağını duyuran -daha önce kimi yaptığını bilmiyorum ve bunu duyduğumda ‘çok ayıp’ demiştim kendi kendime-, hakemleri ‘mafya’ya benzeten -bu da garip bir açıklamaydı(!)- Sinan Engin, yine patlatmış. Demiş ki; “İçimizde bir sorun yok. Dışarıdan bazı insanlar, medya ve bu durumu bekleyenler var.”
Her Türk tipi polemikte olduğu gibi o da genel konuşup, kişi adı vermiyor. Sorsak “Kim bunlar?” diye, eminim her zaman olduğu gibi, “Onlar kendini bilir” klişesiyle geçiştirecek durumu. Yoksa ben miyim o kişi?
Ertuğrul Sağlam’dan önce takımda revizyona gidileceğini açıklıyor ve uyarıyor Sinan Engin, “Herkes ayağını denk alacak.” Bobo ve Ricardinho’nun ‘kulağını çeken’, ocak ayında transfer yapılacağından söz eden de ilk o.
Oysa Sağlam, kadrosuna güvendiğini, kulübün bütçesinin ancak bu kalibrede futbolcular almaya yettiğini, koydukları hedeflere yürüdüklerini ve takımın geliştiğini açıklıyor. Gerçi ben buna katılmıyorum. Hele ki Beşiktaş’ın dilini tutamayan yöneticilerinden Celal Kolot’un transferle ilgili açıklamalarından sonra Sağlam ile ilgili duygularım -düşüncelerim zaten temelden eleştireldi- ciddi anlamda sarsıntıya uğradı. Ama yine de onun, kendince bir stratejisi olduğunu düşünüyorum. Eleştirdiğim yanları var mı, elbette var, ama konumuz şimdilik bu değil.
Aslında, Sağlam ve Engin arasındaki bu ‘gizli gerilim’in ipuçları geçmişte saklı. Nerede mi? Eski hocaların sitem dolu açıklamalarına arşivden göz atmak yeterli. İşaret edilen kişi nedense hep Sinan Engin olmuş.
Artık maç kazanmak bile yetmiyor Beşiktaş’a, işler karışıyor. Hem takım güven veren ve eğlenceli bir tarzda top oynayamıyor hem de bu tip gerilimler herkesin tadını kaçırıyor.
Bunun dışında her maç sonrası yapılan açıklamalar, o dillerden düşürülmeyen ‘Beşiktaşlı duruşunu’ zedeliyor. Beşiktaş’ı yönetenlerin dili öyle hale geldi ki; Gençlerbirliği maçındaki golde Ali Tandoğan’ın taç atışındaki ihlali için aklı başında bir açıklama yapılmasını bile mümkün kılmıyor artık.
Peki, futbol ahlak değilse, nedir? Dürüstlük, terbiye, kalenderlik değilse, dayanışma, arkadaşlık, dostluk değilse, nedir?
Horoz Lojistik bir yarışma yapıyor; “En İyi Kamyon Arkası Yazısı.” Jüri, üçüncülüğü İstanbul’dan Tuna Karslı’nın kamyonunun kasasındaki yazıya veriyor; “Araman için illa hata mı yapmam gerekir?”
Sinan Engin menacer olmadan önce de, olduğunda da aramıştım Beşiktaş’ı, şimdi bir kez daha arıyorum, aramadı demeyin.

10 Ekim 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yüzünü dökme küçük kız!‘’

Beşiktaş Yönetimi taraftarların maçlara geçen yılki kadar ilgi göstermediklerinden şikayet ediyor. Asbaşkan Ertunç Soğancıoğlu diyor ki; “Her maç için 12 bin 500 adet bilet satışa çıkarıyoruz. Zürih maçında 6 bin 941, son Denizlispor maçında bin 469 bilet satıldı.”
“Taraftar neden maça gelmiyor?” sorusunu biz de kendi meşrebimizce yanıt verelim.
Öncelikle Çarşı içindeki gruplardan birinde işlenen son cinayetin taraftar üzerinde büyük etki yarattı. İnsanlar artık tribünü ‘suç mahalli’ gibi algılamaya başladı. Tribünden kaçışın değilse de maça gelişteki seyrelmenin önemli bir nedeni bu bence.
Bir başka etki, yönetimin menacer tercihi oldu. Başkan Demirören’in Sinan Engin’i menacer olarak takımın başına getirmesi taraftarda büyük şaşkınlık yarattı. Bu duruma pankartlarla edilen itiraz Beşiktaşlı olsun olmasın büyük bir kalabalık tarafından övgüyle karşılandı. Ve bu görkemli itiraz şu dillerden düşmeyen ‘Beşiktaşlılık duruşu’na bağlandı. Ne var ki, iki gün sonra Çarşı’nın o merkezinde bulunan grubun Sinan Engin’le olan fotoğrafları ve yapılan basın açıklaması baştaki şaşkınlığı öfkeye dönüştürdü. İtirazın bir şeye yaramamış olduğu duygusuyla birlikte tabir yerindeyse epey bir insan ‘küstü...’
Yönetimin Del Bosque davasındaki tutumu da bir başka etkiydi. Çok dile getirilmese de bu tutum rencide edici bulundu insanlar nezdinde. “İyi bir insana haksızlık yapıldı” duygusu uyandı taraftarda. Haksızlık duygusunun yıkıcı etkisi moralleri bozarken, ‘güvenilmez takım’ imajı da rahatsız etti.
Oysa Beşiktaşlı’nın özellikle vurgu yaptığı şey, ‘duruşu’ydu. Ne var ki, artık bu kavramı ne zaman duysalar biliyorlardı ki, yakında bir yerde mutlaka hoşlarına gitmeyen bir şeyler yapılacaktı.
Özellikle Serdar Bilgili yönetiminden bu yana, ‘Beşiktaşlılık duruşu’ her yıl biraz daha yıpratıldıkça, Beşiktaş kendisi olmaktan feragat edip, ötekilere, rakiplerine benzedikçe, onların kullandığı dile yakın bir dil kullandıkça taraftarı da ‘soğudu’. Sevgisi eksilmedi takımına karşı ama üzerine bir soğuma geldi.
Ertuğrul Sağlam ile birlikte oynanan oyunun da tatmin edici olmaması işin tuzu biberi oldu. Del Bosque’den bu yana bir türlü üst üste 5 maç iyi oynayan bir takım izlememiş olan Beşiktaş taraftarı, oyun anlamında da beklentisini kaybetti. Kuru, yavan maçların oynandığı İnönü Stadı’na çıkan yollardaki insan azalmasının bir etkisi de bu oldu.
Altını çizdiğim konuların tek tek değilse bile toplu olarak Beşiktaşlılar üzerinde maça gitme konusunda bir isteksizlik yarattığını düşünüyorum.
Ama yine de tribüne gidecek insanlara Bülent Ortaçgil’in enfes şarkısındaki gibi, diyorum ki; “Yüzünü dökme küçük kız/Bırak üzülmeyi/Yalnız sen misin bir düşün/Unutan sevilmeyi/ Her siyahın bir beyazı/Gecelerin gündüzü de vardır...”

27 Eylül 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Oradaydım, anlamadım‘’

Erken gelen, beklenmedik 2 golden sonra bana sorarsanız; Ertuğrul Sağlam paralize oldu. Yine de ben maçın içinde olan biteni anlamamamı futbol cahilliğime verdim. Yaklaşık 70 dakikadan fazla süre, orta sahanın ortasında görev yapan ve maçın başından sonuna kadar sağa-sola deli gibi koşan Serdar Özkan’ın neden son 10 dakikada sağ kanada çekildiğini anlayamadım. Serdar, o kadar bitkin görünüyordu ki, bomboş pozisyonda Tello’nun önüne yuvarladığı topa koşacak mecali yoktu. Yine anlamadım... Higuain neden sağ kanada alındı. Ve yine anlamadım... Neden 10 dakika sonra tekrar ileri ikilide oynamaya başladı. Bana sorarsanız yapılacak şey basitti; çünkü sonuçta karşısında da Liverpool ya da Chelsea yoktu. Yaratıcı bir göbek oyuncusu -ki elde Delgado var. Kanatta iki tane Serdar. Maceraya gerek var mıydı? Takımla bu kadar oynanırsa futbolcu da ne oynayacağını şaşırıyor. Öyle ki, bir pozisyonda sağ tarafta koşan, sol ayaklı İbrahim Üzülmez’i gördüm. Üzülmez, kendi koridorunu bile kullanmakta güçlük çekerken sağ tarafta işi neydi? Doğrusu bunu da anlamadım...
Yani diyeceksiniz ki; ben bu maçtan hiçbir şey anlamamışım. Vallahi öyle oldu. Ben Ertuğrul Sağlam’ın bu maçta ne yapmak istediğini anlayamadım. Yine de, onun benden daha çok şey bildiği de şüphesiz. Mutlaka bir bildiği vardır. Ama alınan bu skor da, sezon başından beri hissettiğim tedirginliği gidermeye yetmedi.
Bana sorarsanız; sıradan ama sahici bir galibiyet. Bundan sonra yapılacak tek şey, “Önümüzdeki maçlara bakmak...”

23 Eylül 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sinyaller iyi değil‘’

Eldeki futbolcuların kumaşı yeterli. Bundan sonrası Sağlam ve ekibinin işi. Ancak Beşiktaş’tan iyi sinyaller gelmediği açık...

Beşiktaş’ın, bu sezon için oluşturulan kadrosu, teknik heyet dahil camianın hedefleri için yeterli midir?Bana sorarsanız forvet dışında Beşiktaş’ın kadrosu yeterli durumda. Özellikle Diatta’yla birlikte çok önemli bir eksik olan, geriden oyun kurma sorunu da -elbette bir maça bakılarak kesin hüküm verilemez ama - çözülmüş gibi görünüyor.
Forvet hattında ise bana göre Nobre baştan beri yanlış bir tercihti. Kötü oyuncu değil elbette Nobre ama sanki bu oyun kurgusu içinde iş yapamaz gibi duruyor. O daha çok ‘karambol’ oyuncusu, o nedenle Beşiktaş Nobre’den faydalanmak istiyorsa ceza sahası içine daha çok girecek bir hücum anlayışı geliştirmeli. Ama görüyoruz ki bu henüz mümkün olmadı.
Yine de eldeki futbolcu kumaşı iyi bir takım oluşturmak için yeterli duruyor. Bundan sonrası Ertuğrul Sağlam’a ve ekibine kalıyor. Ama ligin başından beri izlediğim Beşiktaş’tan iyi sinyaller almadığımı söylemeliyim.

Marsilya karşısında oynanan ürkek futbol -gol pozisyonsuz 90 dakika- Şampiyonlar Ligi’nde oynanacak diğer maçlar için ya da lig şampiyonluğu için umut veriyor mu?Dediğim gibi iyi sinyaller almıyorum Beşiktaş’ın oyun anlayışından. Ben genellikle bir maça iki yönlü bakılmasından yanayımdır. Siz dersiniz ki; “Beşiktaş rakip kaleye inemedi”, bir başkası der ki; “Marsilya orta sahayı ve müdafasının önünü öyle kitledi ki..” Sanırım bizim ülkemizde hemen her konuda olduğu gibi ‘öteki’ni ihmal etme gibi temel bir yanlışa düşülüyor. Önceki akşamki maçta da Beşiktaş’tan konuşmak gerekirse, rakip iyi analiz edilememiş gibi geldi. Bu nedenle de ‘taş gibi bir Marsilya’ buldu karşısında Ertuğrul Sağlam. Bir kaç atak dışında orta sınıf bir takım görüntüsündeki Marsilya’ya karşı, en azından üç beş hücüm organizasyonu gösterilebilirdi rakip iyi analiz edilebilseydi. Evet rakip iyi kapattı hücum koridorlarını ama bana kalırsa Beşiktaş’ın potansiyeli de bu değil. Henüz o potansiyeli açığa çıkaracak organizasyon sağlanmış gibi görmedim ben.
Ama bir maç her şey değildir. Yılgınlığa gerek yok, futbol takımı oynadıkça eksiklerini gördükçe düzelir, toparlanır. Unutmayalım ki Beşiktaş, son 5-6 senedir futbol takımıyla çok oynadı. Taşların yerine oturması biraz zaman alacaktır. Ama izlediğim 6-7 maçın ve şu Marsilya maçının ardından ben Ertuğrul Sağlam’ın takımı doğru rotaya oturtacağı konusunda endişeye kapıldım.

Sinan Engin maçtan sonra “Mazeret değil ancak rakip sert oynadı, hakem es geçti, oyuncularımız sakatlandı” gibi açıklamalar yaptı. Bu sözler, Avrupa’da Türkiye’de olduğu kadar dikkate alınır mı?
Hiç sanmam. Ben başından bu yana Sinan Engin’in kerametinin ne olduğunu hiç anlamış değilim. Beşiktaş yönetimi neden böyle bir tercih yaptı anlayamadım. Yazdıklarını okuduğumda, televizyonda konuşmalarını dinlediğimde bende hep ‘vasat bir futbol adamı’ duygusu uyardırdı Engin. Elbette, bazı konuları biliyor olabilir ancak ben yaptığı açıklamaların ardından “Yetkin biriyle karşı karşıyayız” duygusuna hiç kapılamadım nedense. Tabii belki de ben yanılıyor olabilirim ve umarım ki öyledir. Problemi içerde değil de dışarda görme alışkanlığını terk etmediğimiz, kendi özeleştirimizi yapamadığımız sürece, işleri yoluna koymak da güçleşecektir.

Kartal 3 maçtır gol atamıyor. Bunun nedeni ne olabilir, bu saatten sonra bu sorun nasıl çözülür...
Başta da belirtmiştim; Beşiktaş’ın en sorunlu bölgesi forvet hattı gibi görünüyor. Orta saha ile ileri uç arasındaki mesafe bu kadar uzak olunca gol atmak da güçleşiyor doğal olarak. Özellikle başta gayet iyi çalışan iki Serdar’ın olduğu sağ kanat da aksayınca işler kötüye gitmeye başladı gol açısından.
Forvetteki sıkıntıya bir örnek. En beğendiğim oyunculardan Serdar Özkan bile, Marsilya maçında bir anda İbrahim Üzülmez gibi geldi gözüme. İleri taşıdığı her topu ya kendisi geri dönerek ya da arkaya pas yaparak olumsuz kullandı. Genç oyuncuların bile bu denli ürkek oynadıkları bir maçta gol bulmanız elbette güç olacaktır.
Sorun bence, yeni bir forvet oyuncusu almak yerine eldeki oyunculara uygun bir oyun anlayışıyla sahaya çıkmak. Marsilya maçının sonlarına doğru birlikte maç izlediğimiz hemen herkesin ortak kanaati şuydu; “Takımın başında Lucescu olsa bu maçı rahat alırdık.” Sanırım işin sırrı burada. Sinan Engin’in pek hoşuna gitmeyecek ama “Lucescu ne yapmıştı, şimdi neler yapılmıyor” sorusu Beşiktaş’ı yönetenlerin ufkunu açacak sorudur. Biraz tarihi kurcalamakta fayda var...

20 Eylül 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Abartılı mı...‘’

Ben, Emre’nin hareketini abartılı bulmuyorum, bu hareket düpedüz ahlaksızcadır. Ahlaksızlık abartılabilecek
bir şey değildir. Şöyle düşünelim, biri o hareketi futbol federasyonu yetkililerine çekse, yine durum aynı olur muydu?

Fatih Terim’in Macaristan maçı öncesi yaptığı açıklama Emre Belözoğlu’nu ne derece tetiklemiştir?
Fatih Terim’in genel olarak Türkiye liglerinde, özel olarak da milli takımda oynayan futbolcular üzerindeki etkisi düşünüldüğünde ‘tetiklenmekten’ söz etmek mümkün olabilir. Terim’in ciddi ötesi gergin görüntüsü, ne demek olduğunu hala anlayamadığım ve ‘karizma’ diye adlandırılan, bu ülke ortalamasının tapınmaya hazır olduğu bir durum yaratıyor diye düşünüyorum. Kanımca bunun etkisi var bu agresif tarzda.
Ancak bu tek başına Emre Belözoğlu’nun yaptıklarını açıklamaz diye düşünüyorum. Sabıkalarını hatırladığımızda Belözoğlu’nun fıtratının da tetiklenmek için uygun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bana kalırsa Emre Belözoğlu’nun davranışları çok tipik. ‘Ananızı avradınızı’ diyemediği için basın tribününe dönüp ‘hareket çekiyor.’ Eleştiriler yükselince tüm ‘tırsıklar’ gibi “Özür dilerim. Hepinize değil bir kişiye yaptım” diyor. “Kim?” dediğinizde de “O kendini bilir” gibisinden oportünist bir yanıt alıyorsunuz. Çok tipik, çok tanıdık bir gayri ahlaki tutum. O kadar alıştık ki bunlara, tersi bir durumda “İşte insan evladı” diye havalara uçmamızın nedeni bu.

O hareketin şeref tribünü ve yedek kulübesinden görülmemesi ve bazı kesimler tarafından desteklenmesi ne derece doğaldır?
Türkiye’de en sorunlu alanlardan biri hukuk ise bir başkası da vicdanımızla ilgili alanıdır. Vicdan olmayınca öğrenmek, sonuç çıkarmak da zorlaşıyor. Futbol kadar çok sayıda samimiyetsiz insanın etrafına toplandığı başka bir alan var mıdır, bilemiyorum. Terim, “Ders almam ders veririm” diyor gazetecileri kastederek. Ne yazıyor gazeteci bir gün sonra; “Dediğini yaptı ders verdi.” Kime veriliyor ders, bize, gazetecilere. Ne dedi gazeteciler? “Kötü oynadı, yanlış oynadı.”
Futbolcu ‘hareket çekiyor’ gazetecilere, ne yazıyor gazete “Emre basını protesto etti.” Emre’nin o hareketi Mehmet Demirkol’a çektiğini belirten Cengiz Semercioğlu da, hareketi abartılı bulanlara şaşırmış. Diyor ki; “Ben de en çok buna şaşıyorum; eleştirileri abartanların Emre’nin hareketini abartılı bulmasına...”
Ben hareketi abartılı bulmuyorum, bu hareket düpedüz ahlaksızcadır. Ahlaksızlık abartılabilecek bir şey değildir. Diyor ki; Semercioğlu, “Abartılı eleştirmeyecektiniz”. Hadi şimdi de ben abartayım, bu tez anti-demokratiktir. Şiddeti ve ahlaksızlığı meşrulaştırmaktadır. Yine abartayım, bu tez Hrant Dink’in öldürülmesine, Malatya’da hıristiyanların boğazlarının kesilmesine kadar vardırır işi. Çünkü, orada da kurbanlar bizim gibi düşünmeyerek, bizim inandıklarımıza inanmayarak ‘abartmışlardır.’
Tabii, TSYD’nin kınama metnindeki “Aferin Emre, bizlere gerçek yüzünü gösterdin” türü bir serzenişi de dil açısından sakıncalı, tehlikeli bulduğumu belirteyim. Bu dil, fazlaca ‘ahbap çavuş’ ilişkisi dilidir ve kullanılmamasında her zaman fayda vardır.

Emre eğer o hareketi İngiltere Premier Ligi’ndeki bir maçta yapsaydı, başına neler gelirdi?İngiltere’de yasanın ne emrettiğini bilmiyorum ama hepimiz biliyoruz ve inanıyoruz ki, Emre Belözoğlu’na sıkı bir ceza verilirdi. Ama belli ki bizim Futbol Federasyonu da, eleştirilerin abartıldığını düşünüyor. Baksanıza kimsenin ‘çıtı’ çıkmıyor. Şöyle düşünelim, biri o hareketi federasyon yetkililerine çekse, yine durum aynı olur muydu? Aziz Yıldırım ya da bir başkası, federasyon yetkilileri aleyhinde demeç verince ceza anında yapıştırılmıyor mu? Benzeri hareketi yapan İlhan Cavcav’a, Pascal Nouma’ya ceza verilmedi mi?
Futbolu olduğu kadar toplumdaki ortak değerleri korumak gibi bir görevi de var federasyonun. Eski sözü hatırlayalım; “Bir yerde adalet yoksa barış da olmaz.”

Milli Takım’daki bu gerginlik, Avrupa Şampiyonası yolunda bizi nasıl etkiler?Kanımca olumsuz yönde etkilemez. Eğer etkilerse, bu da takımı yönetenlerin uygun yöntemi, dili bulamamış olduklarını gösterir. Tartışmaktan, konuşmaktan korkan insanlar kendilerini değiştiremez, geliştiremez, ilerleyemezler. Ama Fatih Terim, bu dili, üslubu kullandığı, özeleştirisini yapamadığı sürece bu gerginliğin de sürüp gideceğini düşünebiliriz.

15 Eylül 2007, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dersimiz Terim!‘’

Ben futbolu hep başka bir yerden okumaya çalıştım, tabii aklımın erdiğince. Futbolun tekniğinden taktiğinden çok ‘insanlık durumu’yla ilgilendim. Sonuçta, futbol bir oyundu, kazanılan, kaybedilen ve en güzeli berabere kalınılan bir oyun. Ama öyle de bir oyun ki, esasen bir ‘iktidar’ mücadelesi alanı.
Fatih Terim’in son basın toplantısı bunu bir kez daha kanıtladı. Tahmin ediyorum ki en çok, konuşmasının “Ders almam, ders veririm” bölümü üzerine yazılacak. Ben de ordan başlayayım ama, lafı biraz ‘bilimsel’ olarak dolandırayım da istiyorum.
Terim’in “basını ve kendi gibi düşünmeyenleri fırçalama” toplantısından sonra Arno Gruen’in “Empati’nin Yitimi” adlı kitabının, bu ‘ruh haliyle’ ilgili bölümlerine, bir daha hızla göz attım.
“Düşmanlar” diyor Gruen, “Bizim çaresizliğimizin yerini alırlar. Kendimizi güçlü, katı hatta şiddet eğilimli göstererek kendi yüzümüzü, kendi zayıflığımızı ve çaresizliğimizi diğerlerinden olduğu gibi kendimizden de saklarız.”
Bir başka saptama daha yapar; “Şiddeti harekete geçiren insanın kendi kurban durumunda oluşu karşısında duyduğu nefrettir. İnsanlar suçluluk duygularından ne ölçüde kurtulabilirlerse, yani duygularını bastırmada ne kadar başarılılarsa diğerleri tarafından liderliğe getirilme olasılıkları o kadar artar.”

Araştırma konusu
Futbolu oyun değil, bir savaş, bir iktidar mücadelesi haline çeviren dilin en iyi temsilcilerinden biridir Terim. O nedenle dün yaptığı gibi sık sık “Ben prestijimi ve yerimi savaşarak, vuruşarak, emek vererek elde ettim” demek ihtiyacı duyar.
Ama onun ruh halinin en belirgin göstergesi bana kalırsa birbirine bağlı şu bölümlerdir; “Zaferleri yaşadım, başarısızlıkları tattım. Bilir misiniz, başarısızlıkları tek başına göğüslemenin ne büyük cesaret istediğini. Bu vicdansızlarda, bu cesaret var mıdır? Ben o cesareti gösterdim. Sadece evime gittim, sığınacağım tek liman ailem oldu. Yine karşınızdayım, aslanlar gibiyim. Ne kalemimin, ne mikrofonun arkasındayım.”
Sadece bu paragrafta bile “Toplumsal ikonlar nasıl yaratılır?” üzerine yapılacak bir araştırma için gereğinden fazla malzeme var. Eleştiriye kapalılık, kendi gücü için ‘öteki’ni aşağılama ve ‘öteki’ne karşı sinik bir nefret, başarısızlık hissi karşısında sığınılan aile ve tekrar ‘aslan gibi ortaya çıkma...’

Fatih Terim ikonu!
Nerede hatırlamıyorum, bir yerde okumuştum; “Bu ülkede başarılı olması en çok istenen kişi Fatih Terim’dir” diye. Çünkü Terim, bu ülke vasatının, ortalamasının başarılı olmuş hali olarak algınan bir ‘ikon’dur. Dünya Kupası’nda milli takımı üçüncü yapan Şenol Güneş ya da diğerleri bu vasatı tatmin etmeyi başaramazdı. Nedeni ayrı bir yazı konusu.
Benim için Fatih Terim imgesi -kendisi değil sadece imgesi çünkü kendisini tanımam-; taş çarpmış bir arabanın ön camı gibi ağır ağır ve içten içe kırılan bir şeydir. Sondan bir önceki en keskin çatlağı 2005’teki Şampiyonlar Ligi finalinin devre arasındaki maç değerlendirmesinde yaşamıştım. Devre 3 -0 bitmişken şuna benzer bir laf söylemişti Terim; “İtalyan mentalitesi artık burdan maçı vermez.” Hatırlamayanlar için, Liverpol maçı penaltılarla kazanmıştı.
Bu son ‘fırçası’yla birlikte benim için arabanın ön camı tuz buz olmuştur. Terim, ben artık “Sizinle küstüm turnuva bitene kadar konuşmam” dedi ama benim biraz daha yapacak ‘analizim’ kaldı. Acaba ‘üzüm yemedim diye bağcı bana yine kızar mı?’ dersiniz.

12 Eylül 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Uğursuz martı!‘’

Taraftar önce suçlu olarak 70. dakika dolaylarında sahaya inen yorgun martı Jonathan’ı suçlu ilan etmişti. Onlara göre gol atamamanın sorumlusu bu martı idi. 83. dakikada martı stadı terk ettiğinde bir grup ardından bağrıyordu; ‘Defol uğursuz!’...
Oysa herşey çok iyi başlamıştı. Tribünde hop oturup hop kalkıyorduk. Öyle ki her zaman durduğumuz kapalı üst öndeki yerimizi işgal etmiş 7-8 tane sevimli yumurcak bile yerlerinde duramıyorlardı. Kayserispor, maçı önce bir kez ilk yarının sonlarına doğru dengeye getirdi. İkinci devrede de 60’tan sonra özellikle Ragıp’ın üst düzey performansıyla oyunu orta sahada kilitledi. Maç bittiğinde dışarı akan taraftar bu kez suçluyu değiştirmişti. Martı değil, ayağına hakim iki oyuncu Ricardinho ve Delgado’nun sahada olmayışına bağlıyordu beraberliği. Biri yarı öfkeli, yarı alaycı bir tonla İbrahim Akın ve Mehmet Yozgatlı için ‘Yaa biri top istobunu bilmiyor, diğeri müdafanın içinde saklanıyor. Bunlardan topçu mu olur?’ dedi. Bu beraberlik Beşiktaş’taki arızaları görmek bakımından faydalı oldu elbette. Yine de Türkiye’deki yetersiz yerli teknik adamlar deposundan ayrı olarak Ertuğrul Sağlam ve Tolunay Kafkas gibi, iki genç ve ne yaptığını bilen insanın takımlarını izlemek keyifliydi.
Evet, maç Beşiktaşlı taraftarların istediği gibi bitmedi ama ben, maçın büyük bölümünde çok heyecanlandım. Yine de Toledo gibi oyunu rölantiye almak için olur olmaz kendini yere bırakan ve futbol izlemek isteyen insanların keyfini kaçıran futbolculardan çok hazcetmediğimi -ki Toledo da çok iyiydi- bu vesileyle de belirtmiş olayım.

02 Eylül 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Düğün bayram‘’

Zurih açısından olacaklar zaten belliymiş. ibrahim Üzülmez son beş yıldaki en iyi ortasını yapınca, o maçı zaten rakibin kazanması imkansızdı. Bütün maç boyunca aklımda kalan en güzel üç şey, ikisi gol olan üç paslı Beşiktaş organizasyonlarıydı. Önce ilk devre Tello’nun sağ tarafa yaptığı ters topta Serdar Özkan’ın kestiği, Bobo’nun vurduğu ama gol olmayan top. ikinci devre Cisse’nin attığı pasa koşan Serdar Özkan’ın ortası ve Delgado’nun golü...Son pozisyonda da ibrahim Üzülmez’in maçın belini kıran ortasına Delgado’nun şık golü maçtan aklımda kalan en muhteşem anlardı.
Maça damgasını vuran oyuncular tribün açısından Serdar Özkan, Tello, görünmeden oyunu silip süpüren Cisse, Zürih’e öteden beri kafayı takmış olan Delgado, Ricardinho, sönük gözükse de her zaman benim adamım Serdar Özkan, bütün maç boyunca yaptıkları her harekette tribünlerde coşkuya neden oldular.
Gecenin bence kahramanı tribünleri hınca hınç dolduran Beşiktaş taraftarıydı. Tek kelimeyle muhteşemdiler. Maç başlamadan çalışmaya başladılar, maç sona erdi hala çalışıyorlardı.
Maç bitti, ben dışarıya çıktım. Dışarıda insanlar değil, büyük bir enerji akıyordu. Bu takım böyle oynarsa, bu taraftar hep böyle olur. Bu taraftar hep böyle olursa, bu takım hep böyle oynar. Bunun arkası da bu maçtaki gibi hep düğün bayram olur.

30 Ağustos 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI