Arama

Popüler aramalar

‘’En iyisi Cenk‘’

Zor dönemlerden sonra kötü günler geçirirken, galibiyete hasret kalmışken alınan 3 puan elbetteki önemli... Hele ki, derbi öncesi moral bulmak açısından bakarsanız daha da önemli... Ama futbol gerçeği açısından Beşiktaş her gün ‘üstüne koyar’ diye beklerken, eskilerek gidiyor. Maç içi oyun dengesi bir türlü oturmuyor. Dün gece de doğru düşünülmüş, ön tarafı çabuk oyunculardan oluşturulmuş kadrosu beklenenin uzağında işler yaptı. Daha önce ‘Hilbert ve İsmail Köybaşı oynar ise, kanat bindirmeleri etkili olur’ diyorduk. Bunlar Edu ile birlikte oynayınca senkron tutmadı. Kanatlardan çabuk geldiler, Edu ise yavaştı. Dün gecenin tercihi Mustafa Pektemek çabuk top alışverişinde iş yapabilecek, doğru tercihti. Gol ile de doğru işler yapıldığında skorun bulunabileceğini gösterdi ama, maç süresince bunu sürekli ve tempolu yapmalıydı Beşiktaş. Kanatlardan daha fazla işletmeliydi. Hem Simao’nun hem de Quaresma’nın süre gelen vurdumduymazlığı her türlü oyun planını olumsuz etkiliyor. Beşiktaş da yardımlaşamadığı için sürekli karşı hücum yiyor. Ayrıca Siyah-Beyazlılar oyun boyunu çok uzatarak oynuyor ve arada çok geniş alanlar bırakıyor. Rakip de buraları doğru kullanırsa Kara Kartallar kalesinde çok tehlike yaşıyor. Ayrıca birbirinden uzak oynadıkları için, çok alan katedip, zaten iyi olmayan fizik güçleriyle yoruluyorlar ve etkisiz kalıyorlar.

Dün gece, ‘Cenk haricinde öne çıkan oyuncusu var mıydı?’ diye sorsanız Beşiktaş’ın, herhalde hiçkimse bir isim söyleyemez. ‘O halde takım olarak mı iyidirler’ diye aklınıza bir soru takılırsa, onun cevabını da biz verelim: Hayır! Zor gecenin en iyisi Cenk ise, ne demek istediğimiz herhalde anlaşılır.

25 Ekim 2011, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Hüzün saniyesi‘’

İyi kötü uzatmalara gelmiştik. Birçok yanlışa, silik oynamamıza rağmen bir puanı cebimize koymaya saniyeler kalmıştı ama olmadı. Bu kadar korkarak, bu kadar kendini inkar ederek oynamaya hakkınız yok, eğer ‘Beşiktaş’sanız...

Koskoca bir ilk yarı geçti. Aklımızda kalan, bizim yarattığımız bir tehlike hiç olmadı. Oysaki rakip, bundan önceki iki maçında da birer gollü beraberlikler almış, aslında yaratıcılığı da olmayan, çok koşup düz top oynayan, önde de yaşlı iki tecrübelisiyle gol arayan basit görüntüde bir takım. İyi düşünülmüş bir kadroyla kötü oynadık. Hilbert ve İsmail’in, Simao ve Quaresma’yla birlikte kanatları ısrarla kullanacağını düşünmüştük, 90 dakika boyunca en fazla üç kere bunu yapabildik. En etkilisi de 53. dakikada Hilbert’in sağdan getirip Ernst’in dışarı vurduğu pozisyon oldu. Bunları maç içerisinde daha fazla yapmalıydık. Geriye çok yaslandık, öne çıkarken de çok yalnız kaldık. Edu’yu tek bıraktık, o da sırtı dönük ve topu tutarak oynamayı beceremediği için attığımız her topu kaybettik. Duvardan döner gibi yeniden kendi önümüzde bulduk. İsmi bu kadar ‘kabarık’ oyunculardan bu kadar ‘sönük’ futbol beklemiyorduk. Quaresma, Simao bu maçlarda oynamayacaklarsa Beşiktaş’a ne zaman katkı sağlayacaklar. Orta sahayı Marco biraz geride, Necip ve Ernst’le kalabalık tutarak kontrol etmek istedik, onu da beceremedik. Topu alan Dinamo Kievliler hem rahat pas yaptılar, hem de topla çok rahat kalemize doğru hiçbir müdahale görmeden hareketlenebildiler. Çıkışta pas hatasını yakaladığımız rakibi uzun topla kontrada geride zorlarız zannettik, yapamadık. Rakip kendi birinci bölgesinde bizden daha çabuk defans pozisyonu almayı başardı.

Türk futbolunda tempo sorunu var diyoruz, dün de bunu açıkça gördük. Tekniği kısıtlı Ukraynalılar, sadece futbolun temel doğrularını yaparak hüzünlü son hazırladılar. Bizden çok koştular, topu alan Beşiktaşlı oyuncuya daha çabuk ikili sıkıştırma yaptılar, alan kapattılar ve yapabildikleri ölçüde sahayı doğru parsellediler. Hiçbir creative tarafları da yoktu, gol bölgesinde usta ayakları da yoktu. Buna rağmen bizi puansız yollamayı son saniyede becerdiler. Stratejik olarak belki bir puan düşünmüştük, oysa ikinci yarının başında gördük ki biraz daha cesaret ve daha önce yapılması gereken Holosko ve Fernandes birlikte değişimi bize maçı getirebilirdi. Edu yerine Simao çıkabilirdi, haydi diyelim ki Marco’yu sigorta olarak düşündünüz, Necip’i alıp daha agresif ve öne oynayan Fernandes’i de koyabilirdiniz. Rakip üstünüze gelemezdi, son dakikadaki abuk-sabuk baskıyı da yemezdik. Hüzün saniyesiyle gruptan çıkmanın zor hesaplarını da şimdi biz değil Kievliler yapıyor olurdu.

21 Ekim 2011, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’İki kaleci!‘’

Pazartesi geceleri son maçı oynamak, özellikle de rakipleriniz galip gelmişse, stres yükler ve oyunu zorlaştırır. Fenerbahçe dün haftanın kapanış maçında önemli sakatlarına rağmen Mersin deplasmanından istediğini alarak dönmesini bildi. Enteresan bir maç gecesi yaşadık. Sarı-Lacivertliler sıkıştıkları her anda, Mersinli kaleciler onların imdadına yetişti. İki kaleci seyrettik, ayrı ayrı devrelerde iki hata yaptılar ve Mersin’in ipini çektiler. Sanki 2’ler gecesiydi. İki kalecinin iki golü kalelerinde görmelerinden önce iki ayrı oyuncu, aynı adama, ‘Alex’e faul yaptılar. Sarı-Lacivertliler akıllıca kullandılar ve 2’ler gecesinde 2 golü buldular. Mersin çok top yaparak, takım halinde ileri çıkmaya çalışırken, Fenerbahçe çıkışta yakaladığı rakibinin hatalı paslarını akıllıca, dikine ve çabuk toplarla doğrudan kaleye giderek ustaca kullandı. Büyük takımlarla oynamanın zorluğu burada. Fazla eveleyip gevelediğinizde rakibin iş bitiricileri bir anda ortaya çıkıyorlar ve ağları havalandırıyorlar. Birinci golde Özer’in ‘parlak zekalı’ vuruşu, ikinci golde Emre’nin topu oyuna çabuk ve doğrudan sokuşu büyük takım oyuncularının farkı işte... Sarı-Lacivertliler zorlukları ve engelleri aşmasını biliyorlar. Zor ve ağır bir sahada oyunun temposunu ayarlamayı da becerdiler. Özellikle Emre akıllı işler yaptı. Teknik faulle rakibin hücumlarını kesmesini de bildi, kendi takımı adına oyunu çabuklaştıracağı zamanı da çok iyi sezdi. İbrahim Kaş’ın ‘Kaş yapayım derken göz çıkarması’ 55’inci dakikada atılması Fenerbahçe’ye oyun içinde beklediğimiz üstünlüğü getirmedi. Aykut hoca oyundan düşmeye başlayan Caner-Özer ikilisini Selçuk-Stoch ikilisiyle değiştirirken de 77’de yorulan Emre’nin yerine Sezer’i sahaya sürerken de doğru düşünceyle doğru uygulama yaptı. Hakemlere bu sezon ‘arkanızdayız’ demişler, ama form durumları hiç iç açıcı değil. Beğendiğim Halis hoca 43’te Bekir’in elle müdahalesini atlamamalıydı.

18 Ekim 2011, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Panzer geçti‘’

Umutla çıktık, beklentilerin uzağında kaldık. Yardımlaşamadık, oyunu kontrol altına alamadık. Rakibin saha paylaşımını biz yapamadık. Almanlar topu koşturdu, biz topun peşinden koştuk. Yorulduk, oyundan düştük... Aradaki en önemli fark; onlar çabuk düşünüp, çabuk uygulandılar.. Dikine oynadılar.. Doğrudan kaleyi düşündüler. Biz ise topa hakim olacağız diye yana ve geriye oynayarak rakibin kolayca kapanmasına olanak sağladık. Rakibin sorunlu orta sahasını, maçtan önce bilmemize rağmen bir türlü kullanamadık. Daha doğrusu kullanacak pas organizasyonunu yapamadık. Aurelio’yu göbekte tek bırakıp, orta sahayı Panzerler’e teslim ettik. Zaten istedikleri buydu... Biz de bunu kolayca rakibe verdik. Çabuk topu biz oynayıp, Almanlar’a kontra yapacaktık, yapamadık!... Kaleciden çıkan iki top, iki pasla iki gol yedik. Organize takımların böyle gol yemesi olmaz, olamaz... Schweinsteiger, Almanlar’ın göbeğinde santral gibi; alıyor, veriyor. Üstelik de bunu grup maçlarının başından beri aynı tempoda aynı akıllılıkla devamlı yapıyor. Buna engel olamamanın, Almanlar’ın bu pas trafiğini kesememenin izahını herhalde birisi yapar. Sahadaki oyuncular iyi niyetle mücadele etmeye çalışıyorlar. Koşuyorlar.. Ama yanlış olan rakip karşısındaki dizilişleri. Eksik kalıyorlar. Buna çare bulması gerekenler de yandan seyrediyorlar. Maçın temposunu biz bir türlü ayarlayamadık. Topun arkasına çabuk geçmeyi de beceremedik. Hamit ve Selçuk ile net yakaladığımız pozisyonlarından birini gola çevirebilseydik belki bu tabloyu da puan alacak hale getirebilirdik... Bu tip takımlara karşı iki tane buldun mu birini atacaksın.... Olmadı, olamadı...

Kopuk kopuk kaldığımız oyunda Burak’ın dikine yaptığı koşular takımımız adına en doğru görüntülerdi. Destek veremedik... Bu koşuları orta sahadan organize atakla başlatıp Burak’a yaptıramadık. Kendi aldı, kendi gitti... Pozisyon yaratmaya çalıştı, orada da 3. bölgeye desteği çoğalarak veremedik. Karşınızdaki rakip Almanya olunca, futbol kültürü ve altyapısı hem kurumsal hem de kalıcı olunca, bu kadar hatayla bu sonuç da kaçınılmaz oldu... Şimdi salı gününe bakalım. Sağ, sola boş yere sallamayıp, bu hatalardan ders çıkaralım. Şans hala bizimle... O Belçika, bu Almanya’yı yenemez.

08 Ekim 2011, Cumartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Elinin hamuru (mu?)‘’

Dün gece Kadıköy’de, tutkuyla bağlandıkları takımlarını, coşkuyla destekledi Fenerbahçe’ye gönül veren Cumhuriyet kadınları. Gönülleri yanlarında kocaman yürekleri, futbolcularının arkasında, yavruları kucaklarında, görülmemiş bir tabloyla futbol alemine bir ilki gösterdiler... Yaşattılar... Fair-Play diye bağıranlara, temiz lig diye çabalayanlara, tertemiz bir Kadıköy çığlığı olarak tribündeydiler. UEFA da, FIFA da herhalde bir ‘mektup’ yollarlar!!! Elinin hamuruyla erkek işine nasıl karışılacağını gösterenleri herhalde alkışlarlar. Seyircisiz cezasını gönüllü ordusuna çeviren Sarı-Lacivertliler’in sahadaki yansımaları ise maalesef tribündeki gibi övgüyle bahsedilebilir durumda değildi Saracoğlu’nda. Manisa sahayı akıllıca kullandı. Doğru paylaşım ve parselleyerek oyun alanında Fenerbahçeliler’i pas yapamaz hale getirdi. Sahanın her bölgesinde, rakipten 1 fazla olmayı Manisalılar başardı, Kanaryalar buna çare üretemedi. Ziegler-Caner tarafını başarısız kılan Ömer Aysan’dı. Simpson ise Bekir-Dia kopukluğunu çok iyi kullanarak, rakibi kanatlarda etkisizleştirdi. Önde top tutamadı Fenerbahçe, hatta rakip sahada da yerleşip organize olamadı. Emre’nin en çok arandığı maç budur diye düşünüyordum, doğru çıktı. Oyun boyunu uzun tutan Fenerbahçe Bilica ile Semih arasındaki büyük boşluğu, çare üretemeden, çok koşan Manisa’ya avantaj olarak verdi. Kemal Hoca ve öğrencilerini Trabzon maçından sonra yine 10 kişiyle bu mücadeleyi yaptıkları için alkışlarken, dün gecenin güzelliğini futbol adına tribünlere gelerek yaşatanlara ve kararı alan federasyona da teşekkür ediyoruz.

21 Eylül 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Duran top‘’

Durmayan Beşiktaş duran toplarla kazandı... Duran toplarda gol bulan Kara Kartal maç boyunca durmadan, bıkmadan, yılmadan saldırdı. Organize atakla bulmadıklarını, Fernandes’in doğru kullandığı duran toplar ile Sidnei’in altın kafa vuruşlarıyla maçın kilidini açan golleri buldu. Dün gece Beşiktaş’ın, kötü başladığı ligde mutlak iyiye döndürmesi gereken, galibiyetle ayrılmak mecburiyetinde olduğu zor gecesiydi. Sidnei tercihiyle çıkmıştı Siyah-Beyazlılar sahaya... Egemen-Sidnei ilk kez birlikteliği risk gibi görünüyordu aslında. Rakip Ankaragücü oyunu set etmek adına bu ikiliyi o kadar rahat bıraktı ki onlarda oyun içinde değil ama duran toplarda Beşiktaş adına risk olmadı, tersine gecenin lüksü oldular. Ankaragücü geçirdiği zor döneme rağmen Ziya Hoca ile dirençli sert bir takım yaratmış. Beşiktaş da bu anlayıştaki oyunu açmakta, rakibi dengesiz yakalamakta çok zorlandı. Kanatları etkili kullanan Kartal’a Ziya Hoca kademeli sigorta uygulamıştı. Beşiktaş’ı göbeğe sıkıştırmaya çalıştı, orta sahayı da 5’li tutup, göbekte oyun kuracak Siyah-Beyazlı oyuncuları da, alan daraltarak dikine pas yapmalarına imkan vermediler. Kilitlediler. Yana doğru oynayıp ara toplarla dikine tehlike yaratmalarına imkan vermediler. Fernandes futbolcu kalitesi ve oyun zekası olarak böyle anlarda oyuna ağırlığını koyabilen futbolcu. Onun yanında çabuk oynayacak partneri olursa Siyah-Beyazlılar bu kadar zorlanmadan rakipleri daha kolay açabilirler. İki antrenör de oyuna doğru müdahaleler yaptılar. Carvalhal Beşiktaş’ı yavaş yavaş tanıyor. Oyun içinde Fernandez-Necip pozisyon değişikliği ve Mustafa Pektemek-Necip değişikliği ile verdiği galibiyeti arzulayan mesaj, sahada ter döken Siyah-Beyazlı futbolcuların inancı yarınlar için İnönü’nün pırıltılarıydı.

20 Eylül 2011, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’'90+' olmadı‘’

85. dakikada tartışılan bayrakla Avusturya’nın iptal edilen golü olmasa başımızı derde sokacak skorla Viyana’dan dönecektik. Avusturya gecesinde oynarmış gibi yaptık ama oynamadık. Pas yaparmış gibi yaptık ama yapmadık, yapamadık. Baskı uygulayalım diye düşünmüştük onu da takım halinde değil, parça parça yaptık. Rakibi oynatmayacağımıza kendimiz oyunda kopuk kopuk kaldık. Öndeki üçlümüz Arda, Umut, Burak yer değiştirerek rakibin savunma dengesini bozmaya çalıştılar. Ama bunu da zaten temposuz oynadığımız maçta oyun dururken hep yaptılar. Rakip rahatça önlemini aldı, zaten onlar yer değiştirirken açtıkları boş alana göbek oyuncularımız bir türlü istediğimiz gibi girmedi. Mehmet Topal ve Selçuk Şahin göbekte birbirlerine yakın oynadılar, böylelikle saha paylaşımını rakip lehine onlara avantaj vererek yaptılar. İlk yarı boyunca Yekta bu ikiliye katkı sağlayamadı. Kafalardaki ‘beraberlik yeter’ düşüncesi ile olsa gerek zaten Selçuk ve Topal da daha çok risk almadan geriye ve yana oynadılar. Hakan Balta ve Sabri kanatlardan bindirme yapmak yerine, öndeki oyuncuları kontrol etmek için hep alanlarında geride kaldılar. Oysaki Sabri iki ileriye çıkış teşebbüsünde Burak’la buluşturduğu toplarda golü nasıl bulacağımızın yolunu görmeliydi. Pas yaptığımız anlarda oyunu kontrolümüze aldık ama 90 dakika içerisinde bunu o kadar az yaptık ki... Aslında bizim takımımız pas yapmaya müsait, öne koşular yapmaya uygun futbolculardan kurulu olmasına rağmen yapmamız gerekenleri bir türlü beceremedik. Topa sahip olamayınca oyunu domine de edemedik. Ve bizden çok zayıf olan rakibimizle bir ‘90+’ avantajını harcayarak berabere kaldık. İşin iyi tarafı ise futbolsuz geçirdiğimiz, konsantrasyon eksikliği çektiğimiz, geride bıraktığımız futbol dışı sürece rağmen ayrıca bir türlü başlatamadığımız ve futbolcuları hazır hale getiremediğimiz gecikmiş ligimize karşın sakatı çok olan milli takımımız kendine gerekeni aldı.

07 Eylül 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Terim ve Öztürk meselesi değil‘’

Muslera ve Melo transferlerini (yüksek maliyeti nedeniyle) eleştiren yönetici Adnan Öztürk size göre haklı mı?

Öncelikle kulüplerin transfer stratejileri belirlenir. Bunu da takımın teknik sorumlusu ile yönetim kurulu birlikte yaparlar. Teknik adamlar işin teknik kısmını, planlarını ve oyun şablonlarını ortaya koyarak yönetime yol haritası verir. Yönetim de kulübün gelir-gider dengesine göre bu yol haritasına ya onay verir ya da kulübün yapısına göre şekillendirir. Galatasaray’da anladığım kadarıyla sorun burada başlıyor. Başkan ‘hocanın her istediği transferi yapacağım’ dediği için hoca istiyor, fakat yönetim de neye göre bu istekler karşılanacak onu bilmiyor. Ve Adnan Öztürk gibi çıkışlarda bulunuyorlar. Yönetici açısından bakarsanız yönetim biçimi olarak Adnan Öztürk haklı görünüyor. Teknik adam tarafından bakarsanız da ona verilmiş sözler gereği o da istemekle haklı görünüyor. Biraz Nasrettin Hoca’nın işine benziyor. Her konuşan bu koordinasyonsuzlukta Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki gibi haklı oluyor. Galatasaray Yönetimi’nin medya üzerinden, kendi profesyoneline yani çalışanına mesaj göndermesi temel prensip olarak neresinden bakarsanız bakın yanlıştır. Ünal Aysal’ın hem kulüp içinde yeni olması, hem spor ailesini çok tanımaması, hem de futbolun diline yabancı olması onun önüne zor bir tablo çıkarıyor. Başkan’ın, bir an önce herkesin yetki alanı içerisinde, Galatasaray’ın menfaatleri çerçevesinde hareket etmesini, demeç vermesini disiplin altına alması gereklidir. Başarılı olacak yönetim kurulları öncelikle takım olmayı, sonra aynı hisseleri paylaşıp ortak hedefe sırt sırta vererek dayanışma içinde yürüyenlerdir. Cim Bom yönetimi şu anda bu görüntüyü maalesef vermiyor. O zaman Adnan Öztürk de konuşuyor, Ali Dürüst de konuşuyor, Abdurrahim Albayrak da konuşuyor, Refik Arkan da konuşuyor, Sedat Doğan da konuşuyor. Ve işin enteresanı hepsi de Galatasaray’ın içiyle ilgili konuşuyorlar, ileriye dönük yapacaklarını taraftarlarına ve camiaya fırsat bulup anlatmıyorlar. Başkan ise, bugüne kadar gördüğümüz, medyada en çok yer alan, konuşan, resim veren bir tablo sergiliyor. Sözün özü sadece Adnan Öztürk’ün konuşması ve değerlendirmeleri değil, Galatasaray Yönetimi’nin tamamının şu konuşma işini bir iletişim stratejisi içerisinde yapmadığı, yapamadığı gün gibi gözüküyor.

Fatih Terim’in Liverpool maçında bu eleştirilere verdiği sert cevap hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir kere Fatih Terim, Galatasaray Kulübü’nün çalışanıdır. Demeç verirken mutlaka kulübün ilkelerine ve profesyonelliğin gerektirdiği çerçeveye dikkat etmelidir. Liverpool maçı sonrası basın toplantısındaki çıkışı eğer sadece oraya odaklanarak değerlendirilirse tabii ki camia açısından sorumludur. Burada şunu belirtmek gerekli, Fatih Hoca’yı bu derece sinirlendiren olaylarda göz ardı edilmemelidir. Toplantıda söylediklerine bakarsanız, idari ve teknik sorumlu olarak çerçevesi çizilmiş bir sözleşmeden bahsetmiştir. Hoca burada yerden göğe kadar haklıdır. Eğer kendisine sözleşmede verilen haklar ihlal ediliyor ise sınırları zorlanıyor ise o da prensiplerine sadık bir karakter olarak tavrını ortaya koymuştur. Yaptığı basın toplantısının sorunlu kısmı, biraz önce bahsettiğimiz sözleşmedeki maddeleri hatırlatması değildir. Bu hocanın hakkıdır ve o noktada da haklıdır. Daha sonra yönetime ‘ayar’ vermesi ise hocanın profesyonel davranış biçimine yakışmamıştır... ‘Herkes haddini bilecek’ söylemi yönetim katında açmaz yaratır. Bu demeçten sonra medyada yer alan başlıklara bakarsanız, Sarı-Kırmızılı camia için son derece düşündürücüdür. Bu yönetim kurumsallaşma yapacağız diye gelip, eğer kişilere bağlı onlarla devam edebilecek bir yapıya dönüyor ise kendi felsefelerine ihanet ediyor demektir. İşte yönetim ve yöneticilik böyle anlarda belli olur. Ne hocanızı isyan ettirecek ortam yaratmalısınız, ne de ayar çeken hocanız karşısında bu kadar yutkunmamalısınız. Dolayısıyla Fatih hocayı yönetememek veya ona verilen sözleri yerine getirememek temelde genel kurulun ‘kulübü yönetin’ dediği; yönetim kurulunun, zaafıdır. Fatih Terim herkesin bildiği önemli işlere imza atmış, karakteri, tavrı belli, başarılı bir teknik direktördür. Onun eksilerini ve artılarını eğer bilmezseniz, daha önce yaşananlardan ders almazsanız, bu tip ‘Terim çıkışları’ ile daha çok karşılaşabilirsiniz. Yineleyelim burada sorun olmayan yerden kriz çıkarma becerisini gösteren yönetimden kaynaklanmaktadır. Çünkü Fatih Terim, bildiğiniz Terim’dir...

Adnan Öztürk’ün, Terim’in açıklamalarına kulübün resmi sitesinden cevap vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yazımızın başında da belirttik Galatasaray Yönetimi’nde daha önce Galatasray Başkanlığı için yarışmış olan birinin veya birilerinin kulübün internet sitesini kullanmak değil, doğal iç iletişim yollarını kullanarak sorunu çözmeleri gerekir. Son dönemlerde Galatasaray bütün konularını medyaya adeta meze yaparak tartışmaktadır. Bütün kulüplerin borcu varken Galatasaraylı futbolcuların alacakları veya Galatasaray’ın banka borçları sürekli gündeme gelmektedir. Eğer bu yönetim döneminde de medya üzerinden mesajlaşma veya içeriden medyaya servis yapma alışkanlığı sürerse, Ünal Aysal bir müddet sonra bıkıp, bırakabilir. Bu da toparlanma dönemine girmiş olan Galatasaray’a büyük darbe olur. Kulübün 2. başkanı da, asbaşkanı da, futbolla ilgili yöneticileri de bu medyada yer alma hevesinden veya gazete sayfaları üzerinden hesap kesme işinden acilen vazgeçmelidirler.

Terim-Öztürk arasındaki gerilim nereye doğru gidiyor, sezon öncesi takımı olumsuz etkiler mi?

Mesele Terim-Öztürk meselesi değildir. Mesele Terim tarafında olduğunu etrafa göstermek isteyenler ve Terim’e şirin görünmek isteyenler ile, Adnan Öztürk tarafında olan ve ‘kurumsallaşalım’ diyen bir grup yönetici arasındadır. Fatih hoca, verilen çerçeve içerisinde görevini başarıyla yapabilir. Yapacağından da en ufak kuşkumuz yoktur. Onu o çizgilerin dışına çekmek saha dışındaki alanlarda üzerine aşırı yük bindirmek, Terim’in performansını düşürür. Bu da Galatasaray’ın bu seneki tek çıkış yolu olan futbol takımı başarısını daha baştan engellemek olur. Yöneticiler, varsa problemlerini kendi içlerinde ama dışarıya servis yapmadan birbirlerini jurnallemeden halletmelidirler. Fatih hoca da kendisine verilen yetkileri profesyonel disiplin içerisinde kulübün çalışanı olduğunu bilerek yapmalıdır. O zaman hiçbir problem kalmaz. Zaten bir kulübün asbaşkanı ve yöneticileri ile teknik direktörünün kavgası mümkün değildir, olmamalıdır. Neticede kulüplerin patronu genel kurumlarca yetkilendirmiş yönetimlerdir. Eğer birileri tribünde kuvvetli olduğu için oraları kaşır, diğerleri medyada dostları fazla ise oradan bindirir, bir başka bölümde takımın içine el atarsa bunun adı yönetmek değil kaostur. Bu da Galatasaray geleneklerine uymaz.

2

01 Ağustos 2011, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI