‘’Korkma, aksine Aslan kesil!‘’
Pas futbolunu da kendimize benzettik. Mümkün olduğunca az hücumcuyla laf ebeliği durumları yani. Pas futbolu, rakip alanda ve tek hamleyle golü yapabilecek konumda oynanırsa hücum futboludur. Yoksa tehlikeli bölgeden uzak, ‘benim oynamaya niyetim yok, topu vermeyip rakibimi de kendime benzeteyim’ niyetinde olursan, futbolu katledersin ki, bugün ülkemizde yapılanın adı tam da budur, bu kadro yapısıyla Galatasaray’ın da...
Sarı-Kırmızılılar’ın savunmada akıl ve oyun kurma sorunu var ilkin. Ujfalusi’nin yanına Selçuk İnan önerisi ve düşüncesi şu an için çok uç ve abesle iştigal gibi gözükse de, yakın zamanda mutlaka gündeme gelmelidir. Orta sahanın baskı yediği maçlarda bu ikilinin tekniği ve becerisi, sürpriz ve sıkça çıkışları, özellikle de uzun oynayabilme özellikleri sonuca doğrudan olumlu etki edebilecektir. Ayrıca Melo’nun yanına oyunun çift yönünü oynayabilen artı bir ismin monte edilecek olması da, takımın hücum gücünü katlayacaktır, en azından ara transfer dönemine kadar.
Kanatlardaki pas ve hücuma katkı yetersizliği düşünceden değil, Hakan Balta’nın ikinci hamleyi yapamayacak kadar bitikliğinden, Sabri’nin de iyiniyeti ve bitmez tükenmez enerjisine karşın dizginlemeyi başaramadığı dağınıklığından kaynaklanıyor. Bir de ‘arıza’ isimlerin çokluğu da, her 90 dakikayı sonu belirsiz bir kabusa çevirmekte. Hırs ile delirmeyi ayırt etmekten uzak isimlerle akıl ve seyir futbolu oynamasını bekleyenlerin akıbeti, uçan balonunu dolaşsın diye gökyüzüne salıp, sonra geri dönmesini bekleyen çocuktan farksız olmayacaktır!
Her şeye karşın bir kez daha ‘silbaştan’ yapılamayacağına göre, en azından Riera ve Eboue gibi tıknefeslerin yerine rakibin üstüne korkusuzca gidebilecek özgüvene, ciğere, dinamizme sahip gençleri ‘şimdilik’ tercih ederek ve ‘aman gol yemeyim’ korkusunu beyinlerden silerek taze bir başlangıç söz konusu olabilir. Tabii bu haftadan sonra, malum delirenler epey çoktu geçen maçta, yani kendilerine gelmezlerse Eboue ve Riera ile mecburen bir 90 dakika daha!
‘’4 büyükler!‘’
GALATASARAY: Tamam, tepeden tırnağa yeni isimlerden oluşan bir kadro. Teknik adam da öyle, yönetim de... Öyle de, sezon başı henüz ve bu nedenle yeni olma durumu her takım için geçerli. Uyum süreci doğaldır ki yaşanacak, ama bu sahada oyuncuların iki top yapmasına engel olmamalı en azından. Ne o acemiler mangası gibi ne yapacağını bilmeme halleri. Deli dana gibi saldırmak değil değerli olanı, takım halinde, bir bütün olarak yapılırsa pres anlam kazanır. Değer kazanması için bu da yetmez aslında, topu kaptıktan sonra ne yapacağını da ezberlemiş olmak gereklidir. Sarı-Kırmızılılar’da tüm bunlar eksik henüz. Ve kısa zamanda da oturmasını beklemiyorum açıkçası. Karamsar mıyım, hayır. Sadece uzunca bir sürece ihtiyaç olduğunun altını çizmek istiyorum. Uzun yolun sonunda iyi günlerin geleceğinden hiç şüphe duymuyorum. Ama, ‘daha fazla hücumcuyla sahaya çıkılması gerektiğini’ ısrarla vurguluyorum.
FENERBAHÇE: Niyetlerinizi ne kadar sözle inkar yoluna giderseniz gidin, yaptıklarınız her geçen gün daha net şekilde ortaya çıkar bir şekilde ki, sonuçta sizi ancak kocaman bir itiraf paklar! Daum’un söylediği ve uyguladığı kontratak anlayışını, Kocaman da benimsedi, söylemekten dilimde tüy bitti aylardır. Saracoğlu’nda bile rakip ‘çantada keklik’ değilse, herhangi bir nedenden ötürü dağılmamışsa anlayış aynen budur. Bakınız son iki maçta kazandıkları gollere! Ancak ne zaman rakibin gardı ‘sakatlıklar, saha içinde eksilmeler, yanlış hakem/teknik adam kararları ve şansa gelen erken gol nedeniyle’ düşüyor, o zaman kanaryalıktan en acımasız yırtıcılığa bürünüveriyorlar sadece! Yani taraftarı ‘kazansın yeter’ diyor, onlar da bu sese kulak veriyor!
BEŞİKTAŞ: Sahada eğleniyorlar, beni de televizyon karşısında eğlendiriyorlar. Sezonun henüz başı, ama şimdilik en çok onları izlemekten haz alıyorum. Bu kafayla giderlerse sadece benim gibi futbolun keyif/şov/eğlence yönünü ön planda tutanlara yaranırlar. Puan olarak da, taraftarlıkları ağır basan sevenlerinin gözünde de yerlerde sürünme olasılıkları hayli yüksek! Umarım değişmezler.
TRABZONSPOR: Selçuk ve Umut’suz işleri çok zor. Bocalama/çırpınma durumlarının sezon boyu sürmesi kimseyi şaşırtmasın. Çünkü ayrıca anlaşılmaz bir şekilde şike/teşvik rezaleti en çok onları olumsuz etkiliyor, hâlâ!
‘’Yalan rüzgârı!‘’
Yani herkes haklıydı, saçmalayanlar bile! 90 dakikalık bu güzel oyunun keyif yönü ise yine ıskalandı maalesef. Ama ben, inatla bu güzel oyunun estetik ve heyecan yönüne vurgu yapmaya devam edeceğim. Kazananın/kaybedenin kim olduğuna bakmadan hem de. Madem paramın ve sevdiklerime/hobilerime ayırmam gereken zamanımın en büyük dilimini futbola ayırıyorum, futbol ve tüm aktörleri de üzerine düşen görevi yapmalı, diye düşünüyorum. Bu görev salt skor değil, güzel/estetik/heyecanlı oyun sonrasında galibiyet şeklinde olmalı o nedenle! Hatta galibiyet olmasa da olur! Tabii ki herkesin benimle aynı düşünmesini beklemiyorum, ama kitleleri yönlendiren insanların hiç olmazsa bu konuda bir şeyler yapmasını bekliyorum.
En azından dürüst ve samimi olmalarını...
Galatasaray’ı, 2-0 yenilmesine karşın tüm dağınıklığına ve oturmamışlığına karşın İstanbul Belediye karşısında beğendiğimi yazdım. Çünkü o ışığı gördüm. Kazanmak istiyorlardı, bunun için hep karşı kaleyi düşünüyorlardı. Böyle olunca da, karşı tarafın da kazanma şansı yükseliyordu. Zaten heyecanlı yanı da bu değil mi oyunun? Keşke mümkün olsa da, top bir o kalede bir bu kalede gözükse tüm 90 dakikalarda. Hatta bu da yetmez, basketboldaki gibi topu rakip alana taşımak için belli bir süre tanınmalı. Hatta ve hatta, golü düşünmeyenden o top alınıp, karşı tarafa verilmeli ceza olarak. Yani değmeli bu oyunu izlemek için tribüne gitmeye, tv karşısına geçmeye. Yoksa kazansan n’olur, sözde kıytırık rekorları alt-üst etsen n’olur. Geçmişte Milli Takım’ın da, Galatasaray’ın da elde ettiği başarıların temelinde hücum futbolu yatıyordu. ‘Hızlı hücum yalanı’ altında oynanan savunma ağırlıklı kontratak futboluyla bakalım kendi insanını daha ne kadar kandıracak birileri!
‘’Şaka gibi!‘’
Sıkıcı mıydı, ilk yarının büyük bölümü ‘evet’. Ama ikinci yarı biraz olsun keyifliydi. Tempo vardı, mücadele vardı, pozisyon bolluğu vardı, her iki takım adına da bu sözlerim... Zaten tek yanlı olmasın da tüm bunlar. Böylesi daha keyif veriyor, her iki takımın da kazanma olasılığının bulunduğu 90 dakikalara doyum olmuyor.
Ancak Olimpiyat’ta kalite eksikliği de vardı, onca yeni ünlü ve pahalı transfere karşın... Bu da bir gerçek. Bir oturmamışlık, dağınıklık, ne yapacağını bilememezlik, beyinden gelen emirlere henüz yanıt veremeyen kaslar söz konusuydu Galatasaray için. Yoksa Belediye, yılların Belediyesi, aynı hoca, aynı sistem, aynı anlayış... Çözmek için teknik adam olmaya gerek yok, her şeyleri sonuna kadar açık bir karıncalar grubu! Savaşmadan pes etmiyorlar yani. Kaptılar mı topu, iki-üç kişiyle süratle karşı kaleye... Daha ne olduğunu anlamadan golü yapıveriyorlar. Bu da bir meziyet, hem de son yıllarda teknik adamların ve yöneticilerin pek de hoşuna gittiği bir tarz, riski de az, haddini bilmek belki de...
Fatih Hoca’nın bu kadrodan çok iyi bir ekip yaratacağının sinyalleri de vardı dün gece. Bu skora rağmen söyleyebiliyorum bunu, tabii bir şartla. Oyunun iki yönünü de oynayabilen isimler tercih edilmeli öncelikle, savunma ağırlıklı olanları değil. Galatasaray, özellikle de Terim yönetimindeki Galatasaray, ‘gol yerim’ korkusuyla sahaya çıkmamalı. Ayrıca Muslera’ya gelince, dramatik bir gol yedi! Böylesine bir gol yiyen kaleci, büyük kalecidir. İroni yapmıyorum, herkes görecek.
‘’Mümkünse iki alt kümeye!‘’
Galatasaray da ucundan kıyısından ya da köküne kadar bu işin içine girdi ya da çekildi ya... Birilerinde panik, birilerinde bir sevinç bir sevinç! Yahu bırakın araştırılsın, soruşturulsun, çomaklar sokulsun, pislikler ortaya çıksın. Panik niye, sevinç niye, ekstra tepki bunların tümü ki, iyi niyetten nasibini almamış türden hem de... ‘Ben pisim, sen de öyleşmişsin, ha ha ha’, ya da ‘Sen pissin ya, dengeyi sağlamak için, sana sus payı olsun diye bizi de bulaştırıyorlar bu işe’ gibisinden geyikler aldı başını gidiyor. Oysa en baştan konması gereken tavır belliydi, ‘Yapan belasını bulsun, benim dört elle sarıldığım futbolum temizlensin, ne gerekiyorsa yapılsın’ olmalıydı. Ama olmadı, futbolsever-taraftarlık, fanatik-taraftarlık karşısında bir kez daha suskun kaldı!
İşin en acıtan yanı ise, aramızdaki, yani bizden olan aklı başında bildiğimiz, hatta ‘akil adam’ diye nitelendirdiğimiz kişilerin bile, sözüm ona orta yolu bulma adına saçma sapan yaklaşımlarda bulunması. Neymiş efendim, şike ya da teşvik olayına bulaşanlar cezalandırılsın, kulüplere dokunulmasın. Yahu yapılan şike veya teşvik olayları, kişisel çıkar elde etmek için değil ki. O kulüplerin elde edeceği/ettiği dereceler için! Tabii yapıldıysa. Çünkü ortada hala kesin bir karar yok. Hatta iddianameden bile bihaberiz. Öyle ortaya çıkıp atıp tutanların da bildikleri, tel maşa misali!
O hale geldi ki durum, Aziz Yıldırım ve tutuklanan Fenerbahçe ile ilgili diğerleri bir kalemde siliniverdi. Bunu yapanlar da, dünün Aziz Yıldırım Fenerbahçesi’ne tapanları, bugünün ‘bağımsız’ Fenerbahçe sevdalıları! İki dakika durun ve düşünün, diyorum ben onlara. Hangi hakka hizmet ediyorsunuz önce. Tutukluluk söz konusu henüz, yargılanma ve mahkumiyet yok ortada. Bu, Fenerbahçe için de böyle, Galatasaray için de, diğerleri için de. Nasıl insanlarsınız siz, nasıl bir düzen bu. Hangi yaşam felsefesinin ürünüsünüz!
Bir başka savunma da, ‘Fenerbahçe’siz Süper Lig düşünülemez’ şeklinde. Galatasaray’sız düşünülüyordu ya sezonun son 4-5 haftasına kadar! Ya Galatasaray düşseydi, neden o zaman ligimizin marka değerinden ve ekonomik getirisinden söz etmediniz, dalga geçmekten zamanınız mı olmadı! İki yüzlülük bunun adı, başka bir şey değil.
Ben, tüm kopartılan yaygaraya, oluşturulmaya çalışılan zemine karşın adaletin yerini bulacağına inancımı korumak istiyorum bir vatandaş ve futbolsever olarak. Yani, varsa şike ya da teşvik, yapanın adı ne olursa olsun güle güle! Hatta mümkünse iki alt kümeye!
‘’Çırpınmak neye yarar!‘’
Zorlu ve can sıkıcı bir süreçten geçiyor futbolumuz. Her kafadan bir ses çıkıyor ve doğal olarak herkes olaya kendi penceresinden bakıyor. Görünen o ki, kimi kupayı kurtarmak istiyor, kimi paçayı! Çarşı ile Karşı’nın farklı gibi gözüken tavırlarının altında da aynı neden yatmakta aslında. ‘Kupamı alma’ ile ‘Kupamı al’ arasında hiçbir fark yok bu nedenle yani, tabii görmek isteyene!
‘Temizlik’ sözünü dilinden düşürmezken birileri, ne kadar temiz olduğunu da biliyor aynı zamanda ya da kirlililiğinin de farkında! Ama piyangonun kime çarpacağı tamamen şansa bağlı da değil. Olasılıklar da etkili bunda! Ne demek istediğim anlaşılmıştır mutlaka! Tavırlar yalan söylemez zira!
Ne adı geçen kulüpler ne de kişiler gözümde aktır ya da karadır. Hatta yargı kararından sonra bile bu kişisel düşüncem değişmeyecektir, kanıtlar ne kadar güçlü/zayıf olursa olsun. Sadece saygı duyacağım sonuca, ama dedim ya, vicdanımın sesi değişmeyecektir bu ortam ve şartlarda! Çünkü ben beyazdan da öte, bembeyazım sonuçta! Diğer kulüpler gibi!
Öyle bal/kaymak konularda, hamuduyla götür ortamlarda çıkmam pek ortaya. Koymam kişiliğimi de ortaya. Ama bu ortamda aslanlar gibi çıkıp, ‘Umarım çooook gerilere gidilerek bu araştırma/soruşturmaların yapılmasına izin verir kanunlar ve hepimizin yediği haltlar saçılır ortaya’ demek geliyor içimden. Tabii yine anlayana!
Ortada karıştırılan pek çok konu var. Öyle ‘suçu kesinleşmeyen herkes masumdur’, ‘masumiyet karinesi’ gibisinden, büyük deprem sonrası ‘kiriş-kolon’ uzmanı kesilenlerin tavrıyla konuşmayacağım. ‘Neyse o, oysa bu’ olacak benim yaklaşımım. Kurallar ortada, varsa şike/teşvik, yandı gülüm keten helva. Kupa da gider, bir alt küme de seni bekler. Böylesi bir sonuç, kişilerin yanlışından kaynaklı olur ki, kulüplerin şanına leke sürmez. Sahada verilen emekleri de yok saymaz! O nedenle taraftarlar rahat olsun, leke sevgililerine bulaşmaz hiçbir şekilde! Ama yönetici işin içindeyse, normaldir aslolan kulübün yaptırımdan nasibini alması.
Konu futbol olunca ‘empati’ye davet edemiyorum kimseyi. Çünkü bu bir kan davasından farksız ezeli rakipler ya da diğer anlam vermekte zorlandığım zorlama/medyatik düşmanlıklar için. ‘Sen bana yapmıştın, şimdi sen daha fazlasını hak ettin. Sıkıştın köşeye, düştün dilime’ yaklaşımı kaçınılmaz o nedenle. Ama bu sınırlar içinde yaşamak ‘mecburiyetinde’ olanlarız sonuçta, bir sağduyu bekliyorum umutsuzca da olsa bu nedenle. Kızdırmayın, üstüne gitmeyin, kaşımayın, bir kez olsun empatiyi becerin! Bu kez hiç olmazsa.
‘’Al Ujfalusi'yi vur Lugano'ya‘’
Lugano ve benzeri futbolcuların oyun karakterlerinden nefret ediyorum. Çünkü bunlar futbolun estetik yönüne acımasızca hançer sokuyorlar. Saha içinde anti-futboldan bıkıp usanmadan örnekler sunmayı maharet sanan ve bunu maharet sayanlarca da takdir görüp el üstünde tutulan bu karakterlerden bir tane de Galatasaray’ın var artık, hayırlı uğurlu olsun! Duran toplardan sezon boyunca üç-beş gol atar, özellikle Aslantepe’de gol pozisyonuna girme ‘küstahlığını’ gösteren rakiplerine tekmeyi basarak haddini bildirir, her haltı yiyip ‘ben ne yaptım ki’ masumluğuyla bir de sırıtır, üstelik bunu sempatik olduğunu sanarak yapar, olur biter. Adına da ‘savaşçı oyuncu’ denir bir de, üste paye kazanır! Biz yine de önyargılı yaklaşmayalım Ujfalusi’ye karşı. Belki Neill gibi rakibine saygı duyar sahada, o zaman alkışlarız da!
Galatasaray Yönetimi’nin ihtiyaç duyulan isimleri almak için nasıl çabaladıklarını görmek için uzman olmaya gerek yok. Ancak UEFA Avrupa Ligi’ne bile katılamayacak olması görüşmelerde Sarı-Kırmızılılar’ın elini oldukça zayıflatıyor. Yüksek tutarlar, peşin para ve artı maç başı ödemeler, yetmezmiş gibi vergi avantajı, hatta Fatih Terim ismi bile bu handikapı ortadan kaldırmaya yetmiyor. O zaman da Ujfalusi gibi son transferini yapacaklara kalıyorsunuz. Ya da ikinci sınıf futbolculara! Haaa, verirsin piyasa fiyatının 5 katını, o zaman başka! Tabii onun adına da alışveriş değil, veriş denir ki, ne anladım o zaman ben bu yöneticilikten!
Reyes ve Forlan konusuna gelince. Hiçbir iddialı ve ekonomisi batakta olmayan kulüp, elindeki kaliteli oyuncuyu kolay kolay vermez. Birinci sınıf hiçbir isim de ağır bunalım geçirmiyorsa kalite olarak daha düşük bir lige sıcak bakmaz, bu birinci kuraldır. İkincisi ise, sen ne kadar hevesli olursan almak için, karşı taraf fiyat artırmanın hep fırsatını kollar. Bir de Ünal Aysal’ın açıkça söylemekten çekinmediği menacerler konusu var ki, onların paragözüne düştün mü yandın demektir, pingpong topu gibi oynarlar adamla istediğini alabilmek için. Özetle Galatasaray’ın transferde bocalaması çok doğal bugünlerde. Ama yönetim de verdiği sözleri tutmaya kararlı gözüküyor. Bakalım bu toz duman arasından nasıl bir tablo çıkacak taraftarın karşısına.
‘’Galatasaray'da son durum!‘’
Adnan Polat’ın yaptığı açıklamalar karşısında şaşkına dönenleri anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Hiç mi empati kurmuyor bu insanlar. O malum yuhalanmayla birlikte ibra edilmeme olayından sonra Polat’ın her fırsatta böylesi adımlar atacağı, hatta asisti de kendi yaparak intikam golleri peşinde koşacağı aşikardı oysa. Seçimin hemen ardından bunu dile getirdiğim için hiç de sürpriz olmadı benim için bu çıkış. Arkası da gelecektir üstelik. Ama şu an için keşke bu yola başvurmasaydı. ‘Şu an’ diyorum, çünkü yeni ve borçlar/ödemeler karşısında şaşkına dönmüş yeni başkan Ünal Aysal’a köstek oluyor, anlamı çıkartanlar olabilir bu sözlerinden, hem de büyük bir keyifle! Oysa Polat’ın böyle bir niyeti yok, onun derdinin Aysal’la olmadığını herkes biliyor, ama fırsat dünyası işte, ne yaparsın!
Kesinleşen transferler Elmander, Selçuk İnan ve Ceyhun Gülselam kağıt üzerinde iyi kumaşlar. Aksini söylemek emeği geçenlere de, bu oyuncuların yeteneklerine de haksızlık olur. Ortada dolaşan diğer isimler de heyecan yaratan türden. Ve berbat geçen futbol sezonunun ardından sadece söylentiler bile Sarı-Kırmızılılar’ın umut denizine balıklama atlamasına yetiyor. Karamsarlık tohumları ekme gibi bir niyetim yok, ama yine de derim ki, balıklama değil çivileme atlamayı tercih edin, n’olur, n’olmaz. Malum, kulübün borçları sadece döndürülebilir hale geldi henüz, hem de çok ağır bedeller karşılığında. Düze çıkmak için daha alınması gereken uzun mesafe var. O nedenledir zaten Aysal Başkan’ın olağanüstü genel kurulu çağrısı yapması. Hem bu gerçekçi ve çözüme dönük girişimi, hem de sadece tek başına başarının yetmeyeceği, beraberinde göze hoş gelen futbolun oynamasının da gerektiğini belirttiği için Aysal dönemine umutla bakmaya başladım. Ama burası Türkiye ve her geçen gün biraz daha Fenerbahçe’ye benzeyen Galatasaray Kulübü! O nedenle balıklama değil çivileme atlamaya devam etmeli!