‘’Son Alex yazısı‘’
2004-2005 sezonu... 44 maçta 3 bin 885 dakika oynadı. 28 gol attı, 19 asist yaptı. 8 sarı kart gördü.
2005-2006 sezonu... 43 maçta 3 bin 840 dakika oynadı. 20 gol attı, 24 asist yaptı. 7 sarı, 1 kırmızı gördü.
2006-2007 sezonu... 47 maçta 4 bin 033 dakika oynadı. 20 gol attı, 15 asist yaptı. 6 sarı gördü.
2007-2008 sezonu... 43 maçta 3 bin 608 dakika oynadı. 18 gol attı, 18 asist yaptı. 9 sarı gördü.
2008-2009 sezonu... 40 maçta 3 bin 283 dakika oynadı. 17 gol attı, 16 asist yaptı. 4 sarı gördü.
2009-2010 sezonu... 43 maçta 3 bin 575 dakika oynadı. 21 gol attı, 13 asist yaptı. 6 sarı, 1 kırmızı gördü.
2010-2011 sezonu... 38 maçta 3 bin 086 dakika oynadı. 28 gol attı, 15 asist yaptı. 3 sarı gördü.
2011-2012 sezonu... 36 maçta 2 bin 758 dakika oynadı. 17 gol attı, 11 asist yaptı. 6 sarı, 1 kırmızı gördü.
2012-2013 sezonu... 10 maçta 746 dakika oynadı. 2 gol attı, 2 asist yaptı. 3 sarı gördü.
Toplamda... 344 maçta 28 bin 814 dakika oynadı. 171 gol attı, 133 asist yaptı. 52 sarı, 3 kırmızı gördü.
Oynadığı 8 sezonun 7’sinde ligdeki gol ve asist sayılarında çift haneli sayılara ulaşarak duble duble yaptı.
2010-2011 sezonunda 100’ler Kulübü’ne girdi.
Avrupa’da hiç bir şey yapmadı diyorlar! 61 maçta 5 bin 215 dakika oynadı. 15 gol attı, 20 asist yaptı.
Başka...
Lig Tarihi’nde...
En çok gol atan yabancı futbolcu (136 gol)... En çok gol atan orta saha oyuncusu (136 gol)... En çok gol pası veren futbolcu (103 asist)... Bir sezonda hem gol kralı hem asist kralı olan ilk futbolcu... Bir sezonda en çok gol atan yabancı futbolcu... İki ayrı sezonda gol kralı olan tek yabancı futbolcu...
Başka...
Fenerbahçe Tarihi’nde...
En çok oynayan yabancı futbolcu (344 maç)... En çok gol atan futbolcusu (171 gol)... En fazla gol pası veren futbolcu (133 asist)...
Başka...
Fenerbahçe Lig Tarihi’nde...
En fazla forma giyen yabancı futbolcu (245 maç)... En çok gol atan yabancı futbolcu (136 gol)... En fazla gol pası veren futbolcu (103 asist)...
Başka...
Türkiye Kupası’nda...
Fenerbahçe formasını en çok giyen yabancı futbolcu (35 maç)... Fenerbahçe formasıyla en çok gol atan yabancı futbolcu (17 gol)...
Başka...
Avrupa Kupaları’nda...
Fenerbahçe formasıyla en çok oynayan futbolcu (61 maç)... Fenerbahçe formasıyla en çok gol atan futbolcu (15 gol)... Fenerbahçe formasıyla en çok gol pası futbolcu (20 asist)... Türk takımlarının Avrupa Kupası maçlarında, en çok gol atan ve en çok oynayan yabancı futbolcusu...
Efsane ya da değil...
Heykeli dikilmeli ya da dikilmemeli...
Gönderilmeli ya da gönderilmemeli...
Bunların hiç biri benim yanıt vereceğim sorular değil. Sayın Aziz Yıldırım ve Aykut Kocaman bu konularda yetkilidir, gereği neyse onu söyler, yapar.
Benim fikrim şudur:
BUNLARI YAPAN ADAM, BÖYLE GÖNDERİLMEZ...
Çiçeklerle getirmiştiniz, çiçeklerle göndermelisiniz...
FENERBAHÇE’NİN BÜYÜKLÜĞÜ BUNU GEREKTİRİR...
‘’Poz yapmayın!‘’
Real Madrid’in puan kaybettiği bir maçın ardından Jose Mourinho’ya soruyorlar:
“Takımınız yorgun muydu?”
Mourinho yanıt veriyor:
“Yorgun mu! Günde 15 saat çalışıp ayda bir kaç yüz euro kazanıp evine dönen baba yorgun olur. Biz değil...”
Futbol büyük sektör artık... Bu sektörün içinde olanlar da gerçekten büyük paralar kazanıyorlar.
Düşünsenize; bir adam maden ocağında çalışıp bin türk lirası kazanıyor. Yerin bilmem kaç metre altında, güneşi görmeden, ciğerlerini kaybetmeyi göze alarak ve
hatta hayatını ortaya koyarak...
Bir adam futbol oynuyor. En güzel statlarda, en güzel forma-kramponlarla, binlerce hayranının önünde ve milyon eurolar alarak...
Türkiye’de Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor’da 1 milyon Euro kazanan adama ‘acır’ gibi bakıyorlar. ‘Yazık’mış gibi, ‘gariban’mış gibi... Çünkü diğerleri, onun 4-5 katı alıyor, kıyaslama işte bu...
Oysa ki tersten bakın olaya...
Bir futbol kulübünde oynayıp acıdığınız o adam (2 milyon 300 bin türk lirası kazanıyor yılda), bir maden ocağında çalışan o adamın (oniki bin türk lirası kazanıyor yılda) 193 yıl çalışsa kazanacağı parayı alıyor.
Hâl böyleyken halâ...
Tribünlerin tezahüratları morallerini bozuyor futbolcuların!
Rakibin hocasıyla küsüyor bizim hoca!
Birbirleriyle konuşmuyor iki takımın oyuncuları!
Ayrı takımları bırakın, aynı takımın oyuncuları bile küsler birbiriyle!
Başkanlar her buldukları mikrofona konuşuyor, her gördüğü kameraya göz kırpıyor, taraftarın sevmediği kulüpteki dengine çakıyor!
Kendine çakılan başkan çıkıyor sonra ekrana, kendine çakana çakıyor.
Aziz Yıldırım ile Sadri Şener kavga ediyor. Ünal Aysal ile Fikret Orman da...
Sonra onların yöneticileri de birbirlerine sövmekten beter sözler ediyor.
Şenol Güneş ile Aykut Kocaman konuşmuyor. Bakın yandaki fotoğrafa, samimiyetsizliğin fotoğrafıdır o... Birbiriniz hakkındaki fikirleriniz bu kadar açıkken, gözlerinize baktığınızda her şey ortaya çıkarken, zoraki dostluk pozları vermeyin.
*
Hiçbiriniz sahibi değilsiniz o kulüplerin... Hiçbiriniz o kulüplerin tarihini değiştiremezsiniz. Okyanustaki birer kum tanesi olabilirsiniz anca... Ve hatta belki! Kum tanesini de küçüksememek gerek çünkü.
1 yılda Milyon Euro’lar kazanan adamlar, yani profesyoneller...
Küsmek de, kavga etmek de hakkınız değil sizin...
Siz işinizi yapın; kulübünüzü yönetin, takımınızı idare edin, futbolunuzu oynayın.
Küsmek, kavga etmek gibi amatör işleri taraftarlarınıza bırakın! Onlar en azından kendi kavgalarını etsinler, sizlerin yarattığınız o suni kavgaların içinde boğulup gitmesinler... Yokluk içinde para biriktirip 15 günde bir stadınıza gelen o adamlar, sizden çok hak ediyorlar küsmeyi de kavga etmeyi de...
‘’Düşmanı alkışlamak!‘’
6 Kasım 1986’da geçti Manchester United’ın başına... Tam 26 yıl önce... Kariyerinde 48 kupası var, 37’si Manchester ile birlikte... 2 bin 665’i Manchester’da olmak üzere toplamda 3 bin 912 maçta takımını yönetti. Yürüyen bir tarih, konuşan bir efsane.. Ve halâ malzemesini taşıyor takımının! O kadar malzemecisi varken hem de... Alex Ferguson’u Sir yapan budur işte...
Valencia altyapısından yetişti. İspanya’da her yıldız, oradan yetişir zaten! Altyapıdan A takıma çıktı, yıllarca oynadı, 2010’da Manchester City’ye gitti. Valencia ile Kral Kupası’nı kazandı, Manchester City ile Federasyon Kupası, İngiltere Premier Ligi ve Community Shield’i aldı. İspanya Milli Takımı ile 2010 Dünya Kupası, 2008 ve 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası, 2004 19 Yaşaltı Avrupa Şampiyonası sevinci yaşadı.
Salı gecesi, Bernabeu’da Real Madrid’e karşı oynadı. İyi de oynadı. Hocası onu oyundan aldığında, tribünlerdeki 85 bin Real Madrid taraftarı O’nu ayakta alkışladı. Hayatındaki tek Real Madrid anısı, seçmelerine gittiğinde ‘cılızsın’ diyerek gönderilmesi olan o adam, David Silva...
Sadece İspanyol Milli Takımı’nın bir parçası olduğu için onurlandırıldı. İspanya’yı son dönemde futbolun zirvesine çıkartan sahadaki yıldızları kadar; tribündeki bu büyük taraftarıdır. Çünkü sadece futbolcuyla olsaydı bu iş; Brezilya her Dünya Kupası’nı kazanır, Manchester City son 5 yıl kimseye kupa kaptırmazdı...
Avrupa’dan iki örnek size... Sıcak sıcak... Bir de bize bakalım...
Milli maçta attığı gole sevinmeyen Selçuk İnan... Milli maçta atılan gole sevinmeyen Hamit Altıntop... Milli maçta atılan gole sevinmediği için Hamit’i paylayan Emre Belözoğlu...
Buldukları her mikrofona konuşan, her konuştuğunda kavgayı körükleyen yöneticiler...
O yöneticiler yüzünden birbirinden nefret eden taraftarlar...
Şeyh Edebali, Osman Bey’e nasihat eder... 1299 yılında... Üç kıtaya nam salan, 600 yıllık büyük imparatorluğun kurulduğu yıl, o büyük imparatorluğu kuran Osman Bey’e...
Haddimiz olmasa bile ricamız olsun... Selçuk da Emre de Hamit de... Aziz Yıldırım da Adnan Öztürk de Sadri Şener de... Galatasaraylı da Fenerbahçeli de Beşiktaşlı ve Trabzonsporlu da bu nasihatlerden pay çıkartsın.
Ey Oğul!
Beysin...
Bundan gayrı öfke bize; gönül almak sana...
Suçlamak bize; katlanmak sana...
Acizlik bize; hoş görmek sana...
Kem göz, şom ağız bize; bağışlamak sana...
Üşengeçlik bize; gayretlendirmek sana...
Bölmek bize; bütünlemek sana...
Çatışma, geçimsizlik, anlaşmazlık bize; adalet sana düşer...
Ey Oğul!
Beysin... Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın...
Ancak, bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen;
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener...
Sabretmesini bil; vaktinden önce çiçek açmaz...
Açık sözlü ol; her sözü de üstüne alma...
Sevildiğin yere sık gidip gelme...
Ananı, atanı say: Bilesin ki; bereket büyüklerle beraberdir...
Oğul! Üç kişiye acı;
Cahiller içindeki alime,
Zengin iken fakir düşene,
Hatırlı iken itibarını kaybedene...
Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın...
Ey Oğul! Yaşça, bilgice senden büyük olabiliriz...
Ama Sen Bey’sin: Biz senin yanında, senin emrindeyiz...
Bunu bilesin... Lakin Unutma!
Yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir...
Haklı olduğuna inanıyorsan mücadeleden korkma: Yılgınlık gösterme...
Bilesin ki! Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!
Yolun uzun, işin çetin, yükün ağırdır...
Allah yardımcın olsun.
‘’Çilek değil acı biber‘’
Fenerbahçe’de Selçuk Şahin olmak zor iş, tıpkı geçtiğimiz yıllarda Galatasaray’da Servet Çetin ya da Beşiktaş’ta İbrahim Üzülmez olmak gibi...
Çünkü taraftarın, yazarların ve hatta birçok yöneticinin veya teknik direktörün bile aklı, yaptığın onca iyi şeyde değil, hep yapamadığın o birkaç kötü iştedir.
Selçuk Şahin’den Xavi Alonso, Servet Çetin’den Pique, İbrahim Üzülmez’den Roberto Carlos performansları bekliyor insanlar...
Mümkün mü?
Değil elbette...
O halde vur Selçuk’a, Servet’e, İbrahim’e...
Oysa ki...
Hanginiz Real Madrid’siniz, Barcelona’sınız?
Hanginiz Mourinho ya da Alex Ferguson’sunuz ki!
Bu kadar yıl emek vereceksin, ter dökeceksin, geceni gündüz edeceksin ve hep aranan ‘kötü adam’ sen olacaksın...
Bu şartlarda bırakın futbol oynamayı; yemek yiyemez insan, aşık olamaz, uyku uyuyamaz.
..Ve Selçuk Şahin halâ yapabiliyorsa bunları, onu yermek, ıslıklamak değil; alkışlamak gerekir...
Çok büyük futbolcu olduğu için değil, çok büyük karakter olduğu için...
Bugüne özel olduğu için Fenerbahçe taraftarına da küçük bir mesaj vermemiz gerek; Üzerinde çubuklu forması, kolunda pazubandı olan bir Fenerbahçeli’yi ıslıklarla, yuhlarla oyundan çıkartmak, 3 Temmuz’dan bugüne yaratılan o müthiş ortamın da inkarı demektir.
Yani bu mevzu, Selçuk Şahin özeline indirilecek kadar küçük değildir.
Milli takımın savunması Fenerbahçe’de (Volkan Demirel, Mert Günok, Gökhan Gönül, Egemen Korkmaz, Bekir İrtegün, Hasan Ali Kaldırım), orta alan ve hücumu ise Galatasaray’da (Selçuk İnan, Umut Bulut, Emre Çolak, Burak Yılmaz, Hamit Altıntop, Engin Baytar)... Hâl böyle olunca, puan cetveline de yansıyor bu durum...
3 hafta geride kalmış ve hiç beğenilmeyen Fenerbahçe’nin savunması sadece 1 gole geçit vermiş... Akhisar ve Ordu ile birlikte, en iyi performans bu...
Galatasaray ise 3 maçta 8 gol atmış... Ligin en iyisi bu anlamda onlar...
Ancak Fenerbahçe’nin sadece 4 gol atmış olması ve Galatasaray’ın tam 6 gol yemesi de bir o kadar manidar...
Herhalde bu tablo, iki teknik adam için de yol gösterici olacaktır.
Özellikle Galatasaray için... Çünkü Şampiyonlar Ligi’nde gol yememek, gol atmaktan daha kıymetli.. Ve o arenada, ‘yediğimden bir fazlasını atarım’ düşüncesi, herkese sadece heyecanı bol maçlar izletir. Sizi asla hedefe götürmez.
Bu açıdan bakıldığında, büyük futbolcu Ujfalusi’nin sakatlığı bile, Galatasaray’a büyük hizmet vermiştir. Çünkü bu takımın bir ‘çilek’ değil, rakibin ağzını kavuracak bir ‘acı biber’e ihtiyacı vardır. Üstelik bu ‘acı biber’, Ujfalusi sağlamken de öncelik olmalıydı.
‘’O locanın adı Alex olsun‘’
Tarih; 25 Kasım 2010... Bakın, ne yazmışız...
Brezilya-İstanbul hattında uzun bir maraton... Her gidişte ikna çabaları, her dönüşte soru işaretleri... Bir türlü bitmiyordu transfer...
14 Ocak 2004’te, koyu Galatasaraylı Fatih Altaylı’nın yazısı özetliyor aslında o günleri:
“Gazetelerde Fenerbahçe’nin transfer haberlerini okudukça gülüyorum. Bir camianın taraftarları ile bu kadar mı dalga geçilir! Haftalardır bir Alex yaygarası. Geliyor, gelecek, eli kulağında. Taraftar da heyecanlanıyor, umutlanıyor. Sevgili Fenerbahçe taraftarları bu haberlere sakın kanmayın. Alex malex gelmiyor. Gelmez. Gelemez.
Geçen yıl Real Madrid’in transfer listesinin en başındaydı. Canının çektiği futbolcuyu tereyağından kıl çeker gibi alan, Barcelona’nın elinden Beckham’ı kapan Real Madrid bu Alex’i alamadı. Bu yüzden Alex’in Fenerbahçe’ye gelme olasılığı yok.”
Fenerbahçe’nin ısrarları sürüyor; ancak Parma’da sıkıntılı günler geçiren Alex, “Kötü bir Avrupa macerasına daha tahammülüm yok” diyerek ayak diretiyordu. Sonunda; Parreira devreye girdi ve Alex’i ikna etti.
..Ve 19 Haziran 2004’te İstanbul’a geldi, ‘Gelmez’ denilen Alex... O günden bu güne 6 yıl geçti. Çok gol attı Alex, çok attırdı. İstanbul’da paparizlere bir kez bile iş vermedi. Herhangi bir takım arkadaşıyla kavgasını kimse görmedi. Rakip takım futbolcularına da saygı gösterdi, kendi takım arkadaşlarına olduğu kadar... Saha içinde olduğu kadar saha dışında da örnekti.
Eşi Danianne, çocukları ve akrabaları için bir loca almak istedi. Başkan Aziz Yıldırım ile görüştüğünde, “Bütün localar dolu” yanıtını aldı. Bekledi Alex... Sıra, ‘O’na gelinceye kadar. 2 sene sonra sırası gelmişti. İndirim yaptırmadı Kaptan... İş adamları ne kadar ödüyorsa, ‘O’ da o kadar ödedi. Yıllık 100 bin Euro civarı... Türkiye’de locası olan ilk futbolcuydu artık ‘O’... Maçlarda ‘O’ sahada, ailesi locada; aile boyu Kadıköy’deydiler yani. Golünü atıyor, locasına koşuyor, ailesine selam yolluyordu. O locanın altında bir de ‘Alex tribünü’ oluşuyordu zamanla... O günden beri o loca Alex’in.
Profesyonel bir iş yapıyor, karşılığında parasını alıyor Alex... Fakat cebinden loca parasını veriyor, kulübüne maddi anlamda da katkı sağlıyor. Özel bir durum bu; özel bir adam Alex... 3 bininci golü atınca, ‘O’nu yazan çizen birden çoğaldı. Fakat onu eleştirenleri, ‘Alex futbolcu değil’ başlığıyla tam 4 kez eleştiren bir yorumcu olarak, bu öneriyi yapmayı kendimize hak gördük.
Fenerbahçe Yönetimi’ne bir önerimiz var: Alex bugün var, yarın yok. Sizler; Dereağzı’na Lefter Küçükandonyadis, Samandıra’ya Can Bartu isimlerini veren, onları yaşarken onurlandıran yöneticilersiniz. Bence ‘O locanın’ adını da ‘Alex de Souza’ koyun...
Alex gittikten sonra da ismi Kadıköy’de varolsun. O locayı, Alex’ten sonra alanlar, kendilerini özel hissetsin. Hatta Alex ziyaret için geldiğinde İstanbul’a, o locanın sahibi onları konuk etsin.
Bizce büyük futbolcu Alex ve Fenerbahçe taraftarı Danianne için bu jest yapılır. Sizce?
Bugün 29 Ağustos 2012... Düşüncemizde bir değişiklik yok. Alex’in bir hata yaptığı doğru, fakat doğruları yanlışlarından bin kat fazla değil mi?
Kimse bunu, Aykut Kocaman’a karşı bir tavır olarak da düşünmesin. Çünkü bu durumu; ‘çok sevdiği Fenerbahçesi’nden çok büyük haksızlıklarla kopartılan Aykut Kocaman anlar en iyi...
Böylesine müthiş bir serüven, en azından onurlu bir vedayı gerektirir.
Öyle değil mi?
‘’Melek ve şeytan!‘’
Erol Togay’ı kaybettik geçenlerde... Camide bir yığın kalabalık, merhumun arkasından edilen onlarca süslü püslü söz... Sağlığında, daha doğrusu sağlığını kaybettiği ama halâ nefes alıp verebildiği o son günlerinde kaç kişi vardı yanında? Futbolcuyken, teknik adamken, sağlıklıyken yanıbaşından ayrılmayanlar, son nefesini vermeden kaç gün, kaç ay, kaç yıl önce görmüştü onu en son acaba?
Selçuk İnan kötü, Egemen Korkmaz, Ceyhun Gülselam, Umut Bulut, Burak Yılmaz kötü, Gutierrez alkolik Yattara saygısız... Gidenlerin ardından tek iyi bir söz söylemedi Trabzonspor Başkanı Sadri Şener... Oysa ki bu çocuklarla tarihinin, daha doğrusu son çeyrek yüzyılın en başarılı sezonlarını geçirmedi mi? 82 puanı bu çocuklarla toplamadı mı Fırtına? Profesyonellik ne zamandan beri suç oldu bu ülkede? Onların gitmesi mi problem, yönetimin onları tutamaması mı? Sayın Şener kupa için harcadığı mesainin bir kısmını bu çocuklara ayırsa, en azından birkaçını tutamaz mıydı? Tutamasa bile, ‘küçük bir teşekkür edip’ taraftarın önüne atmasa olmaz mı?
Geçtiğimiz yılın en sevimsiz adamıydı! Irkçıydı, kasaptı, intikam duygusuyla yaşıyordu, her hareketi mutlaka sarı karttı, hakemleri resmen dövüyordu hareketleriyle, maçı bile o yönetiyordu. Gitti Türkiye’den, yıllar önce olduğu gibi ve yine kaçarcasına... Huzuru için ayrıldı bir kez daha vatanından.. Ve Türkiye’deyken futbolu hariç her şeyi konuşulan bu adam, şimdilerde ‘yeri doldurulamayan futbolcu’ ilan edildi. Üstelik geçen yıl ilmeği boynundan bir kez bile çıkartmayan usta yorumcular tarafından... Tahmin ettiğiniz gibi, Emre Belözoğlu’dan bahsediyoruz. Dünün futbol katili, bugünün aranan büyük yıldızından!
Aslı Çakır Alptekin Üsküdar, Gamze Bulut Fenerbahçe’nin sporcusuymuş! Olimpiyat’ta Türkiye’yi sevince boğan bu kızlardan bahsederken, bir spikerin kulüplerini de söylemesi, büyük infial yarattı! Neden söylemiş ki spiker, bu bir milli mücadeleymiş! Bu kızları alışveriş merkezinde kahve içerken mi çağırdılar milli takıma? Kim finanse etti bu kızları? Kim yuvasını açtı, kim masraflarını karşıladı, kim idman yapmasını sağladı? Kim vermişse bu olanakları bu kızlara, elleriniz patlayıncaya kadar alkışlamanız gerekmez mi? Ve hatta Devlet’in, Bakanlığın; sporcuları milli forma altında mücadele eden ve başarı elde eden bu kulüpleri de ödüllendirmesi beklenmez mi?
Galatasaray mı şampiyon olacak, Fenerbahçe mi? Beşiktaş’ta aşı tutar mı? Trabzonspor kafaya oynar mı, Bursaspor bir sürpriz daha yapar mı? Onlarca soru sorabilirsiniz lig hakkında, onlarca başka cevap da verebilirsiniz. Fakat bunca soru-cevap arasında yaptığımız en büyük hata şu... Spor dünyası her kulüp için ikiye ayrılmış durumda; Bizden olanlar, bizden olmayanlar...
Bizdeyken melektir adam, gidince şeytan!
Avrupa Kupası’nda takım tutar gibi tuttuğumuz Cüneyt Çakır’ı iş yerel maçlara gelince ‘bu da hakem mi’ diye eleştirmemiz ondan...
Bizim sorunumuz transfer, sarı kart kırmızı kart, şampiyonluk ya da Avrupa değil... Vefasızlık!
Tokyo’da Olimpiyat sporcularını 500 bin Japon’un karşılaması da işte bundan, vefadan!
‘’Sayın; Suat Kılıç, Demirören, Cavcav. Ağabeyler‘’
Hastayım, evde uzanıyorum. Yapılacak çok bir şey yok, spor kanallarını tek tek geziyorum. NTV Spor’da Amerikan Kupası Yelken Yarışları var; Sports TV’de Dünya Buz Hokeyi Finalleri, TRT Spor’da ise Süper Final’in golleri...
Biri Florida’da, diğeri Finlandiya’da ... En sonuncusu ise olmuş bitmiş, nostalji artık...
Binlerce kilometre uzaklardaki heyecanı izlemek de güzel elbette, ama Türkiye’nin Başkenti Ankara’da da bir final maçı vardı o gün... Kartalspor ile Bucaspor A2 takımları, şampiyonluk için sahaya çıkmışlardı. Süper Lig’den 18, Bank Asya’dan 18 takımın katıldığı bir yarışmaydı bu... 36 takım onlarca maç oynamış ve en sona işte bu iki takım kalmıştı. Hadi koskoca sezon bir tane maç bile yayınlanmadı, tamam ama, en azından final maçı ekranlara getirilemez miydi?
Coniler’in yelkenleri, Kuzeyliler’in artık normal sayılan buz üzerindeki tekme tokat kavgalarından çok mu değersizdi bu final?
Televizyonlar yayınlamıyor, gazeteler haber yapmıyor.
Peki hangi milli takım hocaları takip etmiş bu gelecek vaat eden çocukları hangi maçlarda... Hadi bırakın koskoca ligi, final maçına hangi yaş milli takım hocası giderek izlemiş? Hadi milli takım hocalarının da işi çok!
Peki hangi Türkiye Futbol Federasyonu yetkilisi gitmiş finale, kupalarını vermiş çocukların?
36 takım, onlarca maç ve sonuçta finale gelen iki takımın, bu, bir sezonluk emeklerinin karşılığını alacağı maç, hangi güzel statta oynatılmış? Ankara’nın neresinde bu stat, bilen var mı? Bu stadın soyunma odalarına giden, o odalarda duş olmadığını bilen, o odaların tavanlarını görüp midesi bulanmayan kimler var?
A2 Ligi’ne neden oynatıyoruz ki biz bu şartlarda?
Yazık değil mi bu çocuklara?
*
Spor Bakanımız Sayın Suat Kılıç...
Türkiye Futbol Federasyonu Başkanımız Sayın Yıldırım Demirören...
Kulüpler Birliği Başkanımız Sayın İlhan Cavcav..
Ve önlerine ‘Sayın’ ifadesini koyabileceğim, sonsuz saygı gösterebileceğim tüm yetkililer, ağabeyler, dostlar...
Evet, şimdilerde UEFA ile aramızda ceza görüşmeleri, Olimpiyat ve Avrupa Şampiyonluğu adaylıklarımız gibi hayati konularla ilgilisiniz, biliyoruz.
Fakat bu ülkede bir de bu çocuklar var... İlgilenin, destek verin, bu sorunları çözün...
Emin olun ki, spora hizmet, işte buralardan başlar...
‘’Yaramaz çocuklar ordusu!‘’
Ve hücumda Umut’uyla... İşte en büyük avantajımız bu... Kaledeki Mert, yüzüncü milli maçına çıkmıştı sanki... Bir genç, nasıl bu kadar olgun durabilir ki o forma altında... Hiç mi titremez ayağı, hiç mi hatalı düşünmez beyni, hiç mi sektirmez topu... Volkan Demirel, Mert Günok, Sinan Bolat, Tolga Zengin ve hatta Cenk Gönen ve unutmayalım ki Onur Kıvrak... Kale daha yıllarca güvence altında.
Emre Belözoğlu belki de hayatındaki en büyük sorumluluğu taşıyor bu Milli Takım’da... Kaptanlık pazubandını koluna takarken, ağabeylik bayrağını da iki eliyle birden göndere çekti dün akşam... Futboluyla da olgunluğuyla da 10 puanı hak etti. Abdullah Avcı; Real Madrid’deki Mesut Özil nasıl oynuyorsa, Türkiye’de de Nuri Şahin’i öyle kullanmayı düşünüyor belli ki... En can alıcı noktalarda hep Nuri’yi görmemizin nedeni bu... Peki, Nuri’den Mesut olur mu? Olur, ama... Burak Yılmaz’ın biraz Ronaldo’nun çevikliğine, vuruş tekniğine, Umut Bulut’un da biraz Benzema’daki teknik beceriye bir adım daha yaklaşması şartıyla!
Sercan var bu takımda... Adam, futbolcu olmak için doğmuş belli ki... A’dan Z’ye ne varsa biliyor futbolla ilgili, bilmekle de kalmıyor uyguluyor. Birebirde müthiş, ayaklarına çok hakim ve gelecekte çok daha iyi olacağı kesin... Tamam da, şimdiye kadar neredeydi bu çocuk? Hiddink döneminde Avrupa’yı tarayan ve bunun için hatırı sayılı paralar alan ‘futbolcu avcı’larımız acaba hiç rapor etmiş mi Sercan’ı?
En çok hoşuma giden ise ‘takım olmak arzusu’... Umut’u sol bekte, Arda’yı sağ bekte, Emre’yi her yerde görmemizin nedeni bu. ‘Yaramaz çocuklar ordusu’ bu takım... Sahanın her bölgesi pır pır... Topu kaptıran başlıyor prese, onu gören diğerleri de... Maçın her anında, sahanın her karışında bir hareketlilik var. Kaptırılan her topun peşinde üç kişi... O üç kişinin boşalttığı her alanda, mutlaka kademe yapan birileri... Rakip altı üstü Bulgaristan diyenler de çıkacaktır elbette... Fakat bizi etkileyen, şu ana kadar hiç değinmediğimiz gibi, aldığımız sonuç değil ki!