‘’Daha çok devşir Türkiye!‘’
Memleket gündemi gibi, sporumuzun gündemi de hızla değişiyor. Henüz 10 gün önce sona eren dünyanın en büyük spor organizasyonu Rio Olimpiyatları, sanki aylar önce yaşandı, bitti. Kıymeti kendinden menkul Süper Lig, Milli Takım, transfer haberleri gösterdi ki; bu topraklarda “Futbol tektir, diğer sporlar onun kulu ve elçisidir”.
Türkiye, 21 branşta 103 sporcuyla katıldığı Olimpiyatlar’da 5 güreş, 1 halter, 1 tekvando, 1 atletizm olmak üzere toplamda 8 madalya kazandı ve toplam madalya sıralamasında 34. olarak beklentilerin çok altında kaldı. Geçmişte olimpiyatların ardından “ne olacak bu durumumuz” konulu, madalya sıralamasında üst sıraları alan ülkelerin spora verdikleri önem üzerine birçok haber yapılırdı. Bu haberlerle başarının rastlantı değil, sistemli ve bilimsel yöntemlerle çalışmanın ürünü olduğunu, sanki bilmiyormuşçasına, yeniden fark ederdik. Bunun yanında Türkiye’deki altyapı-tesis yetersizlikleri, deneyimli teknik kadroların bulunmayışı, gençlere sporu sevdirecek olanakların yaratılamaması, eğitim sisteminde spor aktivitelerinin desteklenmemesi gibi tartışmalar yapılır; bir sonraki olimpiyatlara kadar konu kapatılır, her şey aynı tas aynı hamam devam ederdi. Bu defa ise olimpiyatlar daha bitmeden konu kapandı.
Devşirme başarılar
Ben, önceki olimpiyatlardan ders çıkarılacağını sanıyordum ki; başkaları başka dersler çıkarmış. Tesis ve altyapı yatırımı yapıp kendi sporcularını yetiştirmek yerine, başarılı sporcuların devşirme yöntemiyle TC vatandaşı yapılıp yarışmalara sokulması sistemli bir politikaya dönüştü artık. Mesela Rio2016 ’da Türkiye adına 9 branşta 29 devşirme sporcu yarıştı. Bunlardan 3’ü, güreşte Dağıstanlı Selim Yaşar (gümüş), halterde Türkmenistanlı Daniyar İsmayilov (gümüş) ve atletizmde Kübalı Yasmani Copello Escobar (bronz) madalya kazandırdı. Yani kazanılan esas madalya sayısı 5.
Aman!
Derdim sığ milliyetçilik yapıp, “onların kanı Türk kanı değil” demek değil. Haşa! Lütfen beni ırkçı kefesine koymayın!
Derdim, 20 milyonu aşan genç nüfusuyla bütün Avrupa ülkelerinden daha zengin bir insan kaynağına sahip Türkiye ’nin doğru dürüst, olimpiyat seviyesinde sporcu çıkaramaması (istisnalar hariç)...
Madalya olsun yeter! Mi?
Dünyada birçok olumsuzluk sıralamasında üst sıraları zorlayan Türkiye, birçok alanda olduğu gibi sporda da işi aslına uygun yapmayıp, emek harcamayıp “kolay yoldan köşe dönme” mantığıyla hareket ediyor. Başarı(!) tutkusu uğruna sporun ruhu ve gerçek idealleri ihmal ediliyor. Çünkü madalya için her yol mübah...
“Başka ülkeler de ‘devşirme formülüne’ başvuruyor ” dediğinizi duyar gibiyim... Ancak, genç nüfusu neredeyse yok olan bu ülkeler, spora her daim önem veren ülkeler olarak hep dikkat çekmişlerdir. Bizimkiler gibi yatırım yapmadan sadece devşirerek müsabakalarda var olmamışlardır...
Türkiye’de aktif spor yapan öğrenci sayısının yüzde 1 civarında olması ve spor alt yapısı mevcut okul sayısının azlığı, durumun vahametini özetliyor aslında. Futbol dışındaki sporlara ayrılan kıt finansal kaynakların, sporu geliştirmek yerine transferlere harcanması, spor politikasındaki ufuksuzluğun ve başarıya endeksliliğin açık bir göstergesi. Altyapı yokluğu, sadece finansal gerekçelerle açıklanamaz. Ekonomik durumu Türkiye’den daha kötü olan birçok ülkede planlama ve akılcılık, bu finansal açığın kapatılmasını sağlıyor.
Spor kültürü mü dediniz?
Örneğin 11 milyonluk nüfusu olan Küba, 50 yıldır maruz kaldığı ambargolara rağmen, olimpiyatlar toplamında kazandığı 79’u altın, 67’si gümüş olmak üzere 209 madalyayla en başarılı Latin Amerika ülkelerinden biri. Küba’nın başarısı, olimpiyat düzenlemek isteyen ve 20 milyon civarında genç nüfusu bulunan Türkiye’nin dikkate alması gereken bir durum olsa gerek.
Sürekli spor kültürü oluşturmaktan bahsediliyor. Ancak sadece başarı için, madalya için. Sporu bir yaşam biçimi haline getirmek ve sağlıklı nesiller yetişmesini sağlamak için değil...
O zaman ne demek lazım?
Sadece madalya için yürü Türkiye, daha çok sporcu devşir de gel!
‘’Pereira sahtekar, Terim imparator‘’
Eski futbolcuları, iş bulamayıp da TV ekranlarında yorumculuk yaparak kendilerine pazar oluşturmaya çalışan teknik direktörleri dinliyorum günlerdir TV ekranlarında. Vitor Pereira’ya demediklerini bırakmıyorlar: Çalışmadığı dönemin parasını nasıl alırmış. O paralar taraftarın binbir zorlukla aldığı biletlerden, formalardan ödenecekmiş. Portekizli Hoca’ya uyanık diyen de var, sahtekar da...
Unutmamak gerekir ki; kişi ve kurumlar, maddeler üzerinde ortaklaşıp sözleşme imzalıyorlarsa, onun bütün gereklerini yerine getirmek zorundadır. Buna, yolların zamanından önce ayrılmasında ödenecek tazminatlar da dahildir. Profesyonellik, ondan önce iş ahlakı bunu gerektirir.
Yine unutmamak gerekir ki, Pereira’yı sahtekarlık ve açgözlülükle suçlayanlar, Milan’dan bilmem kaç milyon Euro tazminat alan Fatih Terim’i ise avuçları patlayıncaya kadar alkışlamıştı. Tazminatını almak isteyen Pereira’ya hakaret, tazminatını alan Terim’e alkış... Başka bir arzunuz?
Yıldırım’ın günah keçileri
Fenerbahçe, yeni teknik direktörü Dick Advocaat’la sözleşme imzaladı. Aziz Yıldırım, 16. günah keçisini, pardon teknik direktörünü buldu. Halbuki daha 3 ay geçmedi, Yıldırım’ın, “Pereira kalacak. İki yıllık sözleşmesi var. Oturup planımızı yapacağız. UEFA’nın kararları var. Artık ona göre hareket edeceğiz” sözlerinin üzerinden. Sonra Şampiyonlar Ligi eleme maçları oynandı, Vitor Pereira’nın kredisi 2 maçta bitti. İstifa etmesi için çeşitli yollar denendi; yardımcıları görevden alındı, evini boşaltması istendi, yani bildiğiniz mobbing uygulandı Portekizli Hoca’ya.
Önce kurtarıcı olarak getirilen Giuliano Terraneo, ardından da Vitor Pereira gönderildi ve kurulan yeni sistem bir yılda çöktü. Biz zaten inanmamıştık, bu sistemin dikiş tutacağına. Aziz Yıldırım Fenerbahçe’nin başında olduğu sürece de hiçbir sistem tutmaz orada. Göreve gelen her teknik direktör kötü, başarısız; ama onları göreve getiren Başkan dünyanın en başarılı başkanı. Gerçekten inanan var mı buna?
Pereira’nın teknik direktörlüğünü beğenen insan sayısı yok denecek kadar az memlekette. Yönetimlerin de istediği teknik direktörle çalışma hakkı var elbet. Ancak! Lig bitip de kupa finali kaybedildiğinde sözleşmesinin sona erdirilmesi konusunda tüm camia ortaklaşmışken göreve devam ettirmek, kamp dönemini bitirmek ve takım onun sistemine göre hazırlanmışken “kovmak”, Fenerbahçe’nin Aziz Yıldırım’ın kafasına göre yönetildiğinin de en açık göstergesi.
Dünya kulübü olduğunu ve kurumsallaşmaya başladığını iddia eden bir kulüpte, bir teknik direktörün bunları yaşaması, nereden bakarsak bakalım utanç verici ve traji-komik. Aynı zamanda bizim diyarlarda kurumsallaşma denilen şeyin aslında hayal olduğunun da kanıtı.
Yasaklasak da mı saklasak?
Süper Kupa maçı için günler öncesinden biletlerimizi aldık ve maç sabahı Antalya’dan 3 araçla yola çıktık. Araçlarımızdan hem Beşiktaş hem de Galatasaray bayrakları sallanıyordu. Anlayacağınız spora şiddet karıştıran, zeka seviyeleri giydikleri ayakkabının numarasına bile erişemeyenlerden değildik.
Stada girerken güvenlik görevlisi elimizdeki selfie çubuğu, telefon şarj aleti gibi malzemelerin yasak olduğunu iletti. İtiraz edince emniyet mensubu komisere havale edildik. Maç biletini çıkarıp elimizdekilerin yasaklar listesinde geçmediğini, TFF’nin genel ifadesi olan “fırlatılabilecek cisimler” kavramını genişletirsek ayakkabıyla bile stada girmememiz gerektiğini anlattığım Komiser nezaketle bizi dinlerken, turnike girişinde itiş kakış oldu ve komiserin izniyle tribüne geçtik.
Maç sonu Beşiktaş tribünlerinin yüzde 90’ı boşalırken kalan kısım da polis tarafından boşaltıldı ve kupa seremonisini izlememiz engellendi. İtiraz ederken bizim komiser ile karşılaştık, koluma girdi. Deplasman yasağının kaldırıldığını, skorboarddan “#BirOldukBiz” hashtagi gösterimi yapıldığını, ancak takımımın katıldığı töreni izleyemediğimi söyleyince, “Maç öncesi ve şimdi söylediklerine yüzde 100 katılıyorum, ama bizim de üstlerimiz var. Beni kırmazsan çok sevinirim” dedi. Komiserin nazik tavrı nedeniyle tribünü terk ettik.
Anlayacağınız, sporda şiddeti engelleme çalışması yıllardır işe yaramayan, “Yassah Hemşerim” yöntemi ile devam ediyor.
(Okuyucu Mektubu/Mevlüt Sarı)
[Content:{1248290}]
‘’Özür dilerim Antalyaspor!‘’
Fikret Orman’ın maşallahı var. Kamera gördükçe konuşuyor, konuştukça coşuyor, coştukça da daha çok konuşuyor... Üstelik üslubu da çok fena! Hafta başında Adriano’nun imza töreninde yine çok ‘samimi’ açıklamalar yapmış Başkan. Aynı olaylar karşısında nasıl çifte standart takındığını da itiraf etmiş böylece. Ona göre Milan’ın, Sosa’yı ‘ayartma’ya çalışması “ahlaken ve hukuken suç”, ama Beşiktaş’ın çıkarının söz konusu olduğu Eto’o’yu ‘ayartma’ girişimi “anti-ahlaki bir iş” değil...
Yaklaşık bir ay öncesine, Gökhan Gönül’ün imza törenine dönelim. Orman, törende birçok soruya yanıt vermiş, hatta Sosa’nın Milan’a gitmek istemesi konusunda çok sert sözler söylemişti (sert kısmını geçelim, bizi ilgilendiren kısmına bakalım): “...Bu kontratların gerekleri vardır. Karşı tarafı koruyan değil, bizi de koruyan tarafları vardır. O kontratların gereği neyse onu yapacağız. Bu nereye gidiyorsa oraya gidecek. Oyuncu, Milan’a gitmek istiyormuş. Kontratı olan bir futbolcuyla bizim ‘olur’umuz olmadan görüşülmesi ahlaken de suç, hukuksal olarak da suç...” Haklıydı bu eleştirilerinde Başkan. Ancak! Beşiktaş Kulübü, Milan’dan beklediği yaklaşımı, Antalyaspor’a göstermemiş maalesef.
‘Çık da gel’ ne demek?
Fikret Orman’ın, Adriano’nun imza töreninde, Eto’o konusunda söyledikleri kelimesi kelimesine şöyle: “Eto’o Beşiktaş’a gelmek istediğini ifade etti. Oradan ayrılacağını, ücretinin yüksek olacağını ifade etmiş Ahmet Nur Çebi Bey’e. Biz de ‘bakalım, nedir şartlar’ diye konuştuk. Şimdi Antalyaspor ‘bizle görüşün’. Biz hiçbir oyuncu için anti-ahlaki bir işe girmeyiz. Kim olursa olsun. Oyuncunun talebi ‘ben oradan çıkacağım’ olunca ‘çık da gel’ dedik yani biz. Şimdi ‘gelsin Beşiktaş bizle konuşsun’. Beşiktaş gidip ne konuşacak? ‘Merhaba’ diyeceğiz. 2 oyuncu ver, 3 oyuncu üstüne 3 milyon Euro, 5... Bizim böyle bir niyetimiz yok. Biz Eto’o’ylan ilgimizi çektik. Eto’o Antalyaspor’da kalsın, orada topunu oynasın. Bizim böyle bir ilgimiz yok. Çünkü böyle bir ilgimizi ifade etsek, ki ettiğimiz salise, yok Kerim Frei’yı verecekmişiz, üstüne...” Ne diyor Başkan? “Oyuncunun talebi ‘ben oradan çıkacağım’ olunca ‘çık da gel’ dedik yani biz”. Ne demek bu? “Bonservis problemini çöz de gel”.Milan da, Sosa’ya aynısını demedi mi? “Biz istenen bonservis bedelini vermeyiz, bonservis problemini çöz de gel” demedi mi?
Milan yapamaz, BJK yapabilir mi?
Milan’a bu yüzden kızıp, aynı davranışı sergilemek nasıl bir mantık ki?
Antalyaspor, Beşiktaş’ı Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu ve Etik Kurulu’na şikayet edecekmiş. Başkan kameralar önünde Eto’o’yu “ayartmaya” çalıştıklarını itiraf etmiş.
Sosa yüzünden Milan’ı eleştiren Beşiktaş taraftarının büyük çoğunluğu, şimdi Antalyaspor hakkında demediğini bırakmıyor. Oysa! Her zaman haklı olamazsınız. Sosa konusunda haklıydınız, Eto’o konusunda haksız. Olaylar karşısında, her zaman sizin haklı olduğunuz çifte standart uygulayamazsınız. Size yapılmasını istemediğiniz şeyleri, başkalarına yapamazsınız. Yaparsanız sonuçlarına da katlanmak zorunda kalırsınız.
Ben, Beşiktaş taraftarı olarak “takımımın çıkarları” deyip yanlışı görmezden gelmiyorum ve kendi adıma Antalyaspor Kulübü’nden özür diliyorum.
[Content:{1247103}]
‘’Yapma bunu TRT!‘’
Güney Amerika’da yapılacak ilk Olimpiyat Oyunları, Brezilya’nın en büyük kenti Rio de Janeiro’da bugün başlıyor. Spordan anladığı sadece futbol olmayanlar için ne büyük mutluluk... 17 gün sürecek Olimpiyatlar’da 206 ülkeden, 10 bin 500 sporcu yarışacak ve 42 farklı spor dalında 306 yarışma gerçekleştirilecek. Sabırsızlıkla beklediğimiz dünyanın en büyük spor organizasyonu sayesinde bir sürü güzel hikayeler biriktirip, ünlü sporcuların ya da yeni ünlenecek olanların başarısına şahit olacağız.
Peki gerçekten şahit olabilecek miyiz?
Bugün olimpiyatlar başlıyor ve bu en önemli spor organizasyonunu verecek kanal hâlâ yok. Memleket spor kanalından geçilmiyor, ancak Olimpiyatlar’ı yayınlayacak kanal bulunamıyor.
İddia o ki; Oyunların Türkiye’deki haklarını elinde bulunduran Saran Grup’un istediği ücreti, spor kanallarının hiçbiri ödemeye yanaşmıyor. Saran Holding Spor Grup Başkanı Selim Usta ise, yüksek rakam talep ettikleri konusunda çıkan haberlerin doğru olmadığını söylüyor. Benim bildiğim ise, yayın probleminin esas sebebi TRT’nin umursamaz tavrı.
Yarışırız, yayınlamasak da olur!
Hangisi gerçek olursa olsun, işin pazarlık kısmı biz sporseverleri ilgilendirmez. Memleketin çoğunluğu kargadan başka kuş, futboldan başka spor bilmediği için kısır transfer haberleriyle saatlerce süren programlara teşne olabilir. Kâr etmekten başka amaç gütmeyen spor görünümlü futbol kanalları da bu sebeple Olimpiyatlar’ı yayınlamak istemeyebilir. Ancak kamu yayıncılığı yapmak amacıyla kurulan ve elektrik tüketicilerinden aldığı payla en önemli gelir kaynağını oluşturan TRT, Olimpiyatları yayınlamak zorundadır.
Yayınladığı dizilere, kişilere ödediği ücretler birçok kez Meclis gündemine gelmiş devlet televizyonunun, dünyanın en önemli spor organizasyonuna bütçe ayırmaması düşünülemez. İki kurum arasındaki pazarlıkları bir şekilde sonuçlandırması ve Olimpiyat yayınını yapması TRT’nin asli görevidir.
Bu ayıp bize yeter!
Olimpiyatlar’ı düzenlemeye talip olan bir ülkenin televizyonunun Olimpiyatlar’ı yayınlamak istememesi nasıl bir gaflettir? Ülkemizde spor kültürü yaratmak için bunca yatırım yapılırken, TRT bu spor kültürünün oluşmasını engelleyerek neyi amaçlıyor? Yoksa kahrolası paraleller mi, bu işi sabote etmeye çalışıyor?
Gazetemin baskıya girdiği saatlerde Olimpiyat Oyunları yayın haklarının birkaç kanala parça parça verilmesi karara bağlanacaktı. Olimpiyatlar’ı düzenlemek için beş kere başvurmuş, üçünde aday ülke olmuş, hatta 2020 için son ikiye kalmış bir ülke için ne büyük ayıp. Bir sonraki Olimpiyat başvuru dosyamızda “2016 Rio Olimpiyatları’nı doğru düzgün yayınlayamadık. Çünkü biz aslında sporu sevmiyoruz ” diye yazmayı unutmayalım lütfen!..
İzmir’e sahip çıkın artık!
2016-2017 sezonunun başlamasına sayılı günler kala, İzmir kulüplerinin stat yarası maalesef kanamaya devam ediyor. Türkiye Futbol Federasyonu Kulüp Lisans Kurulu, “Ulusal Kulüp Lisansı” başvurusunda bulunan İzmir ekiplerine “Maç oynayacak statları olmadığı” gerekçesiyle lisans vermeyip Karşıyaka, Altınordu ve Göztepe’ye 30’ar, Altay’a 15 bin TL ceza kesmiş.
Türkiye’de futbolun ilk kez oynandığı, profesyonel liglerimizin ilk golünün atıldığı, kökleri 19. yüzyılın sonlarına kadar uzanan, çok farklı kültürlere ev sahipliği yapan bir kültürel mirastan, birçok takımı olmasına rağmen statsız bırakılmış bir şehirden bahsediyorum maalesef.
Alsancak Stadı, 2014 Ağustos’ta depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle maçlara kapatıldı, 2015 Ağustos’ta ise tamamen yıkıldı. Gençlik ve Spor Bakanlığı “stat yapılacak” diyor ama bu konuda atılmış en ufak somut bir adım da yok. Bu süreçte de Altay ve Karşıyaka küme düştü. Ülkenin birçok şehrine stat yapılıyor, İzmir kulüpleri ise 2014’ten bugüne her sezon başında TFF tarafından “maç oynayacak stadınız yok” denilerek para cezasına çarptırılıyor.
Alsancak Stadı’nı kapatıp yıkan, İzmir kulüpleri değil. Atatürk Stadı’nı, ligin başlamasına bir ay kala bakıma alan da İzmir kulüpleri değil. Ama bunun vebalini çekenler onlar. Şehirler arasında ayrımcılık yapılmış ve taraftar yoğunluğunun olmadığı birçok şehirde yeni statlar açılırken, siyasi tercihleri sebebiyle İzmir statsız bırakılmış. Bu gerçeğe seyirci kalan Futbol Federasyonu ise, kulüplere lisans vermediği gibi üzerine para cezası kesmiş.
TFF’nin şimdiye kadar neyi doğru yaptığı tartışılır zaten. Görünen lüzum üzerine 105 kişinin kurumla ilişiğini kesip yeni bir sayfa açmaktan bahsediyorlar ama hatalarından ders almayı bilmiyorlar. Oysa! Madem İzmirliler’in tercih ettiği siyasi partinin lideri yıllar sonra devlet televizyonuna çıkabiliyor. Madem ülke olarak birlikten, toplumsal mutabakattan bahsediliyor. TFF ile Gençlik ve Spor Bakanlığı da bu düşmanlığı bitirip “üvey evlat” muamelesi yaptıkları İzmir kulüplerine sahip çıksın artık!
‘’Gecikmiş bir özür!‘’
“yok başka bir cehennem
yaşıyorsun işte” - Behçet Aysan
Memleket olarak yine zor günlerden geçiyoruz. Son yıllarda “Yok canım o kadar da olmaz” dediğimiz ne varsa fazlası oldu. Darbe girişimimiz eksikti. O da oldu. Birçok kişi gibi, ben de artık güzel günler görmek istiyorum. Bu güzel memlekette kaos, şiddet son bulsun istiyorum. Yaşananlardan gerekli dersleri alalım istiyorum. Bizim gibi düşünmeyenleri düşman olarak görmek yerine, birbirimizin haklarına, düşüncelerine saygılı olalım istiyorum. Bu memleketin hepimizin memleketi olduğunun ayırdına varalım istiyorum.
Aşağıdaki yazıyı darbe girişiminin olduğu gün göndermiştim gazeteye, yazı da arada kaynadı gitti. Şampiyonluğu Milli Takım tartışmaları arasında duyulmamış, gülüşü dünyalara bedel Ayşe Begüm’den dilediğim özür de arada kaynayıp gitsin istemedim. O yüzden de gazetemden tekrar yayımlanmasını rica ettim. Ayşe Begüm Onbaşı, tarih yazmaya devam etti. Trabzon’da 11-18 Temmuz tarihleri arasında düzenlenen ve 40 ülkeden 2 bin 500 sporcunun katıldığı 2016 Dünya Okul Sporları Olimpiyatları’nda da Aerobik Cimnastik’te altın madalya kazanmayı başardı.
Özür dileriz Ayşe Begüm Onbaşı!
Ayşe Begüm, Akhisarlı bir sporcu. Kendisi henüz 15 yaşında ama 60’tan fazla madalya sahibi ve bu madalyaların 35’i altın. Yarışma dönemi her gün Akhisar’dan Manisa’ya gidip 5 saat antrenman yapan Ayşe Begüm, sınavlarına da Manisa’ya gidip gelirken arabada çalışıyormuş. Tıpkı filmlerde gördüğümüz başarı hikayelerindeki gibi bir hayat...
Bu bilgiler, şampiyon olmasından çok çok sonra Onbaşı ile yapılan röportajlardan öğrendiklerimiz. Biz onun 14. Aerobik Cimnastik Dünya Şampiyonası’nda 15-17 grubunda altın madalya kazandığını da zaten çok sonra öğrendik. Oysa Ayşe Begüm, 15 Haziran 2016’da dünya şampiyonu olmuş. Yani bizler 20 gün bu başarıdan bihaber yaşamışız. Çünkü biz, mili takımın Euro 2016’daki başarısızlığı, prim kavgaları, vıcık vıcık ahbap-çavuş-damat-galerici ilişkileri sarmalına kendimizi öyle bir kaptırmışız ki, hiçbir şey duymamışız, görmemişiz. Fransa’daki şampiyona gözümüzü öyle bir kör etmiş ki, amatör branşlarla ilgilenen gazetecilerimiz, spor yazarlarımız dahi bir şey duymamış. O yüzden de gazetem dahil, yazılısı, görseli tüm spor basını ayakta uyumuş. Haber, sadece Cimnastik Federasyonu’nun sitesinde ve birkaç yerel sitede yer alınca da bu başarı arada kaynamış gitmiş. Sosyal medya sayesinde 20 gün gecikmeli olarak Ayşe Begüm’ün başarısı duyuldu, sevgili basınımız da sanki yeni şampiyon olmuş gibi haberini yaptı, röportajlar yayımladı, gururlandı. İşte, bu yüzden Ayşe Begüm Onbaşı’dan çok özür dilerim. Futbolcu olmadığı için onu göremedik, başarılarından çok geç haberdar olduk. Umarım, doğru ve planlı şekilde destek verilir ve başarıları devam eder... Yolu açık olsun, o kocaman gülüşü yüzünden hiç eksilmesin!..
‘’Bugün kapalıyız! Yaslıyız!‘’
“...Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
Düşman haşin
zalim
ve kurnaz...”
Nazım Hikmet
Yine çok canımız yandı... IŞİD’in Atatürk Havaalanı’nda gerçekleştirdiği katliamda 41 canımız yaşamını yitirdi, 239 kişi yaralandı. Ve maalesef ki durumu ağır olan birçok insan var. Memleketimde 2016’da patlama olmadan geçen en uzun süre 38 günmüş. Son 1 yılda 17 bombalı saldırı düzenlenmiş, 294 insan ölmüş, binden fazla insan yaralanmış ve yarın yeni bir saldırı olmayacağının hiçbir garantisi yok. Çünkü canlı bomba kendini patlatmadan yakalayamıyoruz. Acı ama gerçek şu ki; onlar tesadüfen öldü, biz tesadüfen yaşıyoruz...
Çünkü emniyet, Türkiye’nin en barışçıl eylemlerinden birisi olan Onur Yürüyüşü’nü yaptırmamak ya da IŞİD’e karşı basın açıklaması yapmak isteyen insanları zorla engellemek için harcıyor tüm gücünü. Ya da maça giden taraftarları gaza boğmakla meşgul sadece...
Memleketin milli takım teknik direktörü nasıl ki başarısızlığı üstlenmiyorsa, yönetenleri de yaşanan katliamlar sonrası sorumluluk kabul etmiyor. Her zamanki gibi yine güvenlik toplantısı, yine kınamalar, başsağlığı mesajları... Başbakan saldırı ile ilgili “Güvenlik zafiyeti yok” diye açıklama yaptı. Zafiyet demek ki bizde. Nerede bir saldırı olsa ölüyoruz! Oysa ölmememiz gerekiyor!
Maalesef öyle ar yoksunu, vicdansız insanlarla yaşıyoruz ki; bu katliamı fırsata çevirme derdine düşmüş bazı taksiciler, oteller canını zor kurtarmış insanlardan fahiş ücretler talep ediyor. Onca can gidiyor ve o esnada televizyonda yorumcular “turizm gelirlerimiz düşüyor” diye konuşmalar yapıyor. Ülkenin en büyük şehrinin en büyük havaalanında bombalar patlıyor, meclis hiçbir şey olmamış gibi gece yasa çıkarmakla uğraşıyor. Bir milletvekili “yayın yasağını eleştirenler benzer saldırıda can versinler” diye beddua ediyor ve ekliyor “mübarek gece”..
.
Saldırının sorumluları belli, suçlular belli, bombaların, patlamaların devamı gelecek belli; başımıza gelen her faciadan sonra “Alışmayacağız, lanetliyoruz, terör değil insanlık kazanacak” diyoruz ve bir sonraki saldırıyı bekliyoruz. Hiçbirimiz güvende değiliz, iyi de değiliz ve olmayacağız!
Tüm yaşananlardan dolayı çok üzgünüm. Böyle bir ortamda kimin umurunda spor...
Yaşamını yitiren tüm insanlara Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır dilerim.
‘’İslambek'in golüyle giden, Brady'nin golüyle döner!‘’
Hiçbir işini zamanında yapmayan insanlarız biz. Planlı çalışmayı ve yaşamayı bilmediği için sınavına son gün hazırlanan, ödevini son gün yapan, faturasını son gün yatıran insanların yaşadığı bir memleketin milli takımı da böyle olur. Türkiye yine işini son maça bırakıp başka ülkelerin alacağı galibiyet veya beraberliklerle üst tura çıkmayı hayal ediyordu ama bu defa çekirge sıçrayamadı. Evet, kimi zaman “şans” bize gülebilir; ancak plan, disiplin, mücadele olmayınca şans ne yapsın?
Futbolda kazanmak da kaybetmek de var. Ama asıl önemli olan bunlardan ders almak. Milli takım da elemelerin sonlarında çalışıp başkasının attığı golle gittiği turnuva için hiç ders almamış ki, 2 maç yatıp son maçla gruptan çıkmayı umut etti, ama bu defa olmadı. Federasyonundan, teknik ekibine, futbolcularına kadar herkes suçludur.
Eğri oturup, doğru konuşalım: Biz bu turnuvayı hiç hak etmedik. İslambek’in attığı gole gittiğimiz turnuvadan Brady’nin golüyle elendik. Futbol, mücadele etmeyerek, başkasına sırtını dayayarak başarılı olacağın bir oyun değil. Şans her zaman yüzüne gülmez, kaderini kendin belirlersin, bu yüzden de kimse İtalyanlar’a kızmasın!
İtalya’nın suçu yok!
Liderliği garanti İtalya, son iki turnuvanın şampiyonu İspanya ile beş gün sonra maç yapacakken Türkiye’yi mi düşünecekti? Tabii ki as oyuncularını dinlendirecekti. Gruptan çıkmayı garantilemiş bir Türkiye, bir sonraki rakibi İspanya olsa İtalya gibi rotasyon yapmaz mıydı? Kaldı ki, İtalya’nın kart cezası sınırında çok fazla oyuncusu var. Aynı durumda biz olsak ne yapardık?
Değişen statü sayesinde turnuvaya katılan biz, elenince statüyü beğenmeyen yine biz... Şampiyona 24 takım yerine eskisi gibi 16 takımla olsaydı, elemelerde 19. olan Türkiye zaten Fransa’ya hiç gidemeyecekti.
Neymiş? Kahrolsun İtalyanlarmış! İspanya bunlara 5 atsınmış! Statü değişmeliymiş! Suçu İtalyanlar’a, statüye atarak gerçekleri halının altına süpürmek yerine, bir kere de “Yapamadık, başaramadık, tüm suç bizim” desin birileri.
Messi bile ıslıklandı
İlk iki maç rezalet oynadık. Hatta Çek Cumhuriyeti maçına kadar turnuvanın en kötü takımıydık. Ki ne oynadığımız bile belli değildi. İspanya maçında da tribündeki taraftar haklı olarak tepki gösterdi. Bu takımda en çok şey beklenilen kim? Tabii ki Arda. Tepkilerin ona yoğunlaşması da bu yüzden gayet normal. Şiddet ve ağır küfürler olmadıkça taraftar her yerde tepki gösterir. Başarılı olduğunda nasıl alkışlanıyorsa, mücadele etmediğinde de ıslıklanması doğal. Dünyanın en iyi futbolcusu Messi bile hem Barcelona’da hem Milli Takım’ında performansı sebebiyle ıslıklanmadı mı? Ama o taraftara trip atmak yerine, gitti golünü attı. Tribünde küfür yok, hakaret yok, gayet medeni bir protesto var ve kimse haksız olduğunu iddia edemez. Sosyal medya denilen canavardan edilen küfür ve hakaretler için hukuk yoluyla hak aranır; alınan galibiyet sonrası mikrofonlara saçma sapan açıklamalar yapılmaz. Ayrıca o ıslıklayan taraftara teşekkür etmek lazım. İspanyollar’ın baskıyı azaltmasını ve 3 gol atarak bırakmasını sağladılar, böylece de Türkiye’yi tarihi bir hezimetten kurtardılar.
Şimdi ne olur? Fatih Terim istifa eder, Galatasaray’ın başına geçer. Milli Takım da yeni bir hocayla yeni bir yapılanmaya gider. Sonra yine olmaz, Terim Milli Takım’a tekrar döner. Sonra yine gider. Yöneten kafa değişmediği ve sistem olmadığı sürece Türkiye ancak günü kurtararak, başkalarından medet umarak önündeki maçlara bakmaya devam eder.
Biz de ancak İzlanda nüfusu ile Türkiye nüfusunu karşılaştırarak eleştirilerimizi yaparız. Bir dahakine İtalyanlar olmaz, İspanyollar’ı suçlarız... Neyimiz doğru ki, futbolumuz düzgün olsun?..
Yolun açık olsun Emre Mor!
Daha lig devam ederken Emre Mor’un Beşiktaş’la anlaştığı haberleri gelmişti. Sevinmiştim elbet. Türkiye’nin en iyi yetiştiricilerinden Şenol Güneş’le çalışacağı için de harcanmayacağını düşünmüştüm. Olmadı. Kendisi için en doğru kararı vererek, bir maçla göklere çıkarıp bir maçla yerlere vuran Türkiye’den uzak durmayı tercih etti ve Borussia Dortmund’a gitti. 18 yaşındaki futbolcunun hayranı olduğu futbolcuyla fotoğraf çektirmesini bile çok gördü bizim millet. Emre, Milli Takım’da aldığı kısacık sürede oyunuyla, karakteriyle hepimizi mutlu etti. Egoları tavan yapmış ağabeylerinin arasında bir güneş gibi parladı. Bizlere neşe, umut, futbol verdi. Yolu açık, başarıları daim olsun!
‘’Terim hariç herkes suçlu‘’
Euro 2016’nın ilk maçları tamamlandı. Türkiye pek de iç açıcı bir oyun sergilemeyerek ilk maçından mağlubiyetle ayrılırken, önümüzdeki maçlara bakma kararı aldı. 2008 Avrupa Şampiyonası’nda 2-0 kaybettiğimiz Türkiye-Portekiz maçı sonrasında Lig TV’de Melih Şendil, Rıdvan Dilmen’e sormuştu, “Hocam bizim takımın en iyisi kimdi” diye. Rıdvan Dilmen hiç duraksamadan yanıt vermişti: Bizim kalemizin direkleri...
Yine böyle bir maç izledik maalesef. Direkler sayesinde ucuz kurtulduğumuz... Lafı dolandırmanın hiç gereği yok; altıncı günü geride bıraktığımız turnuvada izlediğim en kötü takım maalesef biziz. Takım mıyız? O da muamma. Sistem olmaksızın salt bireysel beceri ve motivasyonla nereye kadar gidilebileceğinin denemelerinden birini daha yaşadık.
Fatih Terim’in kadro tercihi, daha Fransa’ya gitmeden tartışılır hale gelmişti. “Milli takım kadrosunu kur” deseniz kendini yazmayacak Semih Kaya’yı Milli Takım’a çağırıp, sonra da mevkisinin en iyilerinden Mehmet Topal’ı stoper oynatarak hataların başlangıcını yaptı Terim. Topal, stoper oynamaz mı? Elbette oynar, ancak yoklukta. Terim de yaptığı kadro tercihleriyle neredeyse stoper yokluğuyla gitti Fransa’ya. Takımında genelde forvet arkası ve sol kanatta oynayan (sadece bir maç sağ kanatta oynamış) Hakan Çalhanoğlu’nu sağ kanada atan Fatih Terim’in şapkadan tavşan çıkarmaya çalıştığı daha maç öncesi belliydi aslında. Yapılan yanlış değişikliklerle de kale direklerine dua ettiğimiz bir maç izledik.
Futbolcuları sahaya süren ve “taktik” veren kendisiyken maç sonrası İmparator hariç herkes suçluydu yine... Oyuncular suçluydu, evet ama o oyuncuları seçen, sahaya süren, değişiklikleri yapan kendisiydi.
Hatta hızını alamayıp Süper Lig ortalamasının çok üstünde maç yöneten hakeme bile laf etti Terim: Maçın hakemiyle ilgili de Konya’da söyleyeceklerimi söyledim. Başka söz söylemeye gerek yok. O zaman söylemiştim.
Ne demişti İmparator Konya’da? “Bu hakemler bu seviye için az kalıyor. Maalesef 2 İsveçli hakem bizim canımızı yaktı, bizi fena doğradı. UEFA’ya bu iki arkadaş için yazı yazacağız. İnşallah, uzun süre bize İsveçli hakem vermezler”. Tabii Avrupa’da işler, Türkiye’deki gibi yürümüyor. UEFA bu tepkiyi hiç dikkate almamış ki, ilk maçımıza İsveçli hakem verdi. Hem de Terim’in şikayet ettiği...
Lafı uzatmanın hiç gereği yok, diyeceğim şu ki sevgili okur; her zamanki gibi Terim hariç herkes suçlu. Futbolcular suçlu, hakem suçlu... Hatta siz bile!
O vakit ne yapalım?
Biz de önümüzdeki maçlara bakalım...
Ah medyamız, vah medyamız!..
Takımı maç kazandığında, şampiyon olduğunda dahi kendi coşkusundan çok rakip takım nefretiyle beslenen insanların memleketi burası. Maalesef ki, Hırvatistan maçı da öyle oldu.
Basınımızın ateş hattında bu defa Hırvat futbolcu Corluka vardı: Oyunu soğutmuşmuş.
Başına aldığı darbeye rağmen oyundan çıkmayan Basri Dirimlili’yi her defasında saygıyla anan sevgili basınımız; hırsı, mücadelesi, fedakarlığı için Corluka’yı takdir etmek yerine, bildik bir şekilde yerden yere vurmayı tercih etti yine. Corluka’nın yerinde Türkiye Milli Takımı’ndan bir futbolcu olsaydı methiyeler düzeceklerdi oysa. Hatta yıllarca anlatacaklardı. Hatta röportaj yapmak için sıraya geçecek, hikaye haberler dahi yazacaklardı: Maç öncesi eşi/çocuğu “Bu maçı kazanmadan gelme” demiş ve benzeri gibi...
Ben takım ayırt etmem. Sahada verilen mücadeleye bakarım. 16 yıl önce çıkık omuzla UEFA Kupası final maçını tamamlayan Bülent Korkmaz benim için neyse, kanlar içinde maçı bitiren Corluka da odur. Futbolumuz da sonuna kadar mücadele etmiş fedakar bir futbolcuyu bizden olmadığı için yerin dibine batırarak düzelmez. Kendimizi kandırmayı bırakalım artık.