Arama

Popüler aramalar

‘’ÇOK SEVDiK BE ABi!‘’

“Sen benim her gece efkarım,
Gözümdeki yaşım
Sigara dumanım,
Sen benim damardaki kanım,
Alnımdaki yazım
Şanlı Beşiktaş’ım..
Kalbimin en orta yerinde
Büyük bir yangın var alevler içinde,
Beşiktaş sana yemin olsun
Bitmeyecek sevdan
Mezarımda bile...”

Evvel zaman içinde, kalbur da saman içinde diyecek kadar uzun zaman önceydi. Forma aşkı, kazanma hırsı, takım ruhu gibi kavramlara; modern futbolun gerekleri, endüstriyel kulüp işletmeciliğinin rasyonel kaçınılmazlıkları gibi şatafatlı kelamlar henüz şimdiki zamanlar kadar galebe çalamamıştı.

Bizim kolej takımımız, hiçbir sezona çevredeki arkadaşlarımıza, ailede başka takımları tutanlara caka satacağımız dev, flaş, süper şeklinde örnekleri bulunan transferlerle girmez, biz de yaz aylarımızda transfer muhabbetlerinde hafif mahcup kalırdık. Lakin maçlar başlayınca “bizim çocuklar” mahcup etmek bir yana, göğsümüzü kabartan maçlar oynamaya, yenilseler de (çok nadir olurdu o da zaten) savaşmaya, formalarını terletmeye başlarlardı. Diğer iki “büyük” takımın taraftarından genelde az sayıda olan biz, çok zaman gururla ve hafiften farklılığımızı hissettirerek, sevinçle sona erdirirdik derbi haftalarını. Okuldaysa arkadaşlarım sıralara sevgililerinin adını kazırken, ben Beşiktaş’ın kadrosunu yazardım: Metin, Ali, Feyyaz, Rıza, Ulvi, Kadir, Ziya, Gökhan, Zeki... Mütevazı, gösterişsiz (bizim için yeterince gösterişliydi o ayrı konu), mücadeleci, uyumlu, pek çok sezonun fair-play birincisi kolej takımımız... Çalışmanın, alınterinin, azmin yani Beşiktaş’ın bize göre birincil özelliklerinin vücuda gelmiş hali bir kadro. Belki de o yüzden o kadar çok sevdik, benimsedik o takımı...
Sonra devir değişti...
Önce kolej takımı dağıldı.
Sonra endüstriyel futbolun gerekleri sebebiyle Süleyman Seba gitti.
En son da stadımız, mabedimiz tarihin sayfalarına gömüldü...

1066 gün evimizden ayrı kaldık biz. Arkadaş evlerinde yaşamak zorunda kalınan yaklaşık 3 yıl... Hepsi sağolsun!

Takvimlere çentik attık. 3 yıl statla yatıp statla kalktık. Önünden geçerken durduk, inşaat izledik. Çatı yükseltilirken dualar ettik. Hibrit çim, membran nedir öğrendik, işin uzmanı olduk...
Bekledik, sevgiliyi bekler gibi bekledik. Bazen agresifleşerek, ama asla umutsuzluğa düşmeden... Son bir haftadır ise, çocukluğumuzdaki bayram sabahlarını bekler gibi bekledik biz bu günü... Ve 3 yılın sonunda vuslata erdik. Evimize döndük...
Ve...
“Haydi kalk ayağa yürü güneşe” şarkımızla takımımıza kavuştuk (Hayır ağlamıyorum, gözüme bi şey kaçtı sadece)...
***
Şu an vuslata ermenin mutluluğunu yaşıyorum sadece... İçimde büyük bir huzur.
Ancak!
Kimse de şunu unutmamalı!
Saltanatlar çöker bir gün, Beşiktaş’ım kalır geriye...
Ve biz, müşteri değil, Beşiktaş sevdalıları hep bir ağızdan haykırmaya devam ederiz:
“ÇOK SEVDİK BE ABİ!” diye...

YETER ARTIK!

11 Mayıs 2013’te polis şiddetiyle kapatmıştık İnönü Stadı’nı. 11 Nisan 2016’da yine polis şiddetiyle açtık Beşiktaş Vodafone Arena’yı. Bayrama gelen insanlara, çocuklara tazyikli su, biber gazı sıkmak, plastik mermi atmak nasıl bir aymazlıktır anlamış değilim. Bu emri verenlerin, uygulayanların hiç mi vicdanı yok? Bir haftadır kutlanan Polis Haftası sebebiyle reklam panolarında binlerce afiş... Polis huzurun ve güvenin teminatıdır, halkın hizmetindedir... Afişlerde yazanlarla, gerçek hayatta yaşananlar birbirinin tam tersi oysa!

Polis, bileti olmayanları dağıtmak zorunda kalmış. Polis kimin bileti olup olmadığını nereden biliyormuş? Bilse bile, bu, bileti olmayanlara şiddet uygulamayı haklı göstermez. Çocukların da olduğu kalabalığa plastik mermi, gaz fişeği atıp sokakları savaş alanına çeviriyorlar, adına da huzur diyorlar.
Huzur dedikleri buysa, huzurumuz eksik kalsın!

Pazar günü oynanan Göztepe-Karşıyaka maçının sonunda polis tribüne girerek taraftarlara biber gazı ve jopla saldırdı. Yaralananlar oldu.

Dünya futbol tarihi, tribünlere yönelik böylesi orantısız polis müdahaleleri sonucu yaşanan facialarla dolu iken, ülke futbolunu yönetenler bu yanlışta neden ısrar ediyor? Biber gazları ve coplarla tribünlere yapılan müdahalede, yaşanacak olası bir izdiham sonucu can kayıpları ve ağır yaralanmaların olacağı hiç mi akıllarına gelmiyor? Yahut geliyor da bu olasılığı hiç mi önemsemiyor? İnsan hayatının hiç mi değeri yok?

Passolig’in uygulandığı bu maçta, bu görüntülerde şiddeti kim yaratıyor? Passolig madem şiddeti önleyecekti, bu polislerin tribünlerde ne işi var?

13 Nisan 2016, Çarşamba 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Koca bir yalansın PASSOLiG!‘’

Yazdım, yine yazıyorum. Birilerine rant sağlamak için hayata geçirilen Passolig belasından kurtulana kadar da yazmaya devam edeceğim. Doğru tek bir uygulaması olmayan Passolig, yaratılış gerekçelerinin hiçbirini gerçekleştirmeyerek tüm futbolseverlerin kabusu olmaya devam ediyor.

Tribünlerde olay çıkaranları anında tespit edip, kimlik bilgilerine ulaşmak için dayatılan ve statların boş kalmasının en büyük sebebi E-bilet, özelinde Passolig’in amaçlarından biri de karaborsayı engellemekti. Engelledi mi? Tersine, kolaylaştırdığı kesin.

Pazartesi günü Beşiktaş-Bursaspor maçıyla açılacak Vodafone Arena’nın bilet satışında kombinelilere ve önceki maçlara gidenlere öncelik tanınınca, açılış maçında olmak isteyenler için internetten karaborsa bilet satışı da patladı. Karaborsacıların tribünleri, koltukları, isimleri bile belli. Ama hukuk sistemimizin ve emniyetimizin daha önemli(!) görevleri olduğu için, bu karaborsacıların sosyal medyada ifşa edilmesinin dışında yapılan bir şey yok maalesef.

“Karaborsacı kardeşim, biletini satmak için artık stat kapılarında beklemeye son! Bilet satışı internet aracılığıyla bir tık ötenizde! PASSOLİG: Karaborsayla omuz omuza!”

Hak verilmez, alınır!

E-bilet’in en büyük yalanı da cezanın bireysel olacağıydı. Sözde kişiler ceza alacaktı ve tribünler, sahalar kapanmayacaktı. Hâlâ tribünler, hatta sahalar kapatılıyor. Küfürle hiç ilişkisi olmayan bir insan bile, sırf olduğu tribünde küfür edildiği için cezaya çarptırılıyor. Mesela tribünlerine Passoligsiz giriş yapılamayan Samsunspor kulübüne, kartların bloke edilmesi değil, seyircisiz oynama cezası verildi geçen hafta. Yetkililer(!) “Ne uğraşacağız kart blokesiyle, kapatalım gitsin. Hesap soran, hak arayan mı var” diye düşünmüş olabilir. Futbol Disiplin Talimatının 30. ve 53/2. maddeleri kimin eseriyse, seyircisiz maçları izlerken kendiyle gurur duyuyor mudur acaba? Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, sezon başından bu yana 150’den fazla saha ve tribün kapatma cezası vermiş. Dünyanın hiçbir yerinde böyle sistematik ve saçma şekilde seyircisiz oynama cezası verilmiyor. Her hafta bir ya da iki maç seyircisiz oynanıyor. Garip olan şu ki, kimse de hakkını aramıyor.

Hatırlatmakta fayda var: Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi öncesi Passolig kartları bloke edilen ve mahkeme kararıyla maça girmesi önünde bir engel olmadığına karar verilen 10 Fenerbahçe taraftarı, haklarını aramak için avukatlar, haciz memurları ve çilingirler eşliğinde turnikelere gelerek maça girmeyi başardı.

Fenerbahçeli taraftarların bir kısmı üşenmedi, çekinmedi, mahkemeye başvurdu, PFDK’nın tribün kapatma kararını kaldırttı, stadyumda maçı izledi. Bu Passolig’le mücadelede örnek alınması gereken önemli bir adımdır.

Taraftar Hakları Dayanışma Derneği, Passolig’in devamına karar veren mahkeme kararının iptali için temyize gidecek. Passolig’li taraftar da haklarının hukuksuzca gasp edilmesine karşı dayanışmalı ve Tüketici Mahkemeleri’ne başvurarak kendisini tribünlerden uzaklaştırmak isteyenlere karşı harekete geçmelidir. Passolig’den kurtulmanın başka yolu yok!

07 Nisan 2016, Perşembe 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kartal'ı öldüren kendi tüyüdür‘’

Stat yapmışız Boğaz’a karşı. Çok da güzel. Vuslat için takvime çentik atar olmuşuz... Ancak gelin görün ki, bir başkanımız var züccaciye dükkanına girmiş fil gibi kırıp, döküyor. Nasıl dolmuşsa artık, atar üstüne atar yapıyor, haklı olduğu konularda bile haksız duruma düşüyor. Kalan haftalarda tüm camiayı tek yürek haline getirmesi gerekirken, üstelik de bunun için elinde stat gibi muhteşem bir fırsat varken her şeyi mahvetti. İki haftadır kırmadığı, üzmediği kimse kalmadı. Herkesin şevkini, heyecanını aldı götürdü.

Önce, kulubün resmi sitesinde “Vodafone Arena açılışından itibaren bir yıl boyunca kombinen yine geçerli” ibaresini içeren 27.06.2014 tarihli haber hâlâ dururken, “Kombineler seneye geçerli olacak” diyerek insanları Vodafone Arena’da oynanacak 3 maça bilet almak zorunda bıraktılar. Tabii ki farkındayım, acil paraya ihtiyaç var. Kolaya kaçmışlar ve akıllarına bu sezonki maçlara bilet satmak gelmiş. Ama bunu yaparken de üsluba dikkat etmek gerekiyor. “Acil paraya ihtiyacımız var. Kombine sahibi taraftarlarımızdan son bir destek istiyoruz” dense taraftar zaten destek olur. Ama bizim Başkan ne yapıyor? Hukuksuz bir şekilde koltuklarına el koyduğu taraftara “Biletler pahalı” dedi diye bedavacı muamelesi yapıyor. Olmayan stada kombine alan ve o statta 1 yıl geçerli koltuğu olan, elindeki sözleşmeyle Tüketici Mahkemesi’ne gitse stada bedava girebilecek taraftara “Kimse almak zorunda değil. Zaten çok yoğun talep var, biletlerin hepsini satarız” demek nasıl bir akıl tutulmasıdır anlamış değilim.

Neyse, ülkemizin 3 tarafı zenginlerle çevrili olduğu için(!) emekçi insanları atladıklarını son anda fark ettiler de, 3 maçlık kombine dayatmasından vazgeçtiler. Ortalık da biraz sakinleşti.
Bu nasıl adaletsizlik?

İşin daha vahim kısmı, kulüp para kazansın diye taraftardan fedakarlık bekleniyor, koltuklarına tekrar para ödemesi isteniyor, ancak Loca, Batı VIP ve 1903 VIP bunun dışında tutuluyor. Sayın Orman’ın gücü sadece alım gücü düşük taraftara mı yetiyor? Niye birileri 1. sınıf taraftar, birileri 2. sınıf taraftar oluyor? Asgari ücretle geçinip taksitle 1000 TL’ye kombine almış birinden 3 maç için 300 TL istenebiliyor da, VIP sahipleri niye bu fedakarlıktan muaf tutuluyor?

“Taraftarımız Alman Milli Takımı’nın santrforunu, Milli Takımımız’ın santrforunu görmek istiyorsa bunun da bedelini ödeyecek.” Bedel ödemek??? Bu nasıl bir üslup? Sürekli örnek aldıklarını söyledikleri rahmetli Süleyman Seba’nın böyle bir şey dediğini düşünebiliyor musunuz? Düşünemezsiniz...

“Neden bilet fiyatlarına zam yapmıyorsunuz” sorusuna Karl-Heinz Rummenigge, “Bayern taraftarı olmanın cüzdana bağlı olmasını istemiyoruz” diye yanıt veriyor, ama bizim Başkan “Bedelini ödeyeceksiniz” diyor.

Bizim yöneticiler işte bu yüzden kulüpleri doğru düzgün yönetemiyor. Anlayış şu: Başarı için taraftar tüm parasını kulübe vermeli, sorgulamadan her şeyi kabul etmeli. Doğru olan ise, “Kulüp olmak istiyorsan taraftarını koru, o zaten seninle olur.”

Takımları var eden taraftardır

Güzel, kaliteli kadrolar; pahalı bilet/ürün satarak kurulmaz; doğru planlama, anlaşma, pazarlama ve sponsorluklarla kurulur. Borussia Dortmund’un bu sezon maç başına seyirci ortalaması: 81.122. Dortmund bilmiyor mu bilet fiyatlarını Avrupa ortalamasına çekerek bilet satışından yılda 15 milyon Euro daha fazla kazanabileceğini?.. Öyle yapsa, iflas ettiği günde, ligde sekizinci olduğu senede o stadyuma 80 bin kişi gelir mi? Takım düşerken taraftar takımı ayağa kaldırır mı? Takımlar taraftarıyla var olur, müşterileriyle değil. Orman’ın atladığı en önemli gerçek de işte bu.

Başkan bir Kızılderili atasözüne atıfda bulunarak “Kartal’ı öldüren kendi tüyüdür” demiş. Haklı. İki haftada onun kulübe verdiği zararı, hiçbir rakip takım veremezdi maalesef.

Kelimeler çok önemlidir... Bazılarının çakmak çakar gibi kolaylıkla söylediği sözler başkasının içinde sönmeyen koca bir ateş olur. O yüzden Fikret Orman söylediklerine dikkat etmeli, taraftarı gibi sadece şampiyonluğa odaklanmalı. Camia olarak birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, tek yapması gereken bu çünkü!

31 Mart 2016, Perşembe 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ünal Aysal'ın hesabı‘’

Galatasaray Mali Genel Kurulu’nda konuşan eski Başkan Ünal Aysal’ın açıklamalarını okuyunca sinirden güldüm. Ben sinirden güldüysem, Galatasaraylılar içlerinden neler geçirmiştir kim bilir...

Bizim yönetenlerde hep böyle bir aymazlık var maalesef. Özeleştirinin ne demek olduğunu dahi bilmiyorlar sanırım. Yaşananlarda onların hiç suçu yok, hep başkaları suçlu. Hele büyük uğraşlarla geldikleri makamlarında sanki zorla oturttulmuşlar ya da oturuyorlarmış gibi davranmıyorlar mı?.. İnanılır gibi değil.

Ünal Aysal göreve gelirken verdiği sözleri tutmamış ya da tutamamış. Kulüp daha da borç batağına girmiş, UEFA’dan ceza almış, transfer yapamaz hale gelmiş. Ama Aysal “Galatasaray’ın marka değerinin silinmesine karşıyım. Beklentimiz, Galatasaray’ın en önemli varlığı olan marka değerinin korunması, yükseltilmesi ve yüceltilmesidir” diye konuşabiliyor. Ortada marka değeri mi kalmış?

“Bizim dönemimizde pahalıya alınan ancak daha sonra zararla satılan bir futbolcu yok” diyor eski Başkan. Oysa kağnı hızıyla çalışsa da internet hâlâ var ve arama motoruna “Ünal Aysal dönemi transferleri” yazdığınızda karşınıza bir sürü sayfa çıkıyor. Bekleneni veremeyen tüm transferleri yazmaya kalksam bu köşe yetmezdi, sadece bonservis ücreti ödenen ve artık takımda olmayanları derledim:

1- ENGİN BAYTAR: Trabzon’a verilen bonservis ücreti 1 milyon 100 bin Euro.
2- YİĞİT GÖKOĞLAN: Manisaspor’a 2 milyon 500 bin Euro bonservis ücreti ödendi.
3- DANY NOUNKEU ACHILLE: Gaziantepspor’a ödenen bonservis ücreti 3 milyon 300 bin Euro.
4- VEYSEL SARI: Eskişehir’den 700 bin Euro’ya alındı (Eskişehir’e 400 bin Euro verildi, Kırmızı-Siyahlı kulübün borcu olan 300 bin Euro silindi). Kasımpaşa’ya 400 bin Euro’ya satıldı.
5- SALİH DURSUN: Kayserispor’a 2 milyon 750 bin Euro bonservis ödendi.
6- IZET HAJROVIC: Grasshopper’a ödenen bonservis 3 milyon 500 bin Euro (Hiçbir şey oynamadan, sezon sonunda Ribery gibi alacaklarını alamadığı için kaçıp gitti).
7- GUILLERMO ENIO BURDISSO: Boca Juniors’a 250 bin Euro ödendi.
8- LUCAS ELIAS ONTIVERO: Centro AtlÈtico Fenix’e ödenen bonservis 2 milyon Euro.
9- UMUT GÜNDOĞAN: Bucaspor’a 1 milyon 661 bin TL bonservis ücreti ödendi. 150 bin Euro’ya Adana Demirspor’a kiralandı. En son Şanlıurfaspor’a bedelsiz kiralandı.
10- BLERIM DZEMAILI: Napoli’ye ödenen bonservis bedeli 2 milyon 350 bin Euro. Geneo’ya bedelsiz kiralandı, yıllık ücretinin 1 milyon 300 bin Euro’sunu Galatasaray ödüyor.
11 NOUREDDINE AMRABAT: Kayserispor’a 8 milyon Euro, önceki kulübü PSV Eindhoven’a 600 bin Euro ödendi. Sezon başı 3 milyon 500 bin Euro’ya Malaga’ya satıldı. Devre arasında İspanyol kulübünden Watford’a 8 milyon 400 bin bonservis bedeliyle transfer oldu.
12- HAMİT ALTINTOP: Real Madrid’e 3 milyon 500 bin Euro ödendi.
13- BRUMA ARMINDO BANGNA: Sporting Lizbon’dan 10 milyon Euro’ya transfer edildi. 1 milyon 900 bin Euro’ya Real Sociedad’a kiralandı. Sociedad 30 Nisan 2016’ya kadar 7 milyon 500 bin Euro’ya satın alma opsiyonuna sahip.
14- ALEX TELLES: 6 milyon 150 bin Euro’ya Geremio’dan transfer edildi. 1 milyon 300 bin Euro’ya Inter’e kiralandı.
15- BOGDAN STANCU: Adnan Polat döneminde Steaua Bükreş’ten 5 milyon Euro’ya transfer edildi. Ünal Aysal zamanında 2 milyon 500 bin Euro’ya Orduspor’a verildi.

Bunlar sadece bonservis ücreti ödenerek alınan ve istenen verim alınamadığı için kiralanan ya da gönderilen futbolcular. Bir de bonservis bedelli ya da bedelsiz takıma katkısı olmadığı halde yıllık sabit ücretleri çok milyon Eurolar’ı bulan oyuncular var, giden ya da hala takımda olan.

Zarar sadece bonserviste kaba hesapla 40 milyon Euro’dan fazla. Ama Aysal “Bizim dönemimizde pahalıya alınan ancak daha sonra zararla satılan bir futbolcu yok” diyor.

Sadede gelecek olursak: Ya Ünal Aysal bizimle kafa buluyor. Ya Ünal Aysal hesap bilmiyor. Ya Ünal Aysal’ın hafızası çok zayıf. Ya Ünal Aysal “yemin etsem başım ağrımaz” diye düşünüp sadece kendi döneminde alınıp satılan futbolcuları kastediyor. Ya da bu paralar Ünal Aysal için para değil...

Sakin olun Galatasaraylılar! Kulüpleri yönetmeyi başaramayıp borç batağına sokan yöneticilerden sadece siz değil, hepimiz dertliyiz. Şu Kulüpler Birliği yasası bir an önce çıksa da kulüp paralarının har vurup harman savrulamayacağını yaşayarak öğrenseler. Ah! Bir de geçmişe dönük işleyiş olsa...

Başarılar karacabey Belediye!

Memleketimin takımı Karacabey Belediyespor, Bursa Süper Amatör Ligi A Gurubu’nda şampiyon oldu, şimdi BöLgesel Amatör Lige çıkmak için Play-Off mücadelesi verecek.

Arkalarındaki güçlü taraftar desteğiyle inanıyorum ki Play-Off’ta da başarılı olacaklar. Passolig belası yüzünden Süper Lig’de dahi maçlar boş tribünlere oynanırken her hafta stadı hınca hınç dolduran Crazy Grubu’nun emeği çok büyük bu başarıda. Çünkü futbol, dolu tribünlerle güzel, dolu kasalarla (hoş kasalar da boş) değil!

24 Mart 2016, Perşembe 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Erkek camiasında KADIN olmak!‘’

Kadınların toplumun birçok alanında olduğu gibi sporda da nasıl dışlandığını anlatmaya gerek yok. Üstelik kadına kadın diyemeyen “Bayan” diyen bir toplumdan, Türkiye’den bahsediyorsak... Dünya Kadınlar Günü’nün ertesi gününde, erkek camiasında çalışan bir kadın olarak yaşadıklarımdan, gördüklerimden bahsetmek istiyorum size. Mesela röportaj yaptığım kadın sporcuların cins ayrımcılığı konusundaki dertlerinden. Ya da birilerinin hoşuna gitmeyen yazılar yazdığımda nasıl hakarete uğradığımdan. Ya da tribünlerde hemcinslerimle birlikte nasıl aşağılandığımdan...

Görmezden gelinen başarılı kadın sporcularla “Sporun Amazonları” adında bir röportaj dizisi yapmıştım geçtiğimiz yıllarda. O zamanların FIFA kokartlı hakemi Deniz Dilan Gökçek’le yaptığımız röportajda, kadınlardan sonra bu işe başlayan erkek hakemler Süper Lig’de cirit atarken ve hatta nice büyük hatalara imza koyarken, kadın hakemlerin hep görmezden gelindiği üzerine yoğunlaşmıştı konu.

“Biz; Cüneyt Çakır, Fırat Aydınus, Bülent Yıldırım... Birlikte hakemliğe başladık. Aynı kategorilerden geçtik. Kadın klasmanı ayrı, erkek klasmanı ayrı. Onlar Süper Lig’e kadar çıkabiliyorlar; ama biz Süper Lig hakemi olamıyoruz. Kadın hakemlerin bu işi erkekler kadar iyi yapamayacağını düşünüyor olabilirler. Türkiye 2 ve 3. ligindekiler kadın hakemleri tanıyor, alışıklar bize. Alışık olmayanlar Süper Lig takımları... Futbol oyun kuralları 17 kuraldan oluşuyor. Kadın için, erkek için ayrı değil ya da benim gözümle erkek hakemin gözü farklı şeyleri görmüyor. Bu tamamen bir önyargı. Toplumun kadına olan bakışı. Erkek hakem de hata yapıyor; ama kadın hakem hata yaparsa sanki bunun bedeli daha ağır ödenecekmiş gibi geliyor” demişti Deniz Dilan Gökçek.

Sonra dönemin MHK Başkanı aramıştı beni. Röportajıma ilişkin alındığı noktalar olmuş. MHK’yi küçük düşürmeye çalışmışım falan... Kadın hakemlere ikinci sınıf insan muamelesi yaparken utanmıyorlar, fakat bunlar yazılınca sitem ediyorlar.

Gülelim mi ağlanacak halimize?

Birkaç hafta önce yazdığım ve Antalyaspor-Fenerbahçe maçında çalan “tecavüz müziği”ni eleştirdiğim yazıdan sonra küfürün bini bir para bir sürü mail geldi mesela. “Bu müzikte sana tecavüz mü ettiler, kötü anıların mı var” diyen haysiyetsizler bile oldu. Niye elimin hamuruyla bu işlere kalkışıyormuşum ki, evimde oturup çocuk büyütseymişim ya... Daha neler neler...

Erkeklerin çoğunda, futbol oynamış olmanın verdiği ukalalıkla hep yukarıdan bakma, üst perdeden konuşma gibi bir durum mevcut (Oysa o çok konuşanların halı sahadaki hallerini de çok iyi biliyoruz). Zora geldiği vakit hep Bengay kokusunu bilmemekle itham ediliyorum. Ancak Bengay kokusunun zihin açıcı bir özelliği olduğuna dair bir bilgi de henüz kayıtlara geçmedi. Kaldı ki, atomu parçalamaktan değil, 5 yaşında bir çocuğun bile anlamayı başardığı, en zor kuralı ofsayt olan bir spordan bahsediyoruz, kadınların anlamaması düşünülebilir mi?

Gülelim mi ağlanacak halimize?

Tribünde rakip takım futbolcularının, taraftarının annelerine küfür eden kadın taraftarlar da gördüm elbet. Holiganlık gözlerini öyle kör etmişti ki, kendilerine küfür ettiklerinin farkında bile değillerdi.

“Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur” diye başlayıp “Beşiktaşlı olmayan o... çocuğudur” diye biten Beşiktaş taraftarının yaratıcılığına hiç yakışmayan, çelişik, saçma bir tezahürat var mesela. Bir Fenerbahçe maçında ön sıramda oturan kadın, bunu söyleyen koroya eşlik ediyordu tüm hırsıyla.

“Annem Fenerbahçeli, kardeşim Fenerbahçeli. Anneanneme ve anneme hakaret ediyorsun” dedim. Baktı bomboş gözlerle yüzüme. Sustu ama anlamadı dediğimi. 1-2 dakika sonra döndü bana ve “Benim de abim Fenerbahçeli. Anladım” dedi.

Bir insanı ne dediğini düşünemeyecek hale getiren holiganlık...

Örnek çok, ama yerimiz yok...

Bu yazı, bir probleme çözüm bulma yazısı değil, dert yanma yazısıydı.

Gülmeyelim diye ağlanacak halimize...

09 Mart 2016, Çarşamba 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gerçek adalet için...‘’

Benim gibi, Passolig derdine sevdiceğinden uzak kalanlar bilir, önceki duruşmada Anayasa Mahkemesi “E-bilet’e evet, ama Passolig’e hayır” dedi ve Passolig’in iptaline karar verdi. Ancak TFF, “Ali kıran, baş kesen” vaziyetinde inatla diretiyor. Ve hâlâ bunu tribünlere sükunet getirmekle açıklıyor. Böyle bir sükunetin sağlandığını görmek henüz nasip olmadı.

Oysa e-bilet’in amacı neydi? Cezanın bireyselliği. Kişiler ceza alacaktı ve tribünler, sahalar kapanmayacaktı. Hâlâ tribünler, hatta sahalar kapatılıyor. Küfürle hiç ilişkisi olmayan bir insan bile, sırf olduğu tribünde küfür edildiyse cezaya çarptırılıyor. Tıpkı, gürültü yaptığında tüm sınıfın suçlu-suçsuz sıra dayağından geçirildiği orta okul-lise hayatımız gibi.

TFF Başkanı Yıldırım Demirören’in bir kurumu yönetme kabiliyetini Beşiktaş’tan biliyoruz. O, hiç taraftar olmasa futbolu çok güzel idare eder. Sonuçta TFF’de, bulunduğu kurumu zarara uğratacak transferler yapmak söz konusu değil. Ama aslında hepimiz futbolu Demirören’in değil de kimin yönettiğini biliyoruz. Passolig’in e-bilet’le alakası olmadığının, bir bankaya rant sağlamak amacıyla hayata geçirildiğinin farkındayız.
Geçen hafta tribüne girmesi TFF tarafından engellenen Fenerbahçe taraftarı Tüketici Mahkemesi’ne başvurdu ve mahkeme taraftarı haklı buldu, Beşiktaş maçında tribünde olmaları doğrultusunda karar verdi. Ancak TFF’nin alt kurumu PFDK bu kararı tanımadığını açıkladı ve taraftarların maça girmesine izin vermedi. Bu aralar üst kurumların kararlarını tanımamak çok moda.

Passolig’e son!

Bugün saat 14.00’te Ankara 16. Tüketici Mahkemesi’nde dava var. Davanın avukatı olan ve gerçekten bu meselede çok ciddi emek sarf eden Cem Cihan’la yaptığım görüşme sonucunda anladığım kadarıyla artık Passolig bu dava ile birlikte tarihin tozlu sayfalarında yerini alacak gibi görünüyor. Ancak TFF’nin bu kararı da “tanımama” gibi bir tutum sergilemesi, en azından sezon sonuna kadar mevcut durumu sürdürme eğiliminde olması ihtimali var. Sonuçta daha önce de tedbir kararı verilmişti ve TFF uygulamadı.

TFF bu kararı tanımazsa, artık konu ceza yargısı alanına girecek. TFF özel hukuk tüzel kişisi ve ”Kararı tanımam” derse Türkiye’nin her yerinde TFF yetkilileri hakkında savcılığa suç duyurusu bombardımanı yapılabilir. Ayrıca bu durumda sadece TFF değil, kulüpler de sorumlu olurlar. Sonuçta maç biletini ev sahibi kulüp satıyor. Kulüpler, mahkeme kararı ile birlikte, banka ile yaptıkları sözleşmeyi sonlandırma hakkına da sahip. Bu yüzden, kulüplerin tutumu oldukça önemli.

Taraftarsız futbolun hiçbir anlamı yok. Taraftarların talepleri, bankaların rantından daha önemli ve bizlerin banka müşterisi haline getirilmesinden başka bir anlama gelmeyen bu Passolig soygunu artık sona ermeli.
Aslında Passolig’i sona erdirecek olan, tüm taraftarların renklerinden bağımsız olarak, birlikte bu soyguna dur demeleridir. Güçlü olanın hukuku da istediği gibi anlayıp uygulayabileceğine inandığı bir dönemden geçiyoruz, o zaman taraftarın kendi gücünün farkına varıp gerçek adaletin sağlanması için mücadele etmesi şart.

Tolga Zengin ne yapsın?


Siz bu satırları okurken derbi maç üzerinden en az 36 saat geçti ve ben teknik taktik analizde bulunmayacağım. Yazdıklarımı okuyanlar da bana sıra gelene kadar gerekli(!) programları izleyip, yazıları okudu.

Ancak!

Gerçekçi olalım, Türkiye’nin en iyi hakemi denilen Cüneyt Çakır, Türkiye’de çoğunlukla yaptığı gibi kötü maç yönetmiş olabilir, lakin Beşiktaş ilk yarıda hakemden çok daha kötüydü. Fenerbahçe ilk yarı tek kelimeyle muhteşem oynadı ve Beşiktaş’a top oynatmadı. Önce bunu bir kabul edelim. 2. yarı ise olmadı. Top, o kale denilen çerçeveden bir türlü girmedi. İstediğiniz kadar laf edebilirsiniz (zavallı anneciğim de maalesef alışmak zorunda kaldı üzerinden edilen küfürlere), ama maça ilişkin düşüncem budur! Maçtan sonra ise sosyal medyada bir linç başladı, sormayın gitsin! Tolga Zengin neden gidip Volkan’ı sakinleştirmiş? Beşiktaş kaptanına hiç yakışıyormuş mu?

Sosyal medya deyip geçmeyin, çok önemli. Sezon başı Niasse’ın 5 milyon Euro’ya Galatasaray’a alınmasını engelleyen ve Galatasaray yerine Lokomotiv Moskova’dan Everton’a 18 milyon Euro’ya satılmasına sebep olan çok etkili bir gruptan bahsediyorum.

Tolga Zengin, Volkan’ı sakinleştirmemeliymiş... Gerekirse kafa atmalıymış... Böyle Beşiktaş futbolcusu olmazmış...

Acı ama gerçek olan şu ki; Tolga Zengin ağzıyla kuş tutsa Beşiktaş taraftarına yaranamaz. Onun için “camiadaki kredisi çok az” bile diyemiyorum, çünkü hiç kredisi yok! Volkan’ı sakinleştirmek yerine, istenildiği gibi kafa atsaydı ve kırmızı kart görseydi, o zaman da “bu kadar önemli maçta niye takımı eksik bıraktı” diye küfür ve hakaret edecekti bu güruh ona.

Maalesef acı ama gerçek olan bu!

Taraftar uyuma!

Baştan anlaşalım, yanlışlık olmasın. Milliyet Gazetesi’nden ayrıldığım 2010 yılından beri basın tribününde maç izlemedim. Passolig belası çıkana kadar biletimi alıp maça gittim, sonrasında da Passolig’e muhalif biri olarak içeride-dışarıda sadece Avrupa maçlarında Beşiktaş’ı tribünden desteklemiş bir taraftarım. Moskova’da Lokomotif Moskova Beşiktaş maçına girmek için kuyrukta beklerken, nasıl bir ruh haliyle ediliyorsa, Ali Sami Yen’e edilen küfürlere şahit oldum. “Zavallılık bu” dedim arkadaşlarıma. Avrupa maçına geliyorsun, Ali Sami Yen’e küfür ediyorsun. Yaşasa önünde saygıyla eğileceğin bir adama...

Sonra Fenerbahçe-Lokomotif Moskova maçında Süleyman Seba’ya edilen küfürleri duydum ekran başında. Üstelik Beşiktaş taraftarının söylediği “marş”ın Fenerbahçe uyarlamasında... Fenerbahçe-Beşiktaş maçında da oldu aynı tezahürat.

Lafım herkese...

Tüm taraftar grupları için söylüyorum... Efsanelerimiz hepimizindir, hepimiz için değerlidir, onlar üzerinden edilen küfürler canımızı yakar, ama yel kayadan toz alır ve düşmanlıkları besler sadece. TFF’nin istediği de bu: Taraftarlar birlik olmasın. Mücadele etmesin. Hiçbir hukuki geçerliliği olmadığı halde Passolig’i istedikleri gibi devam ettirsinler, haksız kazanç kapıları kapanmasın.

Derbi maç sonrası, Fenerbahçe-Beşiktaş taraftarları arasında memleketin çeşitli yerlerinde kavgalar çıkmış. Polis gazla müdahale etmiş.

Lütfen oyuna gelmeyelim! Kavgayı bırakalım ve birlik olalım. Kaybedeceğimiz bir şey yok, ama kazanacağımız özgür tribünler var!

Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Konyalı hakem ne demek MHK?


3 Mart Perşembe (yarın) oynanacak Konyaspor-Beşiktaş maçına sevgili yetkili kurumumuz -kimse artık o- Yaşar Kemal Uğurlu’yu atamış hakem olarak. Deniz Ateş Bitnel’in tepeye çıkarılıp, yere çakılmasının en büyük sorumlusu olan ama sorumluluk kabul etmeyen MHK’nin tüm parmaklarının etkisi olduğunu düşünüyorum bu atamada. Ancak biliyorum ki, onlar sorumluluk kabul etmezler ve ne güzel yönettiklerini sanırlar.

Durum şu ki, 2013 yılı 31 Mart’ında oynanan Konyaspor- Kartalspor hakeminin ilk hakemiymiş kendisi. Ancak Sevgili Uğurlu’nun esasen Konyalı olduğu anlaşılınca müsabakadan alınmış. Ancak şu zamanki MHK’miz kendisini Konyaspor-Beşiktaş maçına vermiş. Konyalı bir hakemi!

İnanın ben de çok istiyorum, hakemlerin esas memleketlerinin dert olmadığı zamanları. Ama MHK’ye güvenin sıfırı bırakın eksilerde olduğu bir zamanda Konya-Beşiktaş maçına Konyalı bir hakem atamak ne kadar mantıklı? Gerçi MHK kararlarında mantık aramayı bırakalı çok oldu. Bu yüzden bu atamanın değiştirilmesi gibi bir beklenti içine giremiyorum. Olursa sürpriz olur.

02 Mart 2016, Çarşamba 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Salih Dursun, diğerleri gitsin!‘’

Hiçbir sertliği ve gerginliği olmayan, belki de son zamanların en kolay yönetilebilecek maçlarından biri olan Galatasaray-Trabzonspor maçında yaşananlar futbol tarihimize geçti.

Bir hakemin sahadaki en önemli görevi, kart gösterip faul vermekten önce, oyunun adil olması için elinden geleni yapması ve futbolculara bunu hissettirmesidir. Ancak Deniz Ateş Bitnel verdiği kararlar ve beden diliyle adaleti bir tarafa bırakınca dünyanın en şık ve en ölçülü protestosuyla karşılaştı. Çünkü düzeni ve hakkaniyeti sağlaması gerekenler, görevini yerine getirmediğinde oyunu bir kenara bırakıp onlara gereken tepkiyi göstermek gerekir (Sözlü veya fiziksel şiddetten bahsetmiyorum. Dikkat!).

MHK Başkanı Kuddusi Müftüoğlu, sanki haftalık hakem değerlendirmesi yapıyormuşçasına sorumluluktan uzak bir tavırla çıktı basının karşısına. Hangi paralel evrende yaşadığını bilmiyorum ama, ona göre hakemler başarılı, yapılan hatalar sıradan. Deniz Ateş Bitnel de sadece kötü bir maç yönetti.

O kadar!

Hakemliği ne idi ki...

Deniz Ateş Bitnel’in FIFA kokartından bahsediyor Müftüoğlu. Ama o FIFA kokartını nasıl verdiklerinden bahsetmiyor. Hiç İstanbul derbisi yönetmeden, şampiyonluğu ya da küme düşmeyi ilgilendiren bir maça çıkmadan sadece 16 (onaltı) maç yöneterek alınan bir kokart. Basamakların teker teker ve sindirilerek çıkılması gereken bir meslekte hızlıca tepeye çıkarmışlar Bitnel’i, o da yeterli deneyim ve gerekli psikolojide olmadığı için çuvallamış. Bu yaşananların en az sorumlusu hakem, en büyük sorumlusu kendileri olduğu halde, hiçbir sorumluluk kabul etmiyorlar, tüm yönetenler gibi.

“Bundan sonra hakemlerimiz, objektif bir şekilde maç yönetmeye çalışacaklar” dedi hakemlerin başkanı. O zaman ben de soruyorum: Bundan önce hangi saiklerle maç yönetiyorlardı?

“Ben de FIFA kokartı taktığımda ilk başlarda performans düşüklüğü yaşamıştım” diye konuştu Müftüoğlu. Halbuki performans düşüklüğü yaşamadı o, kural hatası nedeniyle maçı tekrarlandı. Kural hatasını başka bir ülkede, başka bir hakem yaptığı zaman futbolla ilişkisini seyirci düzeyine indiriyor, o hakemlerin başına getirildi. Çok kötü bir hakemdi, yöneticiliği hakemliğinden de kötü çıktı.

Lafı uzatmanın, dolandırmanın hiç gereği yok. Zamanında Alanya belediye başkan adayıydı, belediye başkanı olamayınca MHK başkanı yapıldı. Bu memlekette cenazelere tabut yetişmezken hiçbir sorumlu istifayı aklının ucundan geçirmedi, o sebeple tüm koltuğa tapanlar gibi Müftüoğlu’nun da istifasını beklemek büyük bir saflık maalesef.

Herkes kirli

Bu çarkın başındaki kişi ise pür-i pak (!) şekilde koltuğunda oturuyor. Başkanlık yaptığı kulübü batıran, sahte evraktan UEFA’dan ceza almasına sebep olan bir yönetici futbolun başkanı yapıldığında bunların olacağı belliydi aslında. Demirören kendi kulübünde ne yaptı ki, batan futbolun kurtarıcısı olarak TFF’nin başına getirildi? Ve onu seçenler, hangi çıkarlar gereği başarısızlığı kanıtlanmış bir ismin kurtarıcılığına “Evet” dedi?

Beşiktaş maçında her şeyi gören Mustafa Denizli’nin bu maçta kör olmasına, sahada oyun olmaktan çıkmış bir facia yaşanırken oley çeken taraftara diyecek söz bile bulamıyorum. Bu öyle bir zincir ki, hiçbir halkası sağlam değil. Takım ayırt etmeden diyorum ki; hatalar kendi takımları lehine yapıldığında, kendileri şampiyon olduğunda deve kuşu gibi başını toprağa gömen, rakip takım lehine yapılan hatalarda ise kıyameti koparan herkes de tüm bu yaşananların sorumlusudur. O yüzden de hiçbir halkasının birbirine “Sen benden daha kirlisin ya da daha başarısızsın” deme hakkı yoktur.

Bu kokuşmuşluk içinde doğruyu yapmak cesaret ister ve Salih o cesareti gösteren tek kişidir. Bu kırmızı kart, ahlaken çökmüş futbolumuza bugüne kadar verilen en güzel, en şık cevaptır. Maçın özeti kısa film yapılsa ve Salih’in kırmızı kartıyla bitse simgelediği değerlerle günümüz dünyasına vurulan sert bir tokattır. Ve bence bütün ödülleri almalıdır.

Yaşa varol Salih!

24 Şubat 2016, Çarşamba 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aziz Yıldırım'ın çiftliği‘’

Kısa adı TOÇEV olan Tüvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı, geçen hafta sporcu ve sanatçıları bir araya getiren bir etkinlik düzenlemişti. Fenerbahçeli futbolcular Mehmet Topal, Volkan Demirel ve Caner Erkin de bu etkinlikte sanatçılarla birlikte şarkı söyleyecekmiş. Ancak başkanları izin vermediği için geceye katılamamışlar. Bu etkinlik kulüpte nasıl bir gerginlik yarattıysa artık Mehmet Topal, gecenin organizatörlerinden biri olmasına rağmen konukları ağırlamak yerine evinde oturmak zorunda kalmış. Diğer taraftan Bursaspor’dan çok paralara transfer edilen, ancak orada gösterdiği performansı Fenerbahçe’de bir türlü veremeyen Ozan Tufan, yine başkanın emriyle artık tesislerde kalacakmış ve en geç 22.00’de tesislere giriş yapacakmış.

Bu, eskiden beri gayet iyi bildiğimiz otoriter, baskıcı ve “ben yaptım oldu”cu anlayışın küçük bir piyes gibi yeniden yeniden sahnelenmesi. Dünya kulübü olduğunu ve kurumsallaşmaya başladığını iddia eden bir kulüpte, başkanın futbolcular üzerinde böyle yaptırımlar uygulaması, nereden bakarsak bakalım utanç verici ve trajikomik. Aynı zamanda bizim diyarlarda kurumsallaşma denilen şeyin aslında hayal olduğunun da kanıtı.

Futbolcuya reva görülen bu tavır ve buna yönetimce karşı çıkılamıyor olması gösteriyor ki; Fenerbahçe aslında bir kulüp değil, Aziz Yıldırım’ın çiftliği. Ve acaba “hayatta en hakiki birim bendir” yazan bir Aziz Yıldırım büstünü ne zaman göreceğiz tesislerde?

Batuhan’a ne olacak?

Türkiye futbolunun temel sorunudur; çok yetenekli ama disiplinsiz oyuncu yığınağı. Ve yine futbolumuzun bu konuya çözüm arayışlarının bir yolu da futbolcuları kazanmaya çalışmaktır. Temeli kazanmaya odaklanmış bir oyunun oyuncularını kazanma faaliyeti, kendi içinde oldukça ironiktir. Fakat futbolumuzun da gerçeğidir...

Batuhan da futbolumuzun yaklaşık son 10 yılını işte bu sorunla oyaladıktan sonra İsviçre’nin St. Gallen takımına transfer oldu. Ne olacağı ise meçhul!

“Büyük futbolcu olacak” deniyordu onun için. Hatta 2008 yılının Aralık ayında World Soccer Dergisi, geleceğin 3 yıldız futbolcusu arasında Batuhan’ı da göstermişti. O, bu yeteneklerin tamamına sahip olabilir. Ama büyük futbolcu olmanın yolu sadece bu yeteneklerden geçmiyor ki. Bu ruhu taşımanın da çok büyük bir önemi var.

Parlayan her şey...

Batuhan’ın yeni takımındaki yeni macerasına dair fikir yürütmek gerektiğinde olabilecek en iyi şey ne olabilir? Onun tekrar kazanılması ve beklenen Batuhan olması. Beklenen, yani hep istenen ama hiç elde edilemeyen performanstan söz ediyoruz. Sonra? Sonra olabilecek en iyi şey Batuhan’ın büyük bir kulübe transferidir. İyi de, o bunu zaten yapmıştı. Futbolunun başında büyük bir takımdaydı, hem de 2 kez. Sonra Trabzon’a gitti. Ve o bu fırsatları hep kendi eliyle itti.

Maalesef onun futboluna damgasını vuran yeteneği değil, vurdumduymazlığı oldu her zaman. Çünkü yetenek her futbolcuda vardır, önemli olan ise işine duyduğu sevgi ve ona verdiği emektir. Batuhan ise bu emekten kaçınmış ve kendini inkar etmiştir. Yanlış olan budur. Ona baktığımda aklıma gelen şey ise bir Alman atasözü. Ve o söz der ki: “Parlayan her şey altın değildir.”

Ondan beklenen de yazıyı icat etmesi değildi oysa. Sadece güzel şeyler izletip yazdırabilmesiydi.

Batuhan Karadeniz’e futbolunun kalan bu ‘uzun’ bölümünde içten bir şekilde başarı dilerim. Ve bu yazının sadece ona değil, Türkiye’de futbolcu olmayı yeterli gören her yeteneğe yazıldığını belirtmek isterim...

18 Şubat 2016, Perşembe 01:30
YAZININ DEVAMI