‘’Ölüm kalleş, bunu yapan daha kalleş‘’
Ve o, daha 19 yaşındaydı. Bazen kasada rastlardım kendisine. Aldıklarımın hesabını yapıp, parayı aldıktan sonra poşete koymama yardım eder, teşekkür etmeden, “iyi geceler abi” demeden bırakmazdı. Sürekli gülümser gibi bakan, güzel yüzlü biriydi. Son iki senedir market dışında da karşılaşır olduk kendisiyle sık sık. Karşılaştığımız yer genelde, sevdiğim bir arkadaşımın işlettiği Plevne Kıraathanesi’ydi. Ben, Fenerbahçe’nin Avrupa maçlarını orada izliyordum. O akşamlar Burak olmuyordu pek. Çünkü maç Kadıköy’deyse, o da mutlaka tribündeydi. Öyle seviyordu Fenerbahçe’yi. Sabah gazeteye gelip, fotoğrafını gördüğümde yaşadığım şey şoktu. İnsanın bazı şeylere inanası gelmiyor, inanmak istemiyor. Yakıştıramıyorsunuz çünkü hayatının baharında bir gence böyle alçakça bir ölümü. Ölüm kalleştir ama bunu yapan, ölümden de kalleş... Bir arkadaşım, “hayvan” dedi. “Yoo, öyle söyleme” dedim, “Hayvanlar sadece karınlarını doyurmak için öldürür. Hiç tanımadığın, bilmediğin, gencecik bir insanı, sırf başka bir takımın taraftarı diye öldürmek için insan müsveddesi olmak gerekir.”
Senin gidişin çok erken oldu be Burak. Nur içinde yat sevgili kardeşim.
‘’İnsanlık için bir dakika!‘’
Tek bir yanıtı var bunun; Ölüme davetiye çıkarmak. Sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk futbolunun Efsane’si olan Lefter Küçükandonyadis, ölümü göze aldı, sevgili dostu Aziz Yıldırım’ı Metris Cezaevi’nde son bir kez görebilmek için. Öylesine seviyordu onu... Ama doktorları izin vermedi bu yolculuğa. O da, bunu satırlara döktü, ölümünden birkaç gün önce. Ve dostu Aziz Yıldırım’a gönderdi torunu Özlem’le. Diyordu ki mektubunda, “Fenerbahçe’ye ve sana haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Bunları yanına gelip söylemek isterdim, fakat doktorum izin vermiyor. Rıdvan da sağolsun helikopter temin etmiş, beni sana getirmek için. Uçmaktan çekinmeme rağmen gelmek istedim ama izin vermiyorlar lanet olsun... Yanına gelemiyorum ama sana torunum Özlem’le bir resmimi ve mektubumu gönderiyorum. Benim için yaptıklarını unutamam asla. Ne kadar ömrüm kaldı bilemem. Hakkını helal et yeter benim için.”
Aslında bu satırların devamı vardı bence; “Sağlığımda ben sana gelemiyorum, inşallah sen bir an önce cezaevinden çıkar ve öldüğümde cenazeme gelirsin.” Eminim ki, bunlar aklından geçmiş ama cezaevinde sıkıntılı günler geçiren can dostunu üzmemek için dillendirmemiş, mektubuna yazmamış, yazamamıştı.
Son mektubu, onun vasiyetiydi... Can dostunu yaşarken son bir kez görmek, gözlerini bu fani dünyaya kapadığında ise yanında olmasını istemek... İlkine ömrü yetmedi ne yazık ki. İkincisi? Vefatıyla sadece Fenerbahçeliler’i değil, tüm sporseverleri büyük üzüntüye boğan Türk futbolunun Ordinaryüs’ünün dillendiremediği bu isteği yerine getirmek çok mu zor? Yetkisi varsa Şike Soruşturması’nı yürüten Sayın Savcı, yoksa Mahkeme Başkanı ve üyeleri, cezaevi müdürü, Bakanlar Kurulu, yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, onun bu son vasiyetini yerine getirmez, getiremez mi? Ne olur, Aziz Yıldırım özel bir izinle gözetim altında Lefter’in naaşının yanına getirilse. O da, çok değil, bir, sadece bir dakika boyunca can dostunun naaşı başında kalıp, son duasını okusa ve vedalaşsa... Eminim ki, Aziz Yıldırım, bu bir dakika için bir yıl hapis yatmaya razıdır. Ama bu, son zamanların moda deyimiyle, “Aziz Yıldırım’a özel” değil; Yunanlılar, “Bırak Türkiye’yi gel, bizim milli takımımızda oyna” önerisi getirdiğinde, “Benim vatanım Türkiye” diyen, Atina’da kalp krizi geçirdiğinde kendine geldikten sonra ağzından ilk olarak, “Beni İstanbul’a götürün. Öleceksem vatanımda öleyim” sözleri dökülen Lefter Küçükandonyadis’e özel bir uygulama olacak. Bu, kimseyi rahatsız etmez bilesiniz. Tam tersine toplumsal uzlaşıya büyük katkı sağlar. Ne olur!..
‘’Sanal yargıç gerçek sanık!‘’
Ancak bu konuda (Allahı var) Sayın Sadri Şener’in eline kimse su dökemez. Kendisi işadamı, Trabzonspor Başkanı, aynı zamanda savcı, hakim, TFF Başkanı... Kimi zaman savcı olup, iddianameyi yazıyor, hakim olup hükmü veriyor; kimi zaman kendini Futbol Federasyonu Başkanı ve yönetim kurulu üyelerinin yerine koyup, fermanını veriyor... Haa, unutmadan, aynı zamanda (tutuksuz) sanık kendileri... Öyle hakimlik, savcılık gibi sanal da değil, gerçek sanık. Şike iddianamesinde tutuksuz yargılanıyor ve maç günleri karakola gidip imza veriyor biliyorsunuz... Yani bir yandan sanık, diğer yandan kendine atfettiği unvanlarla savcı, hakim, federasyon başkanı bilmem ne... “Bir kişi aynı anda hem sanık, hem savcı, hakim olamaz” mı diyorsunuz. Valla bilemem; Sayın Şener aynı davada sanık olduğuna bakmaksızın, diğer sanıkları yargılıyor tek başına, veriyor hükmü... Ayan beyan, “Şike yaptınız” diyor, “teşvik primi verdiniz” diyor ve hükmü kesiyor; “Tiz kelleleri vurula, hemen şampiyonlukları iptal edilip, küme düşürüle, onların yerine kupa (aynı davada yargılanan) Trabzonspor’a verile...” (Yakında Fenerbahçe’nin tüm kupalarını isterlerse hiç şaşırmayacağım nedense)
En komiği de ne biliyor musunuz; Trabzonlular, demiyorlar mı, “Fenerbahçeliler bize niye düşmanlık yapıyor anlamıyoruz” diye, gülmekten ölüyorum. Allahını seversen, bu Trabzon fıkrası mıdır nedir yaaa. Sen kalk, adamlara “hırsız” de, “şikeci” de, “şampiyonlukları iptal edilsin” de, “küme düşürülsünler” de, aynı davada yargılandığına bakmaksızın, “biz tertemiziz” de, onu de, bunu de, sonra da kalk, “Niye düşmanlık yapıyorlar anlamıyorum” de. Hadi git işine be... Bir düşün bakalım, 1.5 yıl once Fenerbahçe’yi son maçta şampiyonluktan ettiğinde, tek bir Fenerbahçeli’den bırak düşmanlığı, tek bir sitem sözü duydun mu? Duymadın değil mi. O zaman düşün bakalım seninle berabere kalıp şampiyonluğu kaçırdığında tek bir sitem sözü etmeyenler şimdi niye düşmanlık yapıyor!..
Unutmadan Sayın Şener; Bu ülkede, adam öldürmüş birine mahkeme hüküm vermeden önce katil diyemezsiniz. Suçtur... Sadece “katil zanlısı” diyebilirsiniz. Bilmem anlatabildim mi.
‘’Ne demişti İslam Baba!‘’
Diyelim ki, Türkiye’nin köklü bir ailesine mensupsunuz ve babanız bir sabah kapınızı çalan polis tarafından “gasp ve hırsızlık” suçlamasıyla gözaltına alındı, savcılık sorgusunun ardından da mahkemece tutuklandı. Bu arada oturduğunuz sitenin de kuralları var ve bu suçlamalar doğrultusunda oradan atılmanız da söz konusu.
Aile fertleri olarak ne düşünürsünüz? “Kendisini aklasın gelsin” mi, yoksa “Benim babam öyle şey yapmaz. Mahkemede suçsuzluğu anlaşılacaktır” mı...
Birinciyi seçerseniz, “aile fertleri” olarak sizin, diğer insanlardan hiçbir farkınız yok demektir.
Onlar da, “Yapmıştır”, “Yapmış olabilir”, “Tutukladığına göre suçlu” diye düşünmektedir, (söylemeseniz bile) siz de. Böyle düşünenlerin oluşturduğu kitle de “aile” değil, “topluluk”tur olsa olsa. Topluluğu oluşturanlar da “rüzgâra göre” hareket eder, “aile bağlarına göre” değil.
İkinciyi seçerseniz, babanızı tüm saldırılara, eleştirilere, suçlamalara karşı koruma uğraşı verirsiniz. Yüreğinizin bir köşesinde “acaba” kuşkusu olsa bile bunu asla hissettirmez, sonuna kadar babanızın arkasında durursunuz. Şüphesiz zorlu, sarp ve engebelidir bu yol. Çaba ister, emek ister, zorluklara göğüs germe, eleştirilere ve suçlamalara katlanma gücü ister. Ama aile olmak tam da böyle birşeydir işte. Sevgi, dayanışma, kenetlenme, birlik-beraberlik içinde tek bir vücut gibi hareket etme...
Siz böyle davrandıkça birileri rahatsızlık duyacaktır. Buna hazırlıklı olun. Başlayacaklardır psikolojik harekâta; “Babanızdır tamam ama o bir suçlu. Durmayın arkasında” diye bombardımana tutarlar sizi. “Yahu ne suçlusu? Tutuklu ile hükümlüyü birbirine karıştırmayın. Her tutuklu suçlu değildir. İdamla yargılanan kaç tutuklunun serbest kaldığını duymadınız mı hiç” diye sorarsınız ama nafile. Çünkü onlar zaten bilmektedir bunu ve amaç başkadır... Amaç sizi yıldırmak, aile bağlarınızı zayıflatmaktır, bir daha ayağa kalkamayasınız diye. Eğer psikolojik harekât başarılı olursa geçmiş olsun. Babanız aklansa bile iş içten geçmiştir artık. Ama tüm bu saldırılar, yıldırma harekâtlarına karşı dimdik durabilir, aile olma özelliğinizi korursanız, hiçbir şey yıkamaz sizi. Olur ya, babanız suçlu bulunsa bile mahkeme sonunda, (Belki ondan önce site yönetimi tarafından evinizden çıkarılıp, daha küçük bir evde yaşamaya mahkum edilmiş de olabilirsiniz) hiçbir şey farketmez aslında. Üzülürsünüz, kahrolursunuz ama asla pişmanlık duymazsınız yaptıklarınızdan. Belki babanıza kızarsınız, “Nasıl böyle birşey yaptın” diye ama koyvermezsiniz kendinizi. Birbirinize daha sıkı kenetlenirsiniz. Çünkü siz bir ailesinizdir. Ve yeniden kalkarsınız ayağa eskisinden daha güçlü olarak; Babanızla veya onsuz...
Ne demişti rahmetli İslam Çupi; “Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupabüyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz...”
‘’Bu buluşma gerçekleşmeli‘’
Olağan şartlarda ‘aptalca’ gelebilecek bazı eylemler, olağanüstü dönemlerde ‘şart’ olabilir. Tıpkı Fenerbahçe Futbol Takımı’nın Düzce Topuk Yaylası’ndan bir günlüğüne İstanbul’a dönerek, antrenmanını Şükrü Saracoğlu Stadı’nda yapıp, geri dönmesi gibi. Normal şartlarda böyle birşey yapmaya kalksanız, herkes size şüpheyle bakar; “aklından zoru mu var” diye. Oysa şu günlerde Fenerbahçe’nin böyle bir eyleme şiddetle ihtiyacı var, bana göre. En başta taraftarın. Çünkü “şike operasyonu” patladığından beri hepsi şaşkın, üzüntülü, öfke dolu... Birşeyler yapmak, harekete geçmek, suçlamalar karşısında seslerini duyurmak, dayanışma içinde olduklarını göstermek istiyorlar. Onları bir araya toplayacak, tek vücut olmalarını, seslerini duyurmalarını, içlerindekini haykırmalarını, dayanışma içinde olduklarını göstermelerini sağlayacak tek şey, takımın Şükrü Saracoğlu’nda yapacağı bir idman. Yürüyüş için izin almak zorundasınız. Yoksa yaşadışı bir iş yapmış olursunuz. Ancak kendi stadında idman yapmak için kulübün, izlemek için taraftarın izin almasına gerek yok.
Sadece taraftarların değil, futbolcuların da böyle bir buluşmaya şiddetle ihtiyacı bulunuyor. Onlar da şaşkın, üzgün, moralsiz, yıkık. Aykut Kocaman ve teknik heyet, her ne kadar onları bu havadan sıyırmaya, saha dışından saha içine çekmeye çalışsa da, bir yere kadar... Futbolcuya moral verecek, yüzünü güldürecek, ayağa kaldıracak en önemli ilaç, taraftarın ilgisi, sevgisi, desteğidir. Alır takımı, getirir İstanbul’a, çıkarırsınız “mabediniz”e. Forması olan giyerek, olmayan Fenerium’dan yenisini alarak (böylece bıçak gibi kesilen satışlar da patlar) idmanı izler, futbolcuya ve kulübüne olan sevgisini haykırır, içini döker, rahatlar. Çünkü futbolcunun taraftara, taraftarın bir araya gelmeye çok ama çok ihtiyacı var. Sonra alın takımı dönün yine Düzce’ye, moral yüklü olarak...
‘’'Dil'bilgini eşek arısı soksun!‘’
Fenerbahçe Kulübü, Fanatik’i “Yalanlanıyorsa doğrudur” haberi (Resmi sitede transfer haberleri yalanlanan isimlerin, daha sonra alındığını yazmıştık) nedeniyle kınayıp, “Transfer Spekülasyonları” adlı bölümün haksız eleştirilere uğradığını iddia etmiş.
Efendim, neymiş? Bir haberi teyit etmemenin, onu yalanlamak anlamına gelmediğini kavrayamamışız. Vay canına!
En çarpıcı bölüm ise sonu. Şöyle diyor? “Türkçe yazılanları anlayabilmek ve dilbilgisi bazındaki eksikleri nedeniyle...”
“Anlayabilmek ..... eksikliği” değil, “anlayabilme eksikliği”. Anlayabildin mi “Türkçe yazılanları anlayan ve dil bilgisi tam” çok bilmiş!
Teyit etmemek, yalanlama anlamına gelmiyormuş. Öyle mi? O zaman, “spekülasyon” ne demekmiş, TDK Sözlük’e bakalım hep birlikte: 1- Vurgunculuk, 2-Saptırma, 3- (Felsefi anlamda) Kurgu...
Belki, Türkçe anlama yeteneğiniz kıttır, izah edeyim; “Transfer Spekülasyonları” demek, “saptırılmış, kurgulanmış transferler” anlamına geliyor, çok bilmişler! “Kurgulanmış, saptırılmış transfer” dediğiniz Emenike, Serdar Kesimal, Orhan Şam’ı transfer etmek ne oluyor pekii! Hem de Emenike’yi aldığınızı, “Kurgulanmış, saptırılmış transfer” dediğiniz gün ilan etmek!!
* * *
Yaşamını “etik” değerlere adamış, kardeşi Hakan Can ile birlikte yılllarca Fanatik’te ‘Fanetik’ sayfasını hazırlamış, bu çalışmaları nedeniyle Dünya Fair Play Konseyi tarafından büyük ödüle layık görülmüş sevgili Cem Can’ı yitirdik önceki gün. Biliyorum, her ölüm erkendir ama seninki çok erken oldu be Cem... Nur içinde yat sevgili kardeşim. Senin, ailenin, sevgili Hakan Can’ın, hepimizin başı sağolsun.
‘’Bukalemungiller!‘’
Milyonlar dediğin kuru kalabalık. Adama soruyorsun, tuttuğu takımın ne hocasını, ne başkanını, ne futbolcusunu tanıyor ama taraftar. Ne yapayım ben böyle taraftarı. Taraftar dediğin, kulübüne maddi ve manevi destek sağlayan, onunla bütünleşen kişidir. Konu bu olunca da Fenerbahçe taraftarının eline kimse su dökemez. Fenerbahçe, onların sayesinde stat gelirlerinde rakiplerine uzak ara çeker. Ürün gelirlerinde de yanına yaklaşan yoktur.
Fenerbahçe taraftarı sadece kulübüne kazandırmakla kalmaz, onunla maç yapan kulüplerin kasasına da hatırı sayılır bir para bırakır. Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav, boşuna, “Senede bir kez, Fenerbahçe ile oynadığımızda kasamız doluyor” demiyor. Bununla da bitmiyor. Fenerbahçe hangi deplasmana çıksa, orada tribünler tıklım tıklım doluyor. Çok uzağa gitmeyin, son Eskişehirspor maçını hatırlayın. Ama işin esas can alıcı noktası, Fenerbahçe’nin ve taraftarının, ülke esnafına sağladığı büyük katkı. Hayır, hayır, maçların olduğu gün stat çevresinde “cukkayı götüren” esnaftan bahsetmiyorum. Benim dediğim tüm Türkiye esnafı. Biliyorsunuz, spor kulüpleri, kahvehaneler, birahaneler, maçları yayınlayabilmek için büyük paralar ödeyerek Digitürk alıyor. Maç günleri ne kadar çok müşteri gelirse, o kadar çok para kazanıyorlar. Pekii, esnafa en çok para kazandıran takım hangisi sizce? Hiç tartışmasız Fenerbahçe tabii ki. Dikkat ederseniz, “en çok para kazandıran taraftar” demedim, ‘Fenerbahçe’ye vurgu yaptım. Çünkü sadece Sarı-Lacivertliler değil, tüm takımların taraftarları izliyor Fenerbahçe’nin maçlarını. Özellikle kendi takımları yarıştan koptuysa, hepsi Fenerbahçe maçlarında ekranın karşısına geçiyor. Tabii ki, Fenerbahçe’nin rakiplerini desteklemek için. Fenerbahçe o hafta kiminle oynuyorsa, o takımın taraftarı oluyor hepsi. (Desteğin için sağol Arda!) Maçları yayınlayan neresi varsa, ful çekiyor. Böyle bir yer işleten bir büyük takımın taraftarı arkadaşımın şu sözleri her şeyi o kadar güzel anlatıyor ki, “Valla Fenerbahçe asla şampiyon olmasın ama asla da yarıştan kopmasın. Yoksa biz nasıl para kazanırız. Fenerbahçe yarışta olmadığı seneler Digitürk üyeliğimizi iptal edecektik neredeyse.”
Geçenlerde yine böyle bir maçta diğer takımların tüm taraftarları cümbür cemaat Fenerbahçe’nin rakibinin taraftarı olunca, Sarı-Lacivertli bir kardeşim dayanamadı, “Abi” dedi, “Bunlar bukalemungiller familyasından. Bukalemunlar bulundukları ortama göre renk değiştiriyor, bunlar Fenerbahçe’nin rakibine göre. Sonra bir de büyüklük tartışmasına giriyorlar!”
‘’Ahret soruları değil hocam!‘’
Bursaspor Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam hoca diyor ki, “Penaltı gerçeğini herkes gördü. Pozisyon öncesinde Semih’in yaptığı faulu görmemezlikten gelip, Serdar Aziz’in devamında yaptığı harekete takılmak, tarafsız bir yaklaşım değil.”
Hoca, Andre Santos’tan hiç bahsetmediğine göre o penaltıyı kabul ediyor demek ki, bu biiir. Sevgili hocam, ikincisi ise hakem açısından daha vahim. Çünkü Semih’in yaptığını iddia ettiğiniz faulü GÖRMESİ MÜMKÜN DEĞİL. Serdar Aziz’in yaptığını ise GÖRMEMESİ. Bu, bir teknik adam olarak hiç midenizi bulandırmıyor mu? Hani tarafsızlıktan, objektiflikten bahsediyorsunuz ya...
Objektiflik demişken, (Bundan 17 yıl önce yani 1994 yılında Bursaspor’un artık şampiyonluk mücadelesi yapması hatta buna ulaşması gerektiğini yazan biri olarak) bazı sorularım olacak hocam. Son maçta Fenerbahçe’yi yenseniz aradaki puan farkı 6’ya, 2 hafta sonra maçınız olan Trabzon’la 9’a düşecek. Bu da, (iki takımın birbirinden zorlu maçları düşünüldüğünde) şampiyonluk, olmadı Devler Ligi’ne katılmanızı sağlayabilecek ikincilik şansınızın sürmesi demek. Oysa siz, geçen sezon 2-0 geriden gelip, 3-2 yendiğiniz rakibinize karşı, 25-30 yıl geride kaldığını sandığımız 1-9-1 taktiğini tercih ettiniz.
Amacınız üzüm yemek yani kazanıp, ilk 2 iddianızı devam ettirmek miydi, yoksa bağcıyı dövmek yani Fenerbahçe’ye çelme takmak mı?
Hani geçen sezon son hafta Trabzon da tıpkı sizin gibi beraberliği sağladıktan sonra “Çanakkale geçilmez”i oynayıp, kalesini cansiperane savunmuş ve elde ettiği beraberlikle sizin şampiyon olmanızı sağlamıştı ya. (O maç sonrası, ‘Trabzon üstümüze bile gelmedi ama bizim takım kazanamadı’ diyen bazı saftirik Fenerbahçeliler’e de son maç kapak olmuştur sanırım)
Yoksa siz de bir şampiyonluk ve Devler Ligi’ne katılmayı yeterli görüp, kendiniz değil, Trabzon için mi oynadınız bu kez? Önümüzdeki hafta Trabzon deplasmanında yine 1-9-1 taktiğiyle mi oynayacaksınız?
Yoksa, “Ben bu taktikle 34 maçta (şansım yardım etse bile) ancak 34 puan toplayabilirim. Bu da kümede kalmaya yeter mi yetmez mi bilinmez. O bir maçlık taktikti”diyerek eskiye mi döneceksiniz? Sorular benden, yanıt verip vermemek sizden hocam.