‘’Süper Lig gibi!‘’
Türkiye bunaltıcı yazı yaşarken, donuyoruz ve insanın içine işleyen rüzgarın etkisiyle titriyoruz. Maç için bu kente gelen Orta Avrupalı ve soğuğa aşina Slovaklar bile titriyor. Tüm bunlara ve maçın adının da Yeni Zelanda-Slovakya olmasına rağmen, 25 bin taraftar gibi hatırı sayılır bir kalabalık olması ilginçti.
Vittek’ten usta işi gol
Dünya Kupası’nda Süper Lig’in yükünü taşıyan takım Slovaklar. Ankaragücü’nden iki, Beşiktaş’tan ise bir isim bulunuyor. Bir de Fenerbahçe’nin yeni transferi Miroslav Stoch... Haliyle Sarı-Lacivertli yıldızın kupadaki ilk maçını analiz etmek için Johannesburg’tan kara yoluyla Rustenburg’a vardık. Ancak kadrolar açıklandığında hayal kırıklığına uğradık. Süper Lig’den tek isim 11’deydi, Vittek... Holosko, Sapara ve Stoch ise kulübedeydi. Baba Weiss, oğlu Weiss’ı Stoch’a tercih etmişti. Premier Lig’de Manchester City forması giyen Weiss, babasının yüzünü kara çıkarmadı. Sestak’ın ilk yarıdaki zorlamaları, Slovakya’nın tek çaresi savunma yaparak oynamak olan ve beraberliği hedefleyen Zelanda’nın direncini kıracağını gösteriyordu. İkinci yarının hemen başında Bochum’lu yıldızın ortasına Ankaragücülü Vittek’in ‘usta işi’ kafası Slovaklar’ı sevindirdi.
Holosko ve Stoch girdi ama...
Zelanda’dan sonra teknik direktör Weiss’ın da direnci kırıldı! Deneyimli çalıştırıcı önce Holosko hemen ardından da özellikle Fenerbahçeli taraftarların merakla beklediği Stoch’u oyuna aldı, saha Turkcell Süper Lig’e döndü. Kalan süre çok az olduğu için iki oyuncu da kendilerini gösterme fırsatı bulamadı. Hücumun solunda görev alan Stoch çok istekli, hareketli ve dinamikti ancak uzatmalarla birlikte 9 dakika içinde ne kadar yetenekli olsanız da bir şeyler yapmanız çok zordur. Holosko da ileri uçta doğru dürüst top alamadı. Turnuvanın sürpriz ekibi Zelanda, Reid’in son saniyelerdeki kafa golüyle bir şok daha yaşattı. Onları, Avusturya’daki hazırlık kampında seyretmiştim, demek ki Sırplar’ı yenmeleri tesadüf değilmiş. Tabi ki Paraguay ve İtalyalı gruptan çıkmalarını beklemek hayalcilik ama ortaya koyacakları performans diğer takımlar açısından belirleyici olacak.
‘’İkisi de bir şey kaybetmedi‘’
Gök Mavililer adına bu zorlu karşılaşmada liderlik vasfı taşıyan, takımı sırtlayacak, zor anlarda inisiyatif alabilecek tek isim De Rossi’ydi... Totti ile Del Piero’suz İtalya’da bir de Pirlo’nun beklenmedik sakatlığı yaşanınca teknik direktör Lippi, Romalı orta saha oyuncusuna sarılmıştı zorlu başlangıç maçı için. Rakip, Güney Amerika elemelerinden üçüncü olarak gelen ve gruptan çıkması beklenen Paraguay olunca son şampiyon biraz daha temkinli gibiydi. İtalyanlar gibi sertliği ön planda tutan Paraguay ise Gök Mavililer’i kendi silahıyla sindirmeye çalışan bir düşünceyle sahaya çıkmıştı.
Ancak İtalyanlar eksiklerine rağmen beklentilerin üzerinde bir hız, agresiflikle başladılar mücadeleye... Güney Amerikalılar, Alcaraz ile buldukları gole kadar ofansif olarak çok yetersiz gözüktüler. Ama hem sahadaki (Barrios, Valdez) hem kulübedeki (Santa Cruz, Cardozo) hücumcuları her takımın gıptayla bakacağı isimlerdi. Yedikleri gol, söz konusu İtalya savunma geleneğini utandırabilecek bir hataydı. Cannavaro’nun tecrübesine yakışmadı. Sahanın en iyilerinden De Rossi, üstüne düşenden fazlasını yaptı. İtalyanlar’ı olası bir krizden kurtardı. Bir de gizli kahramanı vardı. O da Camoranesi’ydi. Zamanında Arjantin asıllı olduğu için milli formayı giymesi üzerine polemikler yapılan Juventuslu yıldız ilerlemiş yaşına rağmen dinanizmi ve tecrübesiyle takımını titretip, kendine getiren oyuncuydu. Bu maçın berabere bitmesi eğer büyük bir aksilik olmazsa iki takımın da gruptan çıkacağı yönünde bir işaret olarak yorumlanabilir.
‘’Afrika'nın gururu!‘’
D Grubu’nun açılış maçı için Pretoria’dayız... Rakım 1800 metreden, 1300’e düşünce haliyle hava da biraz yumuşuyor. İlginç bir karşılaşma... Çok değişik iki futbol ekolü karşı karşıya.... Sahadaki ilginçlikler bununla da bitmiyor. İki takımın başında da Sırp teknik adamlar. Bir yanda Antiç kendi ülkesini, diğer tarafta Rajevac ise Afrika ekibini çalıştırıyor. Aynı zamanda iki iyi dost Antiç-Rajevac rekabeti mücadeleyi bir Balkan derbisine dönüştürüyor... Süper Lig transfer pazarının gözdeleri Pantelic ve Krasic ile eski Galatasaraylı Kingson ve Fenerbahçeli Appiah’ın sahada olması bizim açımızdan da maçı daha izlenir kılıyordu. Ufak bir dip not daha. İki takımın da ilk 11’inde oynayan futbolcuların hiçbiri kendi yerel liglerinde top koşturmuyorlar. Tamamı Avrupa’da forma giyiyor.
Elemelerden büyük sükseyle gelen ve kadrosu süper yıldızlarla dolu Sırbistan beklenenden uzak bir görüntüdeydi. Özellikle 10 kişi kalana kadar enerjisi çekilmiş için boş bir ekip gibiydiler. Afrika’nın ‘Siyah Yıldızlar’ lakaplı Gana ise tersine dinamik, daha istekli ve mücadeleciydi. Arjantinli hakem Baldassi, Lukovic’i haksız yere atarak, maçın kaderiyle oynadı. Sırplar 10 kişiyken, Krasic’in kaçırdığı yüzde yüzlük pozisyon maçın döndüğü an oldu. Bu karşılaşmaya kadar yüzü gülmeyen Afrika’nın gururunu, kıtasında yapılan kupada ilk zaferi getiren Gana kurtardı. Şu ana kadar en göze batan Afrika ekibi de onlar.
Bu arada Ganalı taraftarların değişik bir kutlama şekli var. Tribünlerin önündeki boşlukta lambada yaparcasına ellerinde bayraklarla ufak topluluklar halinde gezip dans ediyorlar. Bu Afrikalılar’ın futbol maçı seyretme anlayışları alışılmışın çok dışında. Yalnız üçüncü Afrika takımının maçını seyrediyorum, bu vuvuzela’yı Ganalılar bir başka üflüyor! İnsanda ne akıl bırakıyor, ne maçı dikkatlice analiz edebilmek için konsantrasyon.
‘’Arjantin kupaya renk getirdi!‘’
Ellis Park Stadı’nın çevresinde yoğunlukla Nijeryalılar’ın yaşaması nedeniyle tribünlerde çoğunluğun Afrika ekibinden yana olması bekleniyordu. Ancak Arjantin sevgisi sınır tanımıyor. Yerel halkın da desteğini almış olması dolayısıyla stadın yarısından fazlası Mavi-Beyaz’a boyanmıştı. İspanyolca yazılı sayılı pankart ve flamanın yanında bulunduğum yere uzakta da olsa Ay-Yıldızlı bir bayrak, üzerinde ‘Düzceli’ yazan... Aklımıza önce 2002 Güney Kore-Japonya nostaljisi ardından da “Biz niye burada yokuz?” diye isyanla karışık bir düşünce geliyor.
Herkes Messi’nin peşinde... Herkes onu izlemek için gelmiş Ellis Park’a... Ama “Sahadaki en popüler kişi kim?” diye sorarsanız cevabı: Maradona... Kendine ayrılan bölgenin en uç bölgesinde kimi zaman sinirlenen kimi zaman kendi kendine konuşan ama sürekli hareket halinde düşünceli bir futbol efsanesi. Biliyor ki, olası bir fiyaskonun hesabı ondan da sorulur. Dünyada her takımın rüyalarını süsleyebilecek forvet üçlüsü Messi-Higuain-Tevez, ilk yarıda Nijerya savunmasını sürklase etti. Ancak gol, savunmacı Heinze’nin kafasından geldi. Özellikle Messi’nin biri yerden olmak üzere iki ayak içi kesmesini ve birçok gol pozisyonunu önleyen kaleci Enyeama sahanın yıldızlarındandı. Soğuk İsveçli Lagerback, sıcak Nijerya’yı ısıtamıyor. Bu sezon Almeira formasıyla La Liga’nın gözdelerinden olan ve girdikten sonra Arjantin’i yıpratan Uche’yi oyuna çok geç aldı. Tangocular belki çok iyi değillerdi ancak elemelerde yaşadıkları zorluklar göz önüne alındığında kendilerini aşmış gözüktüler. Sonuç olarak taraftarıyla, tribün şovlarıyla, hocasıyla, Messi’siyle sahne alan Arjantin kupaya renk getirdi.
‘’Hello Africa!‘’
Dr. Alban’ın 1990’a damgasını vuran “Hello Africa” şarkısının nakaratını mırıldanarak, indim önceki gün Johannesburg’a... Uzun ve yorucu yolculuk zaten insanı yıpratırken, bir de serinden soğuğa dönmek üzere olan hava da hafiften ısırıyordu. İnsanı ilk gün akreditasyon işlemleri için gittiğimiz Soccer City Stadı’nın çevre düzenlemesindeki bozukluk ve birçok alanın maça 24 saatten az kalmasına rağmen hala toz toprak içinde bulunması dikkat çeken en önemli husustu. Havalimanından itibaren karşılaştığımız futbol dünyasının Marcel Desailly, Hugo Sanchez ve Bruce Grobbelar gibi ünlüleri dev kupanın başlamak üzere olduğunun sinyalleriydi.
Ke Nako ama pek olmamış!
Bilbaordlar ve önemli merkezler dev turnuvanın başlıyor olduğunu haber veren afişler ve bayraklarla donatılmış. Ancak güvenlik zaafiyetinin çok yüksek olduğu ve kupa başlamasına rağmen hala giderilememiş olması özellikle Johannesburg’a burada bir Dünya Kupası oynandığı izlenimini vermiyor. Johannesburg sokakları boş. Başlarına birşey gelmesinden korkan taraftarlar stat çevresinde dışında önemli kalabalıklar oluşturamıyor. Şehirde ne bir festival ne de bir karnaval havası var.
Kendinize dikkat etmeniz yönünde sürekli size yapılan telkinler ve verilen tavsiyeler insanı paranoyak edecek cinsten. Düşünün hava karardıktan sonra ortada görülmeniz pek istenmiyor. Bu şartlar altında yapılan bir kupada ne kadar ambians olabilir ki... İnşallah üzücü şeyler olmaz ama turnuva boyunca yaşanan skandalların boyutunun büyümesi FIFA Başkanı Sepp Blatter’i epey yıpratacaktır. Zaten hakkındaki spekülasyonlar bitmek bilmeyen İsviçreli spor adamına organizasyondaki yetersizlikler yüzünden yapılan sert eleştirilere her yerde rastlamamak işten bile değil. Kupanın sloganı “Ke Nako” yani “Biz yapabiliriz” demek ama şu ana kadar olmamış gibi gözüküyor. Tabi bir de vuvuzela olayı var. Bırakın stadı, yataktan bile onun sesiyle uyanıyorsunuz.
Beklenen cinsten oldu...
Maça gelince... Bir yanda Fenerbahçeli Parreira diğer tarafta Galatasaraylı Dos Santos. Sonuç beklenen cinsten oldu, yani ne İsa’ya ne Musa’ya. Dos Santos geçen sezon Galatasaray formasıyla hiç olmadığı kadar iyi bir performans sergiledi. Futbol fena değil ama stadı saran vuvuzela sesleri bayıltıcıydı, azınlıkta kalan Meksika taraftarının tezahüratları ise bir futbol maçında olduğumuzu hatırlatıyordu.
‘’Top Secret!‘’
Gazetecilikte oturup masa başında ya da çeviriyle haber yapmak internetin gelişmesiyle artık iyice kolaylaştı. Bir haberi yerinde takip etmek, izlenimlerinizi aktarmak son dönemde pek yapılır cinsten değil artık. Biz de elimizden geldiğince transfer gündemini oluşturan isimlere ulaşmaya çalıştık. Ancak bir gazetede “Krasic, Türk gazetecilerin tuzağına düşmemiş” başlıklı bir haber çıktı. Aslında bu tür polemiklere girmenin doğru olmadığını biliyorum. Ancak insan kalkıp, İstanbul’dan taa Avusturya Alpleri’ne gidip, oradan oraya koşturunca ve emeğine laf söylenince dayanamıyor.
Sırbistan basınında çıkan haber şuraya kadar doğrudur. Krasic, kendisine hediye etmek için yanımızda Avusturya’ya götürdüğümüz 17 numaralı Fenerbahçe formasını eline aldı ve baktı, ardından giymek istemedi. Biz de bu anı fotoğraflama imkanımız olmasına rağmen izin vermemesi üzerine böyle bir eylemde bulunmadık. Sonrasında formayı kendince haklı gerekçelerle iade etti. Biz de buna çok saygı duyduk. Çünkü CSKA Moskova’lı bir futbolcunun milli takım kampında Fenerbahçe formasıyla poz vermesi başına iş açabilirdi. Hediye etme teklifimizi de kabul etmedi. Bunu da zaten 27 Mayıs tarihli FANATİK gazetesinin 3. sayfasında yazdık.
Ancak Krasic’in İngilizce bilmemesi nedeniyle takım arkadaşı Milan Jovanovic’in tercümanlık yaptığı röportajında, kendisi bize Fenerbahçe’nin teklifinden haberdar olduğunu açıkladı. Tam üç kez “Top secret” (Çok gizli) diyerek bunu yazmamamızı talep etti. Ancak bizim görevimiz doğruyu ve söyleneni kamuoyuna aktarmak. Hatta foto muhabiri arkadaşım Murat Akbaş da olayın şahididir ve bana “Bu röportajın başlığı ‘Top Secret’ olsun” dedi. Ayrıca kaleci antrenörü Rade Zalad da “Krasic bana Fenerbahçe’yi sordu” açıklamasını yaptı. İsteyen Zalad’a sorabilir. Tabii ki Krasic, kendi ülkesinin basınına politik konuşmak zorunda. Çünkü Sırbistan Milli Takımı ile Dünya Kupası’na hazırlanıyor, birçok takım tarafından isteniyor. Yaptığımız araştırmalar da Türkiye’ye çok soğuk bakmadığı yönünde... Kısacası bazıları iş yapar, bazıları bazılarının yaptığı işlerin üzerinden prim yapmaya kalkar. Zaten gazeteciliğin genetiğinde bulunan bu kötü huy yıllardır süregelen bir yaradır. Fazla söze gerek yok.
‘’Milli forma ve adalet!‘’
Yeni bir döneme başlayan A Milli Takım’da Guus Hiddink’in kadro oluşturma kriterinin nasıl olacağı en büyük merak konusu... Dünyanın her ülkesinde, milli takım kadrosu seçilirken, ‘onu niye almadın, bunu niye aldın?’ şeklindeki ‘sığ ve sonu gelmez’ tartışmalar futbol kamuoyunda yapılır. Ancak bu polemikler ortaya çıkarken, seçicinin ne kadar adaletli davrandığı en önemli kriterdir. Amerika kampı, yeni hocanın Türk oyuncularla kaynaşması ve adaptasyon sağlaması açısından büyük bir fırsattır. Zaten Ağustos’taki bir hazırlık maçının sonrasında EURO 2012 elemeleri başlıyor. Yani artık belli bir noktadan sonra milli kadro seçilirken pek de deneme-yanılma yöntemini kullanma şansınız olmayacaktır.
Kadro seçimini Hiddink’in bizzat kendinin mi yaptığı yoksa yardımcısı Oğuz Çetin’in mi etkisinde kaldığı bir soru işareti... Bursaspor ile mükemmel bir sezon geçiren kaptan Ömer Erdoğan herhalde Galatasaray’da istenmeyen adam ilan edilen Servet ile Emre Güngör ve neredeyse bir sezondur oynamayan Gökhan Zan’dan milli formayı daha çok haketmiştir. Yine Yeşil-Beyazlı takımda adeta ikinci baharını yaşayan Ali Tandoğan da acaba düşünülemez miydi?
Ayrıca Türk futboluna yeni bir soluk getirmesini beklediğimiz Hiddink’in tıpkı Terim’in EURO 96’da Vedat İnceefe ile yaptığı gibi, bir orta saha oyuncusu olmasına rağmen ve Bank Asya gibi forvet oyuncularının bile zorlandığı sert bir ligde 18 gole ulaşan Yasin Avcı ile 13 kez Ümit Milli formayı giyen yeni Galatasaraylı Mehmet Batdal’ı da Amerika’ya götürüp en azından bir denemesini beklemek uçuk bir fantezi midir? Kasımpaşa’da kendini aşan transferin gözdesi Yekta Kurtuluş daha ne yapmalı? Yoksa 400 kişiye ‘Amerika tatili’ yaptıracağı söylenen federasyon, 3-4 futbolcunun fazla masrafından mı çekiniyor?
‘’Keyfinize bakın‘’
Futbol ulemalığı aldı başını gitti, özellikle de ecnebi tarafından olanı... İddaa sağolsun bir sürü de Avrupa futbolu profesörü var artık aramızda... Dünya globalleşti, tabii internet falan, haliyle artık herkes herşeyi biliyor. Hatta insanların biraz daha ileri gidip, Messi üzerinde emekleri bulunduğunu iddia edecek olmalarından bile korkuyorum. Bugün tüm dünyanın odaklanacağı bir futbol şöleni var. Bernabeu’da toplam değerleri yaklaşık 1 milyar Euro’yu bulan iki dev kadro kozlarını paylaşacak. Arjantinli süperstar Messi’nin de büyük katkısıyla Barcelona çok daha formda, ancak sezonun ilk yarısındaki maç hatırlanırsa Real Madrid, deplasmanda olmasına rağmen rakibine hiç de kolay teslim olmamıştı. Real’in hocası Pellegrini “Beraberlik her zaman kötü bir sonuçtur” diyor. Bu sözleri agresif bir anlayışla sahada olacaklarını bir kanıtı. Gerçi sadece 1 golün ayırdığı şampiyonluk yarışının getirdiği stresin ortaya çok zevkli bir futbol çıkmasına engel olacağı görüşündeyim. Tahmin yapmak için kahin olmak gerek, hele ki böylesine kapışmalarda. Çok kafa yormak da konuşmak da gereksiz. Bu maçların matematiği hiç olmuyor. Bence siz de kurulun ekran başına ve keyfinize bakın...
*****
Fulham gerçeği
Kolay değil, sen önce son UEFA Kupası’nın şampiyonu Lucescu’nun Shakthar Donetsk’ini, ardından her ne kadar kötü günler geçirse de Juventus’u safdışı bırak... Sonrasında Alman şampiyonu Wolfsburg’u iki maçta da yenerek, ismini Türk takımlarının dudak bükerek baktığı (!) Avrupa Ligi’nde yarı finale yazdır. Çünkü Türkiye’deki mantaliteye göre ‘Şampiyonlar Ligi’nde başarılı olmak zor ama Kupa 2’de ise ‘kolay’dır. Bahsettiğimiz takım Fulham... Mütevazı Londra ekibi, ‘Peri Masalı’nı yaşamaya devam ediyor. Henüz 13 sezon öncesine kadar İngiltere’nin en alt liginde mücadele eden Siyah-Beyazlılar, Muhammed Al-Fayed’in kulübü satın almasıyla 5 sezon içinde müthiş bir çıkış gösterip, 33 yıl aradan sonra Premier Lig’e yükseldi. 2001’de Ada’nın futbolda en üst katmanına çıkan Fulham şimdi limitleri zorluyor. Bu sezonki başarıda yaşlı kurt Roy Hodgson’ın katkısı yadsınamaz. Baktığınız zaman toparlama bir takım gibi duruyor. Kadroda önemli tecrübeye sahip isimler var ama hani bir Elano ya da Dos Santos kadar yıldız olanı yok. Ancak sağlam, kararlı ve inançlılar. Kadrolarının değeri Avrupa Ligi’nde bir varlık gösteremeyen Fenerbahçe ile Galatasaray’ın 30-40 milyon Euro altında. İngiliz teknik adam, 2007 Aralık ayında küme düşme potasındayken aldığı Fulham’ı sansasyonel bir şekilde bir Avrupa finaline taşıyor. Bize ise onları alkışlamak düşüyor ama iç çekerek...
*****
Maradona mı beceremiyor?
Çok ilginç... Şampiyonlar Ligi’ne kalan 4 takıma bakıyorsunuz. Hepsinin kadrosunda en az bir Arjantinli bulunuyor. Bayern Münih (Demichellis), Lyon (Lopez, Delgado), Barcelona (Messi, G.Milito), İnter (Samuel, Zanetti, D.Milito, Cambiasso)... Hepsi de direkt takımda oynuyor. Ancak Arjantin Milli Takımı’na bakıyorsunuz, elemelerden zor bela çıkıyor. Dünya Kupası vizesini güçlükle alıyor. Messi’nin Arjantin’e kupayı kazandıracak bir jenerasyonun içinde olmadığı söyleniyor. Ama kaliteli oyuncular olduğu açıkça görülüyor. Maradona’nın elinde Messi gibi süper bir güç ve artı böylesine isimler var. Bu şartlar altında insan ‘acaba tüm suç Maradona’da mı?’ diye düşünmeden edemiyor.