‘’Yapılmayanı yapabilmek!‘’
Yapılmayanı yapabilmek!
Ve final günü geldi çattı... 32 takım, 736 futbolcuyla başlayan ve tüm dünyayı peşinden sürükleyen 1 aylık heyecan fırtınası bu geceki finalle sona eriyor. Herkes evine döndü, 2 takım ve 46 futbolcu kaldı. Bu maç öyle bir Dünya Kupası finali ki, tarihte eşi benzeri yok. Çünkü ilk kez Brezilya, Arjantin, İtalya ve Almanya takımlarından birinin yer almadığı bir final oynanacak. Hollanda daha önce iki kez ayağına gelen fırsatı kullanamamıştı. İspanya ise bu deneyimi ilk kez yaşıyor.
Cruyff bile becerememişti...
Ahtapottan, Hollandalı Cruyff’a herkes İspanya diyor. Ancak nasıl ki derbilerin sonucunu kestirmek kolay değilse finallerin havası da bir başka olur. İki takımın da önünde hem kendi hem dünya futbol tarihini değiştirmek için sadece 90 dakika var... 70’li yılların Cruyff’lu takımının yapamadığını yapma fırsatı, şimdi Robben ve Sneijder’in Hollanda’sının...
O zamanki ile şimdiki Hollanda’yı yan yana koyun herhalde kimse günümüzdeki takımın daha iyi olduğunu söyleyemez. Ama kazanırlarsa tarih Marwijk ve öğrencilerini yazacak. Berabere bile kalmadan finale kadar gelen Portakal, Brezilya maçının son 45 dakikası hariç doyurucu denilebilecek seviyede futbol oynamadı. Zaten hocaları Marwijk’in oyun planı da sonuca endeksli.
İspanya için tabii ki futbol!
İspanya spora, son 20 yıl içinde bilinçli bir altyapı politikasıyla sporcu yetiştirmek isteyen her ulusa örnek olması gereken önemli yatırımlar yaptı ve bunun meyvelerini topluyor. Tenisten basketbola, hentboldan futbola... Ama İspanya için tabii ki futbolun 1 numaralı kupasını ülkeye getirmenin anlamı başka. EURO 2008’de kupayı kaldırdıktan sonra tek hedefe kilitlendiler: Copa Mundial. İsviçre yenilgisi onlar için hayırlı bir erken uyarı oldu. Mesajı iyi aldılar. Hollanda ile yan yana koyduğunuzda daha parlak futbol oynadıkları iki maç (Portekiz ve Almanya) var.
Finale yaklaştıkça açıldılar... İki takımı da motive eden en önemli unsur daha önce yapılmayanı yapabilmenin getirdiği cazibedir.
Bayan Webb’in demeci...
Maçın hakemi Howard Webb’in eşi, “Kocam evde çocuklara bile laf geçiremez, 22 oyuncuya nasıl sözünü dinletecek” demişti. Tam da final öncesi hafif espri kokan ‘garip’ bir açıklama. Premier Lig’den tanıdığımız ve Şampiyonlar Ligi finalini başarıyla yöneten İngiliz hakem, zaman zaman her hakemin olduğu kadar skandal kararlara imza atsa da (EURO 2008’de Avusturya karşısında Polonya aleyhine verdiği penaltıdan sonra ölüm tehditleri almıştı.) bu dev maçın altından kalkacaktır.
‘’İspanya döve döve...‘’
Futbol garip bir oyun... Öngörülen analizler çoğu zaman dün olduğu gibi kağıt üzerinde kalıyor. Belki de insanlar bu basit oyunu Pereira’nın da dediği gibi bu yüzden seviyor. Yarı finale gelene kadar Almanlar kupanın en etkileyici futbolunu oynayan takımdı. Hatta kaybettikleri Sırbistan maçında bile 10 kişi oynamalarına rağmen rakiplerini sürklase etmişlerdi. İspanyollar ise bir türlü Avrupa şampiyonu olurken yakaladıkları o havayı tutturamıyorlardı. Ta ki dün geceki maça kadar...
Karşılaşmanın başlama düdüğünden itibaren oyunda üstünlüğü ele alan Del Bosque’nin öğrencileri özellikle orta alandaki kollektif ve baskılı oyunlarıyla Panzerler’i bu bölgede sindirdiler. Özellikle ikinci yarının başında Almanya ceza sahası üzerinde kurdukları müthiş baskının getirdiği uzaktan şutlarla Villa, Alonso ve Pedro’yla rakiplerini dövdüler. Tıpkı ringde rakibini köşeye sıkıştıran bir boksör gibi... Müller gibi ofansif etkisi bulunan bir oyuncunun yokluğunu Almanlar çok hissetti. Tam Almanlar kıpırdamaya başlamıştı ki, bu tip pozisyonların adamı Puyol’un altın kafası geldi. O andan sonra Panzer için maç bitti. Çabaları boşunaydı. Topu İspanya savunmasının arkasına geçiremediler.
Dün geceye kadar futboluyla finali hak eden Almanlar dışarıda kaldı. Avrupa şampiyonu olarak 2008’de tarih yazan İspanyollar ise adlarını altın harflerle yazdıracak yeni bir zaferin eşiğindeler.
‘’Kupada bir avuç futbol lütfen!‘’
Dev futbol turnuvasında 60 maç geride kaldı, 28 takım ve dolasıyla 644 futbolcu evine döndü. Bunların arasında öyle isimler var ki, Cristiano Ronaldo’dan Wayne Rooney’ye Kaka’dan Frank Ribery’ye... Hatta yılın futbolcusu seçilen ve gelmiş geçmiş en iyiler arasına girmeye aday gösterilen Lionel Messi bir gol atamadan Dünya Kupası’na veda etti. Ancak Güney Afrika’da bu isimlerin yerine Forlan gibi, Müller gibi, Villa gibi... İlk dörde kalan takımlara bakıldığında sadece Uruguay’ın bu noktada olması sürpriz olarak değerlendirebiliriz. İspanya, Almanya, Hollanda yarı finalin doğal adaylarıydı zaten...
Gelecek Gana’nın olacak
Afrika’nın çeyrek finaldeki tek umudu Gana, trajik bir sonla dramatik bir şekilde kupaya ‘elveda’ dedi. Bu kupada, Almanya 2006’dan bir adım daha öteye gittiler. Ancak kupanın en genç takımı Siyah Yıldızlar (Black Stars) gelecekte çok daha başarılı olacak gibi gözüküyorlar. Brezilya, 2006’dan sonra bir kez daha başaramadı. Dunga’nın teknik direktörlüğe gelmesiyle yepyeni bir kimliğe bürünen Sambacılar’da revizyon işe yaramadı. Oysa ki, Brezilya 2-1 kaybettiği Hollanda maçının ikinci yarısına kadar kupanın en iddialı futbolunu oynuyordu. Sambacılar’da fatura her zaman olduğu gibi hocaya yani Dunga’ya kesilmek üzere...
Javier Zanetti de oynardı
Arjantin son 36 yılın en ağır yenilgisini aldı. Maradona’nın göreve geldikten sonra Tangocular’a ayrı bir hava getirdiği kesin. Her yerde o konuşuldu, attığı her adım takip edildi, ağzından çıkan her kelime olay oldu. Pele ile kapıştı, Platini ile atıştı. Maçlarda taca giden toplara dokunması bile onbinlerce kişiyi ayağa kaldırmak için yetti... Ama keşke biraz daha tecrübe kazandıktan sonra göreve gelseydi. Grup maçlarını kolay geçti, ilk ciddi sınavında Arjantin’i son 36 yılın en ağır yenilgisine uğrattı. Almanlar, savunmanın sağ tarafını paramparça ederken, İnter ile mükemmel bir sezon geçiren Javier Zanetti televizyonun başında maçı izliyordu. 37’lik kaptan, herhalde en az Otomendi veya Gutierrez kadar oynardı. Günümüz futbolunda istediğiniz kadar etkili bir hücum gücünüz olsun, savunmanız vasatsa başarılı olmanız imkansız.
Otomatik Portakal!
Marwijk’in ‘Otomatik Portakal’ı beşte beş yaparak, yarı finale kadar geldi. Oynadığı tüm karşılaşmaları kazanan tek takım olarak ismini yarı finale yazdıran Hollanda, belki Cruyff’un 70’li yıllardaki veya Van Basten, Gullit, Rijkaard üçlüsünün 88 Avrupa Şampiyonu olan takımı kadar göz alıcı oynamıyor ama sonuca gidiyor. Şimdi eksik Uruguay karşısında çok büyük bir avantaja sahipler. Uruguay demişken... Güney Amerika’nın bu dört milyonluk küçük ama futbol geçmişi büyük ülkesi bu noktaya gelerek zaten rüştünü ispat etti. Lugano’dan dolayı yakından takip etme imkanı bulduğum Uruguay, grupta 1-0 kazandığı Meksika maçından sonra bu havaya girmişti. Öyle ki, turnuvanın başında tanıştığım bir Uruguay kupada ileri doğru attığı her adımdan sonra gelip, “Bak gördün mü şampiyon olacağız” diyor. İlk başta komik geliyordu, ancak benim de yakından hissettiğim inanç dalgası sonrası saygı göstermek gerektiğini anladım.
Hem gurur hem endişe...
İspanyollar, tökezleye tökezleye yarı finale kadar geldi. Ama bu kez karşılarında kupanın en etkili futbolunu oynayan bir rakip var. İspanya kötü haliyle ilk dörde ulaştı, bir de iyi oynarlarsa o zaman şampiyonluğun en büyük adayı olurlar. Gençliğin getirdiği dinanizmi iyi kullanan Almanlar form durumu itibariyle favori. Ama İspanyollar’ın artısı tecrübeleri. 2000’li yılların başında krizde olduğu söylenen Panzerler 2002’de final, 2006’da yarı final oynadılar. Ayrıca EURO 2008’de de İspanya’ya kaybetmişlerdi. Şimdi onlar için rövanş fırsatı. Mesut Özil, Almanya forması altında olsa da performansıyla göğsümüzü kabartıyor. Belki Dünya Şampiyonluğu sevincini yaşayan ilk Türk olacak. Seviniyoruz... Ama biraz da endişeleniyoruz, EURO 2012 elemelerinde Almanlar ile aynı grupta olduğumuzu hatırlayınca... Bitime çok az var. Kimin şampiyon olacağını kestirmek çok güç. Futbolda, hele sözkonusu Dünya Kupası ise hiçbir şeyin garantisi yok. Ama kesin olan birşey var. O da Dünya Kupası’nın 2002 Güney Kore-Japonya’dan sonra tarihte ikinci kez yapıldığı kıtanın dışına çıkacak olması. Bu kupa ambiansıyla, saha içi ve dışıyla henüz bir Dünya Kupası havasını yakalayamadı. Özellikle futbol açısından şu ana kadar akılda kalan çok şey yok. Dileğimiz ise en azından yarı
finallerde futbol kalitesinin şu anki seviyesinin çok üstüne çıkması ve bir avuç güzel oyun bekleyen futbol dilencisinin gönlünün olması...
‘’Bu futbolla işi çok zor‘’
Maç öncesi iki ülke medyasının da katkısıyla oluşan bir gerilim var. Tarihinde ilk kez çeyrek finale yükselme başarısı gösterirken, 390 dakikada kalesinde sadece bir gol gören Paraguay, savunmasına güveniyor... Kendilerini ilk sekize taşıyacak sonuçları alsalar da beklenen futbol patlamasını bir nebze de ola Portekiz maçının son 30 dakikasına sığdıran İspanyollar temkinli... Rakibin defansif anlayışının farkındalar. ‘Hayalet santrfor’ Torres, yükselen ‘Llorente’ seslerine rağmen ilk 11’de...
İlk devre futbol açısından tam bir hayal kırıklığıydı. İspanyollar’ın kısa pas trafiğini hem aralara girerek hem çok koşarak durdurmaya çalışan ve büyük ölçüde başarılı olan Paraguay ofansif anlamda da etkili takımdı. Güney Amerikalılar, Cardozo ve Valdez’le gole çok yaklaştılar ancak amaçlarına ulaşamadılar. Maç heyecansız geçerken, Paraguaylılar’ın, 2002’de elenmelerinin baş sorumlusu olarak gösterdikleri hakem Carlos Batres “Oyuna biraz aksiyon katayım” demiş olacak ki (!) iki penaltı çaldı. Paraguay lehine verdiği haklı, İspanya lehine olansa komikti. Tekrar ettirdiği vuruşun devamında penaltıyı atladı.
Ama kötü İspanya’nın klas ayakları vardı. İniesta-Fabregas, direk derken, topu önünde bulan Villa iyi gününde olmasa bile yıldız bir golcüydü ve Paraguay defansını yıktı. İspanyollar, Casillas’ın son anlardaki kurtarışlarıyla yarı final yaptı ama karşılarında ‘Panzer’ gibi bir rakip var! Hala Avrupa Şampiyonu oldukları kimlikten çok uzaklar. İşleri zor, şans her zaman yanlarında olmayabilir.
‘’Keçiboynuzu gibi...‘’
Futbolseverler açısından sıradan bir maç gibi gözükse de karşılaşma iki ülke futbol tarihi açısından da büyük önem taşıyordu. İki takım da son 4 Dünya Kupası'nda üst üste boy gösterme başarısını yakalamışlardı. Ancak ne Japonya ne de Paraguay şu ana kadar çeyrek finali görebilmişti. Samuraylar'ın 2002'de kendi evlerinde bu rüyasına bizim milli takım son vermişti.
Aslında bu mücadeleden yüksek bir futbol kalitesi beklemek mümkün değildi. Öncelikle oynatmamayı hedefleyen ve savunma kurgusunu ön planda tutan iki ekibin sahaya kopya taktik anlayışla çıkması hem kaliteyi hem tempoyu düşürdü. Güney Amerika Elemeleri'nde Brezilya'nın ardından en az gol yiyen takım olan Paraguay, Afrika'da da kalesinde sadece bir gol görmüştü. Bu da onların kilidini açmanın ne kadar zor olduğunu göstermeye fazlasıyla yeter bir veriydi. Koskoca bir ilk yarı boyunca Uzakdoğu temsilcisi, Matsui'nin üst direkte patlayan vuruşu ve Honda'nın kaleyi yoklayan bir denemesi dışında kaleye pek gidemedi. Güney Amerikalılar ise önce Barrios ardından da Santa Cruz ile iki önemli fırsattan yararlanamadı. Özellikle sahadaki en klas ayak olan Cruz'un kullanamadığı pozisyon ona pek yakışmadı.
İkinci yarıda Paraguay hocası oyuna Valdez'i alıp son iki maçtaki ofansif kurguya döndü. Ancak bu da onlara çok önemli bir hücum zenginliği getirmedi. Brezilya ve Arjantin maçlarının üzerine keçiboynuzu gibi bir karşılaşma izledik. Uzaması futbol eziyetini bir kat daha da artırdı. Barrios ile Valdez golü yapabilseler Paraguay işi erken çözecekti. Ancak Kawashima kalesinde direndi. Maçın en zevkli tarafı penaltılardı. Heyecan, sevinç, üzüntü vardı. Güney Amerikalılar maç boyunca savunmada olduğu gibi penaltılarda hata yapmadı, Japonlar şanssızdı. Paraguay 1986, 1998 ve 2002'deki şanssızlığına son verip, tarihinde ilk kez çeyrek final sevinci yaşadı.
‘’Söz konusu Brezilya ise...‘’
Güney Amerika Elemeleri’ndeki göz kamaştırıcı performansını Dünya Kupası’nda da devam ettiren Şili, grubun son maçında İspanya’ya 2-1 kaybetmesine ve oyunun büyük bölümünde 10 kişi oynamasına rağmen Avrupa Şampiyonu rakibi karşısında kafa kafaya bir futbol sergileyip, “Bu takımda iş var” dedirtmişti. Ancak karşınıza Brezilya çıkınca işler bariz şekilde değişiyor, her ne kadar Sambacılar’ın teknik direktörü Dunga maç öncesi, “Şili’yi yenmek hiç kolay değil” dese de...
Oysa ki Brezilya mücadeleye beklenen ofansif etkinlikte başlayamadı. Belli ki Şili’nin dinamik, kollektif ve tatlı-sert oyun anlayışı hocaları kadar sahadaki futbolcuları da tedirgin etmiş. İlk yarım saat içerisinde sadece Gilberto Silva ve Ramires’in birer şutuyla rakip kaleye giden Sambacılar, Juan’ın kafa golüyle rahatladı. Deneyimli savunmacı, bir stoperde olması gerekenin dışında ekstra bir vuruşla kaleci Bravo’yu mağlup etti.
Golün ardından baskıyı artıran Brezilya; Robinho-Kaka-Luis Fabiano hücum üçgeniyle farkı ikiye çıkardı. Fabiano’nun goldeki ustalığı kadar Kaka’nın topa dokunuşundaki zarafet ve zeka unsuru görülmeye değerdi. Vittek, Stoch, Holosko, Elano, Keita, Lugano, Song derken ikinci yarının başında oyuna girmesiyle sonunda Tello’yu da Şili formasıyla Dünya Kupası’nda seyrettik. 3. golde vuruşu yapan Robinho’dan çok, topu o noktaya kadar getiren Ramires’in katkısı var. Maicon için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Yıldız oyuncu, performansıyla limitleri zorluyor.
Brezilya için bu sonuç sıradan sayılabilir. Ancak Şili gibi bir rakip önünde alınan net skor, Sambacılar’ın gücünün ve diğerlerinden farkının önemli bir göstergesi aslında... 2006’da yeterince sert olamadıkları için eleştirilen Brezilya, Parreira’dan sonra Dunga etkisiyle üstün tekniğini sistematize eden bir makineye dönüşmüş durumda. Sambacılar’ı bu formlarıyla herhangi bir takımın durdurması zor gözüküyor.
‘’Facia!‘’
İkinci tur maçları içinde sonucu en çok merakla beklenen, ‘erken final’ yakıştırması üzerine en çok yakışan karşılaşmaydı dünkü mücadele, aynı zamanda Avrupa futbolu için de bir klasikti... Yine öyle oldu, bu maç da tarihe geçti. Hareketli orta alan kurgusuyla maça fırtına gibi giren Almanlar; üç devşirme yıldızı Mesut, Podolski ve Klose ile İngilizler’i bunalttı. İngilizler’in kalesinde gördüğü ilk gol bir amatör takımın yemeyeceği cinstendi. Rakip santrfor Klose, Neuer’in degajıyla ceza sahası üzerinde buluşana kadar nasıl bir İngiliz oyuncu topa dokunamaz, inanılır gibi değil. Kaldı ki, Adalılar bu maça kadar sadece bir gol yemişlerdi. Almanlar Podolski ile iki farklı üstünlüğü yakalarken de İngiliz savunması aciz durumlara düştü.
Ancak bu andan sonra oyunda yeni bir perde açıldı. Eksikler nedeniyle forma şansı bulan Upson, İngilizler’i umutlandırdı. 38. dakikada ise dünya futbol tarihine geçecek o an yaşandı. 1966 yılında çizgiyi geçip geçmediği hala tartışılan topla İngiltere, Dünya Kupası’nı almıştı. Tartışmalı kararı veren Azeri yan hakem Tevfik Behramov ismi hala hafızalarda hatta ülkesinde ismine bir stat bile yapıldı. Bu kez rol Maurico Espinosa’nındı. Pozisyon, 1966’dan çok daha net olmasına rağmen Uruguaylı yan hakem, Lampard’ın vuruşunda neredeyse 1 metre içeride olan golü vermedi. Kimbilir belki de ilahi adalet tecelli etti ve İngilizler, 66’nın diyetini ödedi. O pozisyonun gol sayılması durumunda Almanya’nın bu kadar rahat kazanacağını kimse iddia edemez.
Sonrasında İngilizler yüklendi ama aradıklarını bulamadılar. Müller’in iki golünde de hücumda kaptırdıkları toplarla geride az adamla yakalanıp, hezimete uğradılar. ‘Güller şehri’ Bloemfontein’deki bu maçı hakemler ve kupa tarihinin en farklı yenilgisini alan İngilizler açısından tek kelimeyle özetleyebiliriz: “Facia.” Almanlar ise “Ein, zwei, drei, vier” (1,2,3,4) diye sayarak yollarına devam ediyorlar...
‘’Go home Yankee!‘’
Futbolun ‘Amerikan’ını daha iyi oynayan ABD bunu tüm dünyaya ispat etmek için gelmişti Güney Afrika’ya. 1990’dan bu yana tüm Dünya Kupaları’na katılan Yankeeler, geçen yıl Konfederasyon Kupası’ndaki finalin bir tesadüf olmadığını da aslında grupta İngiltere’nin önünde lider çıkarak bir nebze de olsun ispatlamışlardı. Gana ise Afrika’nın gururuydu... Kara Kıta’nın makus talihini kırmak için tek umuttu Siyah Yıldızlar...
Sahaya üç stoperle çıkan Gana, artık terk edilmeye yüz tutan 3-5-2 taktik anlayışıyla sahadaydı. Belli ki savunmayı ön planda tutuyordu Sırp teknik adam... Turnuva öncesi İngiltere Federasyon Kupası finalinde Chelsea’den Ballack’ı sakatlayıp, büyük polemiklere sebep olan ve Almanlar’ı üzen Prince Boateng, maçtaki ilk şutunu ağlarla buluşturup, bu kez Amerikalılar’ın kalbini kırdı. Gana’nın turnuvadaki penaltı dışındaki ilk golü olan bu vuruş, daha defansif bir futbol benimseyen Afrika ekibinin ekmeğine yağ sürdü. İki takımın da fizik gücünü ön planda tutan ekipler olması, futbolun kısırlaşmasına ve estetikten uzaklaşmasına neden oluyordu. Golden sonra ABD ilk tehlikeli atağını Findley ile bulurken, pozisyonda Türk adıyla Faruk Gürsoy yani Kingston başarılıydı. Aynı Faruk ikinci yarının hemen başında Feilhaber’in şutunu çıkardı. Kupanın oyunu en iyi okuyan hocalarından Bob Bradley iki değişiklikle Gana’nın direncini kırdı. Fulham’ın geçen sezon Avrupa Ligi’nde final oynamasındaki kilit isimlerden Dempsey’nin yaptırdığı penaltıda Donovan tecrübesini konuşturdu.
Boateng’in sakatlanıp çıkmasından sonra Afrika ekibi orta alanda çok bocaladı. İkinci yarıda adeta sürklase olan Gana uzatma dakikalarına müthiş bir enerjiyle başladı. Gyan ısrarla takip ettiği pozisyonda gücünü kullanarak, süper bir vuruş yaptı. Bu gol ‘Afrika’nın umudu’ misyonunu yüklenen Gana’yı önemli bir noktaya taşıdı.