Arama

Popüler aramalar

‘’Bu daha başlangıç‘’

Belli ki, İstanbul Belediye mağlubiyeti Schuster’in gözünü korkutmuş ve Alman teknik adam 2-0’lık skor avantajına rağmen herhangi bir kazaya uğramamak adına ideala yakın bir çıkarmıştı Helsinki karşısına... Suni çime alışık olmayan oyuncular başta özellikle top kontrolünde zorlandılar, pas şiddetini zaman zaman ayarlayamadılar. Ancak Siyah-Beyazlılar, Fin temsilcisinin her açıdan çok üzerinde bir takım. Kısa süre içerisinde üstünlüğü yakalamasını bildi. Uzaktan gol atmak Quaresma için sıradan bir iş. Ama dün gece sıradışı olan vuruşunda ‘trivela’yı kullanmaması oldu.

Portekizli’nin perdeyi açan golü Kara Kartal adına az olan endişeleri tamamen ortadan kaldırdı. Bundan sonra ev sahibinin tur için dört gol bulma zorunluluğu rakibin daha ofansif oynamasına neden oldu.

Beşiktaş savunması, ikinci gol gelene kadar savunmada çok açık verdi. Bunun nedeninin iyimser bir şekilde rehavetin etkisiyle oluştuğunu düşünelim. Ama İstanbul Belediye maçının üzerine yaşanması akıllarda soru işaretleri bırakıyor. Villarreal karşısında ilk kez kaleye geçen Cenk, daha İspanya’daki performansıyla ‘Beşiktaş’ın geleceği’ olduğunu göstermişti. Dün gece de bu görüntüsünün hiç de tesadüf olmadığını ispatladı. Çıkardığı toplar olmasa belki de Kara Kartal galibiyetle dönemeyecekti. Gecenin adamlarından biriydi. Ayrıca dört farklı skora rağmen Beşiktaş’ın forvet mevkisinde nitelikli bir santrfor takviyesine ihtiyacı olduğu gerçeği dün gece bir kez daha gözler önüne serildi. Guti’nin Siyah-Beyazlı formayla ilk kez gol sevinci yaşamasından ziyade genç Necip’in vuruşununun ağlarla buluşması maçın bir diğer güzel tarafıydı. Holosko dün yaptığını Belediye önünde yapabilseydi Kartal ligde firesiz devam edecekti.
Beşiktaş, ismini gruplara yazdırdı. Ancak bu daha başlangıç. Kartal işi sıkı tutup, disiplini elden bırakmadan, daha ciddiyetle ve çıtayı yükseğe koyarak, Avrupa Ligi’nde zoru hedeflemeli...

27 Ağustos 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kore'den sevgilerle!‘’

Karizması yok demişlerdi, saç şekli, kıyafeti üzerine yapılan tartışmalar, Türk futbol tarihinin en büyük başarısının bile önüne geçmişti. Ayrıldı gitti, bu diyardan... Hem de daha doğuya... Dönüşü muhteşem oldu. Geldi, Trabzonspor’u tekrar ayağa kaldırdı, bileği kolay kolay bükülmeyen bir takım haline getirdi. Olmadığı söylenen karizması Bordo-Mavili oyuncular üzerinde öyle bir etki oluşturmuştu ki, “biz kalırız, hoca gider” mantalitesi de bir anda ortadan kalkmıştı. Futbolcular da artık pabucun pahalı olduğunu anladılar.
Durum öyle gösteriyor ki, artık Trabzonspor da sezonun başından itibaren şampiyonluk yarışının içinde olacak, hem de diğer rakiplerine göre daha mütevazı bir kadroya sahip olmasına ve transfer dönemini daha sessiz geçirmesine rağmen...

Aslında bunları yazmaya pek alışık olmadığım, okuyucunun da bana aşina olmadığı bir sayfada dile getirmemin sebebi yakın zamanda yaşadığım bir olay. PAOK-Fenerbahçe maçından İstanbul’a dönerken, Atina uçağında yanıma iki ‘çekik gözlü’ oturdu. THY’nin İstanbul’dan getirdiği tüm gazeteleri okuduktan sonra yanımda Koreli olduğunu öğrendiğim kişi, gazetelerin birini istedi. Ben de dilimizi bilip, bilmediğini sordum. “Hayır bilmiyorum” dedi. Garipsedim... Belli ki ben okurken, görmüş olduğu bir şeyi arıyordu. Heyecanlı bir şekilde tüm sayfaları karıştırdıktan sonra kendi dilinde bir şeyler söyleyip, “Şenol Güneş, Şenol Güneş” diye naralar attı. Dakikalarca saygı dolu gözlerle Güneş’in Liverpool maçı sonrasında yayınlanan fotoğrafına baktı. Trabzon’un Liverpool’a kaybettiğini görünce üzüldü. Ama sonrasında yanında oturan ve muhtemelen oğlu olan çocuğu, vücut dilinden anlaşıldığı kadarıyla “Bak oğlum Şenol hocayı gördün mü?” der gibiydi. Çocuk da baktı. Çat-pat İngilizce’si ile FC Seul taraftarı olduğunu anlatmaya çalışan Koreli futbol tutkununun Şenol hocanın gazetedeki resmine gösterdiği ilgi, sevgi ve saygı görülmeye değerdi. Tıpkı Muhsin Ertuğral hocanın, Güney Afrika’da gördüğü ve Dünya Kupası’nda bizim de gözlemlediğimiz muhteşem itibarın bir benzerinin kısa metrajını yaşadım, Atina-İstanbul uçağında. Türkiye’nin tanıtımına yaptığı katkının ve Güney Kore’de bıraktığı olumlu Türk insanı imajının ne boyutta olduğunu bu küçük örnek bile kestirmeye yetiyordu. Belki biraz geç olacak ama teşekkürler Şenol hoca, yeni maceranda başarılar...

26 Ağustos 2010, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Karamsar olamaya gerek yok...‘’

Ajax’a iki maçta 4 gol atarak yenilmeden elenen bir takım vardı dün gece Fenerbahçe’nin karşısında. Ve en büyük özellikleri Toumba Stadı’nda arkalarına aldıkları müthiş seyirci desteğiyle kolay kolay kaybetmemeleriydi. Maçın bizim açımızdan Ulu Önder Atatürk’ün doğduğu şehir olan Selanik’te oynanması karşılaşmaya nasıl ayrı bir anlam yüklüyorsa, Yunan temsilcisi de kurulduğu kentin bir takımına karşı oynamanın heyecanını yaşıyordu her açıdan...

Fenerbahçe için şartlar Beşiktaş veya Galatasaray ile bir derbi maçı oynuyormuşçasına zorluydu... Ayrıca birçok eksiğe son anda eklenen Emre’nin yokluğu tüm taktik planın yeniden yapılandırılmasını neden olup, dezavantajların çoğalmasını sağladı. PAOK’un Vieirinha ile bulduğu gol aslında Sarı-Lacivertliler’in dersini iyi çalısmadığının göstergesiydi. Siyah-Beyazlılar’ın geçen sezon Yunan Ligi’nde gösterdiği başarıda büyük rol oynayan yetenekli Portekizli’nin zaten o kadar uygun durumda golü atamaması garip olurdu. Devreyi korner atamadan kapatan Fenerbahçe ofansif anlamda hiçbir şey ortaya koyamadığı 45 dakikanın ardından yeni transferi Niang’ın girişiyle canlandı. Senegalli, PAOK’un dinamosu Vitolo’yu attırdı ve Fenerbahçe üzerindeki baskı tamamen kırıldı. PAOK savunması Niang’ı durdurmak için sürekli sertliğe basvurdu. Sarı-Lacivertliler, zorlu bir deplasmanda tek golle kaybetti. Ancak PAOK’un dün kazanmasına rağmen Ajax karşısındaki görüntüsünden eser yoktu. Sarı-Lacivertliler, eksiklerin de dönmesiyle Yunan ekibini Saracoğlu’nda eleyecek güce sahip... Karamsar olmaya gerek yok...

20 Ağustos 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Boş ver PAOK'u‘’

Daha Selanik’e ayak basar basmaz, bindiğim taksinin şoförü yabancı olduğumu anlayınca “Neredensin?” diye sorup, “İstanbul, Türkiye” cevabını alınca, hemen başladı PAOK-Fenerbahçe maçıyla ilgili muhabbete... Ben ona “PAOK’lu musun?” sorusunu yönelttiğimde ise “Boşver PAOK’u” (Kibarca olan şekliyle aktarıyorum) “Ben Aris taraftarıyım, ama Perşembe gecesi hepimiz Fenerbahçeli’yiz. Renklerimiz de benziyor” diyerek, iki takım arasındaki rekabetin boyutunu gözler önüne serdi. Yani Selanik’teki mücadele PAOK’luları olduğu kadar şehrin diğer büyük takımı Aris taraftarlarını da çok yakından ilgilendiriyor.

Türk takımları daha önce Yunan temsilcileri ile karşı karşıya geldi. Ancak bu sefer karşılaşmanın bir Selanik kulübüyle oynanacak olması, PAOK’un İstanbul’dan göç eden Rumlar tarafından kurulup, şu an Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün doğduğu şehirde bulunması mücadeleye ayrı anlamlar yüklüyor. Selanik’in İzmir Kordonboyu’nu anımsatan sahilinde 37 dereceyi bulan bunaltıcı sıcakta buzlu kahve Frappe içerek, serinlemeye çalışırken, başka bir ülkede olduğunuzun aslında pek de farkına varmıyorsunuz. Sokakta arabalarla gezip, “Karpuzki, kala, eko” diye bağıran sokak satıcılarından, mahalle pazarlarına, sanki İstanbul sokakları canlanıyor gözünüzde... Maç hakkında konuştuğunuz insanlar sürekli sizden Fenerbahçe ile ilgili bilgi almaya çalışıyorlar. En çok merak ettikleri şey ise Türkiye’de insanların PAOK’un İstanbul’da kurulduğunu bilip, bilmedikleri... Kaç Sarı-Lacivertli taraftarın, Toumba Stadı’nda olacağını da sormadan geçemiyorlar. Sonuçta PAOK, tribündeki etkisiyle de bilinen bir takım.

Saha içine gelince... Öncelikle PAOK’un Şampiyonlar Ligi ön elemesine, Ajax’a kaybetmeden havlu attığını belirtmek gerek. Ama sadece orada 2 resmi maç oynadılar. Yunanistan Ligi’nin 2 hafta sonra başlayacak olması dolayısıyla Fenerbahçe’den daha hazır olduklarını söyleyemeyiz. Temmuz ayı içerisinde teknik direktör konusunda yaşadıkları kaos ve son olarak Asbaşkan Vryzas’ın, Başkan Zagorakis ile ters düşmesi sonucu gelen istifa Siyah-Beyazlılar’ı biraz karıştırmış durumda. Tabi eğer Young Boys rövanşındaki yanlışları tekrarlamazsa Sarı-Lacivertliler’in ilk maçta alacağı sonuç belirleyici olacaktır...

18 Ağustos 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İspanya'da Guti olmak!‘’

Beşiktaş yıllardır süregelen transfer geleneğini değiştirip, dünyaca ünlü iki yıldızı kadrosuna katarak, popülaritesini arttırdı. Bu transferlerden Quaresma ‘disiplinsiz’ olduğu, Guti de ‘yaşının geçtiği’ gerekçesiyle kimileri tarafından eleştirildi.

Ama iki ismin de Siyah-Beyazlılar’a ayrı bir kimlik kazandırıp, müthiş bir hava kattığı gerçek. Vikingur ve Viktoria Plzen gibi iki standart altı Avrupa takımıyla oynanan maçlara yaz ortasında seyircinin gösterdiği müthiş ilgi bunun önemli bir kanıtı. İnönü belli ki, bu sezon birçok karşılaşmada kapalı gişe olacak.

Yılların kolej takımı imajlı Beşiktaş’ı nereye giderse gitsin artık bırakın Türkiye’yi dünya medyasının da gözünü üzerinde taşıyor. Kara Kartal’ın İspanya seyahati sırasında gördüklerimiz adeta bunu belgeledi. Guti’nin Valencia Havalimanı’na ayakbastığı an yaşananlar görülmeye değerdi. Real Madrid’li süperstardan demeç almak için yarışan medya mensupları, ağlayanlar, imza almak için kapışanlar... Takım inmeden yanıma gelen genç bir İspanyol taraftar, önce Beşiktaş’ın Valencia’da kalıp kalmayacağını sonra da Guti’nin oynayıp oynamayacağını sordu. Forma giyeceği yönünde bir cevap alınca da derin bir oh çekti ve ekledi, “Umarım oynar, onun için maça geleceğim. Unutmayın o çok büyük bir oyuncu ve Beşiktaş taraftarı onu el üstünde tutsun” dedi. Guti indiğinde onu övgü dolu sözlerle bezenmiş bir pankartla karşıladı. Guti’ye dokunup, fotoğraf çektirdiğinde ise gözyaşlarına boğuldu. Eli ayağı titreyen Valencia’da yaşayan bu genç Real Madrid taraftarının ağlayan enstantanesi belleğimize kazındı. Bir ara “iyi ki Guti, Madrid’e inmedi!” diye geçirdik içimizden...

Ardından gözyaşı dökülen önemli bir oyuncu kazandı, Beşiktaş... Öyle ki, Real Madrid forması giyerken söylediği sözler nedeniyle kendisine düşmanlık besleyen Villarreal taraftarını bile böldü, Guti... El Madrigal Stadı’nda ismi anons edilirken ve her top ayağına geldiğinde tribünlerin bir kısmı alkışlarken, bir grup taraftar ise protesto etti. Saha içindeki görüntüsü de oldukça pozitifti. Sezon başı kampı geçirmemesi ve yaklaşık 10 günlük antrenmanla böylesine önemli bir maça 11’de çıkan İspanyol yıldız, sanki yıllardır Beşiktaş forması giyen bir maestro gibi takımı yönetti. Attığı ara pası görülmeye değerdi. Real Madrid’de olduğu gibi rakip savunmayı felç eden bu paslarını Siyah-Beyazlı forma altında çok göreceğiz gibi duruyor. Eğer Beşiktaş oyun planını Guti’nin üzerine kurarsa tıpkı zamanında Galatasaray’ın Hagi ile yaptığı gibi tecrübeli yıldızın liderlik ve organizasyon yeteneklerinden önemli derecede fayda sağlar. Bu arada Villarreal maçının ilk ve son 15 dakikalık bölümleri ile Prag’taki Plzen karşılaşmasının ilk devresi Beşiktaş’ın önemli bir açığını ortaya koydu. Siyah-Beyazlılar baskı yediği anlarda ringte afallayan ve her an nakavt olacak bir boksörü andırıyorlar. Bir gün bu durum başlarına iş açabilir, Schuster’in bu sıkıntıyı giderecek tedbirleri bir an önce alması gerekiyor.

10 Ağustos 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İş Plzen'i elemek değil‘’

Avrupa’nın hatta dünyanın her tarafında tanınan yıldızlara Siyah-Beyazlı formayı giydirmek Beşiktaş’ı daha sezon başlamadan diğer rakiplerinin bir adım önüne çıkardı. Hem Quaresma hem de Guti, Kara Kartal’a prestij ve popülerlik açısından üstünlük sağlıyor. Ancak Guti dışında bir eksiği bulunmayan Schuster’in öğrencilerinin bu sezonki ilk ciddi sınavında yaşadıkları daha şimdiden kafalarda soru işaretlerinin oluşmasına neden oldu.

Beşiktaş’ın Prag’da Plzen’e karşı çok aciz durumlara düştüğü ilk 45 dakikalık bölüm bir daha tekrarlanmaması gereken bir kabus olarak hafızalara kazındı. Ancak özellikle Siyah-Beyazlılar’ın defansif yerleşim konusunda yaşadığı sıkıntının başlangıç noktası orta alanda Ernst’in tek başına kalmasından dolayı oluşan boşluktu. Zaten iyi gününde olmayan Alman’a kimse yardım etmeyince, Beşiktaş ne pas trafiği oluşturabildi ne de bölgedeki boşlukları doldurabildi. Ancak genç Necip’in oyuna girmesi her şeyi dengeledi. Belli ki, Bernd Schuster henüz Beşiktaş’ın genetiğine tam anlamıyla hakim olabilmiş değil. Birşeyler deniyor, alternatifler üzerinde duruyor. Ama bu süreçte yaptıkları az daha Kara Kartal’a pahalıya patlıyordu. Hakan’ın sıradışı performansı olmasaydı, belki de rövanş mücadelesi Beşiktaş için çok daha zor geçecekti. Yine de kolay olmayacak, ama tecrübesiz Çek ekibinin İnönü’den çıkması pek mümkün gözükmüyor. Tabi iş de Plzen’i elemekle bitmiyor, o daha başlangıç...

Quaresma’n da olsa savaşacaksın!
Maç öncesi Plzen’in hocası Vrba, kendi oyun tarzlarından taviz vermeyeceklerini rakip kim olursa olsun ofansif anlayışla mücadele edeceklerini söylemişti. Çekler dediklerini yaptılar, muhtemel İnönü’de de çok kapanmayacaklar. Mütevazı imkanlara sahip ama makine dizaynıyla futbol oynayan bir takım. Ön liberoları Rada, solbekleri Limbersky ve ileri uçtaki Rezek, Süper Lig’de her takımda rahatlıkla forma giyebilecek isimler. Hatta 35 yaşına giren kaptanları Horvath bile... Aslında 1 milyon Euro’luk Plzen, yol yakınken Beşiktaş’a bir gerçeği gösterdi: Takımınızda çok şöhretli futbolcular olabilir ama bir ekip ruhuyla hareket etmedikçe, sahada savaşmadıkça birşey kazanamazsınız. Bu erken uyarıyı algılamak ya da hiçe saymak Schuster ve öğrencilerinin elinde...

Nobre ile çok zor...
Prag’daki karşılaşma bize bir kez daha gösterdi ki, Nobre her ne kadar iyi niyetli bir futbolcu olsa da ve her ne kadar forma giydiği takım için gücünü yığılıp düşecek hale gelene kadar tüketse de takımında bir Alex olmayınca etkisiz bir santrfora dönüşüyor. Ve ne yazıkki, modern futbolda iyi niyetli olmak da yetmiyor. Nobre, Beşiktaş kadrosunda bulunması gereken bir futbolcu ancak ilk 11’de görev alması Beşiktaş’a ofansif anlamda büyük bir katkı sağlamayacaktır. Geçmiş sezonlarda da sağlamadığı gibi...

01 Ağustos 2010, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu maç fikir vermez‘’

Futbol her zaman sürprizlere açık bir oyun. Ama rakibin 23 numaralı kaptanı Niclasen'in bir futbolcudan çok rugby oyuncusunu andıran görüntüsü bile aslında dünkü maçtaki güç dengesinin önemli bir göstergesiydi.

Beşiktaş sezonun ilk resmi karşılaşmasını Danimarka 2. Ligi ayarında bir takıma karşı yapıyordu. Bu bir anlamda yeni sezon öncesi eksikleri görme açısından da bir şanstı. Taraftar da Avrupa’da en önemli 10 transfer arasında gösterilen Quaresma’yı görmek için bundan daha iyi bir fırsat yakalayamazdı. Karşı da lokum gibi bir rakip vardı. Siyah-Beyazlı takım herhalde bu sezon bir daha hiçbir maçta böylesine ofansif bir dizilişle sahada yer almayacaktır. Tabata, Delgado, Quaresma, Nihat, Bobo... 5 forvete dönük oyuncuyla başladı, Schuster’in yeni Beşiktaş’ı... Daha ikinci dakika dolmadan iki hareketle tribünlerin kalbini çaldı Portekizli. Top her ayağına geldiğinde ondan birşeyler bekleyen 20 bini aşkın taraftarı kırmadı. Ancak açılışı yapmak “Beşiktaş’ın çocuğu” Nihat Kahveci’ye düştü. Geçen sezon kayıp yıldızı, belli ki bu kez o kadar kötü olmayacak. 11 kişi ile savunma yapıp ne kadar az yersem o kadar iyi olur mantalitesiyle sahaya çıkan Vikingur, kaleci Hakan’ı rahatsız edebilecek ilk pozisyonu 24. dakikada yakaladı. Ondan sonra da ofansif anlamda bir etkinlikleri olmadı. Ancak kanat akını, korner ve sayısız pozisyona rağmen 1-0 üstünlüklü biten ilk devrenin ardından Beşiktaş ikinci yarıda da yüklendikçe yüklendi. Quaresma’nın talihsizliği yaptığı nokta ortalara vuracak bir santrforun olmayışıydı. Siyah-Beyazlılar, forvet işini bir daha gözden geçirmeli. Yoksa Bobo ve Nobre ile koca bir sezon geçmez gibi duruyor. İkinci golü de atan Nihat, rakip takımın kalecisi Geza ile sahanın en iyileri arasındaydı. Kaçırdığı penaltı da Quaresma’nın klasına gölge düşürmez. Sonuç 3 farklı ama yeni sezon öncesi herhangi bir fikir verebilecek nitelikte değil. Ancak Beşiktaş’ın tek oyuncuya mahkum gibi gözüken oyun anlayışı umarım sadece bir maçlıktır. Aksi halde günümüz futbolunda ilk unsur takım olmak. Bakın Dünya Kupası’nda Portekiz’in Cristiano Ronaldo’su vardı da ne oldu!

16 Temmuz 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sonunda 'Viva Espana'!‘’

Bu final iki takım için de ‘daha önce yapılamayanı yapma’ motivasyonunu taşıyordu. Hele ki, Hollanda için... Kolay mı, Portakallar kazanırsa Cruyff’un efsanevi takımını bile futbol olarak değil ama sonuç açısından gölgede bırakacak tarihi bir başarıya imza atacaklardı. İspanya ise ilk kez yakaladığı bu fırsatı değerlendirmek amacındaydı. Avrupa Şampiyonluğu’ndan sonra Dünya Kupası’nı kazanmak... Müthiş stresin getirdiği baskı iki takım oyuncuları sahaya çıkarken gözlerinden okunuyordu.

Almanya karşısındaki İspanyol fırtınası finalin ilk 15 dakikasında da devam etti. Ramos ve Villa’nın yakaladığı pozisyonların ardından İspanya bir anda hız kesti. Sonrasında dikkat çekici düzeyde özellikle Hollanda tarafından gelen aşırı sertlik ön plana çıktı. De Jong’un Alonso’ya kavgada atılan cinsten tekmesinin kırmızıya dönüşmemesi inanılmaz. Van Marwijk’in öğrencileri, daha iyi pas yapan rakibini belli ki, sertlikle durdurma üzerine kurulu bir oyun anlayışıyla kurgulanmışlardı.

İkinci devrede, ilk yarıya oranla pozisyon zenginliği vardı. Robben’in 62’de, Villa’nın 70’de kaçırdıkları maçın en heyecan verici anlarıydı. Biraz sonrasında Ramos, Puyol’un Almanya’ya attığı kafa golünün az kalsın fotokopisini çekiyordu, olmadı. Bitime dakikalar kala Robben kahraman olma fırsatını bir kez daha tepti. Final yine uzatmaya gitti. Fabregas’ın kaçırdıkları cabası, ancak asisti akıl dolu... İniesta turnuvanın belki de en iyi kalecisi Stekelenburg’u mağlup etti. Yıllarca hep konuşulurdu, “Real Madrid’i Barcelona’sı var, bu İspanyollar niye Dünya Kupası’nı alamıyor” diye... Sonunda oldu, “Viva Espana...” Bosque, “Yeniköy Kasabı” unvanıyla, Türkiye’den gönderilmişti ama Beşiktaşlılar onunla gurur duyuyordur. Hollanda ise üçüncü kez kulbundan tuttuğu kupayı rakibine kaptırdı. Talihsiz Portakal’a yine hüsran kaldı. Bir tebrik de ahtapota... Ne derse oldu, birçok yorumcu ve futbolcu eskisinin bilemediğini bildi, bravo Paul!

12 Temmuz 2010, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI