‘’Takım olmak üzere‘’
Nitekim pazar akşamı Kayseri'de izlediğim maçın bir benzerini uzun zamandır liglerimizde izleyememiştik. Futbolun böylesini oynadıktan sonra hiçbir gerçek Fenerbahçeli'nin skora takılacağına inanmıyorum ben. Hele de bu kadar çok gol pozisyonuna girdikten sonra.
Ancak gene de irdelenecek konular var tabii. Misal defansif yönü daha kuvvetli oyuncuların ağırlıkta olduğu bir 11'le sahaya çıktığı halde neden bu kadar çok pozisyon veriyor rakibe? Sanırım bunun en önemli nedeni orta sahadaki oyuncuların oyun anlayışı ve oyuncu kumaşlarıdır. Sözgelimi Baroni. İyi niyetinden asla şüphe etmiyorum. Ancak Fenerbahçe'nin o bölgedeki ihtiyacını karşılayamaz. Oradaki açığı kapatacak kişi Appiah ya da hıçınlığından arınmış bir Emre Belözoğlu'dur. Ne yazık ki, ha deyince bulunmuyor böyle futbolcular.
Ancak Mehmet Topal ve Meireles aynı anda oynayacaksa Baroni'nin yerinde Sezer veya Recep Niyaz'ın oynamsının daha büyük yarar sağlayacına inananlardanım. Çünkü Topal ve Meireles ikilisi gereken defansif katkıyı sağladıklarına göre ofansif desteği verebilecek oyuncu gerek o bölgeye artık ki, mevcut kadro içinde bunu başarabilecek kişi Sezer veya Recep Niyaz'dır kanımca.
‘’Ah Tuncay vah Timsah!‘’
Akhisar’ın bir türlü tehlike bölgesinden kurtulamamasının yarattığı karamsarlık tribünlere de yansımış artık. Takımlarının desteğe ihtiyacı var ve günlerden de cumartesi, yani tatil günü. Ama taraftara ayrılan bölüm neredeyse bomboş. Buna karşılık kendisine ayrılan bölümü tıka basa doldurdu ve susmak nedir bilmedi Bursasporlu taraftarlar. İşte böylesine önemli bir farkla başladı Akigolar ile Timsah’ın maçı. İlk atak Batalla-Sestak işbirliğinde Bursaspor adına gerçekleşti. 6’da ilk hücumunu Kenan’la başardı ev sahibi. Ama Kenan’ın vuruşu pozisyona girdiği kadar güzel değildi. 10’da Bruno etkili vuramayınca, Akhisarlılar ‘ah’ çekti. 16’da soldan inen Kenan harika kesince, Mustafa nazire yaparcasına güzel bir vuruşla Akhisar’ı öne geçiren golü attı: 1-0. 23’te zor pozisyonda olduğu halde ortasını yaptı Batalla ama arkadaşları yetişemedi. 28’de Tuncay’ın kafa vuruşu çocuk oyuncağıydı Oğuz için. 29’da hem bencil, hem beceriksizdi Kenan. 32’de sarı kartlı Serdar Aziz riskli oynamayı sürdürünce Ertuğrul Sağlam bu oyuncusunun yerine aldığı Ömer Erdoğan’la maçın ilk oyuncu değişikliğini gerçekleştirdi. 37’de Sestak’ın aşırtmasına Bangura güzel vurdu ama top Oğuz’un bakışları arasında direği yalamayı tercih etti.
Bursa salladı, yıkamadı
48’de Batalla’ın kullandığı serbest atış kornere dönüştü, Vederson’un kullandığı korner ise Oğuz’un ellerinde eridi. 58’de Kenan kendi yarı sahadan aldığı topu çok akıllı şekilde Carson’un kalesine doğru taşıdı ve soldan ceza sahasının içine giren Bruno’nun önüne bıraktı. Brezilyalı çok şık bir vuruşla bir kez daha Akhisarlılar’ı ayağa kaldırdı: 2-0. Dolayısıyla bu sezon ilk defa bir maçta 2 farkla öne geçiyordu Akigolar. Hemen bir dakika sonra Bangura kaleciyle karşı karşıya kaldı. Oğuz’un zamanlaması güzeldi. Ama kontrol edemediği topa yetişen Sestak durumu 2-1 yaptı. 76 ’da Vederson’nun kullandığı serbest atışta defanstan seken top köşeye gidince Oğuz ters köşede çöke kaldı. 2-2. Sonraki dakikalarda bir elin parmakları kadar hücum dedi belki Bursaspor, ama 3. golü bulamadı.
‘’Karakter!‘’
Bilime, saygıya, insaf ve izana sırtını dönmek, her fırsatta (bireysel çıkarı adına) yaralamak sarmalıyla oluşuyor kimilerinde, kimilerinde de muhatap olduğu haksızlıktan içi yansa, gözleri yaşarsa bile sağduyunun, asaletin ve derin bir suskunluğun tezahürü olarak şekillenir.
Karakter işte. Ona sahip değilsen, her devrin iti de olursun, insaf, izan ve vicdanı torbaya koyup çöpe atan tetikçi de olursun. Ama ona sahipsen aynen Aykut Kocaman'ınkinden faklı olmaz pek tavır, düşünce ve tepkilerin. Ne demişti her fırsatta "İstifa etmeyi düşünüyor musunuz" diyenlere. "Zamanı geldiğinde hiç kimse beni olmamam gereken yerde tutamaz"
Karakter böyle bir şey işte, bizim gibi ülkelerde pek önem taşımasa da. Ama onca acımasızlığa dayanabilmek ve adım başı linç edilirken bile yaralamaktan uzak durarak işine odaklanarak misyonunun gereklerini yerine getirmek de bir karakter işidir zaten. Belki de bu yüzden gözlerimize inanmayacağımız bir gelişme gösteriyor Bekir. Keza, bu nedenle o kadar uzun bir süre oynamadığı, hatta ilk 18'e bile alınmadığı halde hiç sorun çıkarmayan, hocası ve arkadaşlarıyla yoldaşlık hassasiyeti içinde oynuyor, hareket ediyor Sezer.
Futbolcuların büyük çoğunluğu ortalamanın üstünde zekaya sahipler ve egoları da şişkindir. Ama karakterli olduklarında o egolarına rağmen karakterli insanı da tanırlar. Sözün özü, Fenerbahçe'nin son haftalardaki bu çok yönlü değişiminin altında yatan ana faktör de budur. Karakter böyle bir şeydir işte, bizim ülkemizde pek önemi olmasa da.
‘’Amma da yanılmışım!‘’
Samsun spor’un başında Ertuğrul Sağlam vardı, Ankaragücü’nü ise Reha Kapsal çalıştırıyordu. 2 takım da pozitif futbol oynuyordu. Ama sahadaki 22 futbolcudan da daha iyi biri vardı ve o kişi Süper Lig’deki ilk maçını yöneten gencecik hakem Fırat Aydınus’tu. Dolayısıyla maç yazımda Fırat Hoca’nın performansını es geçmedim, dahası çok iyi bir hakemin geldiğini müjdeledim, okurlarıma.
Allah’ı var bir, iki sezon boyunca beni doğruladı performansıyla. Ama daha sonraki yıllarda (işini ortalama düzeyde yapınca “vay be, ben neymişim” hastalığına yakalanan sıradan insanlar gibi) baş dönmesi yaşamaya başladı. Ne yazık ki, giderek de ona dair umutlarımı ve dolayısıyla Türk hakemliğinin Avrupa’ya bakan penceresindeki camları sorumsuzca kırıp, döktü. Verilecek çok örnek var elbette, bu baş aşağı gidişin. Ama her halde Fırat Aydınus’un hakemliği hakkında kafalarda soru işareti doğuran ilk önemli maç İnönü’deki Beşiktaş-Fenerbahçe maçında Carew’in onun hemen önünde Aziz Pier’e ( yani Hooijdonk’a) yaptığı saygısızlığı görmezden gelmesidir. İkinci büyük skandal yönetimini de geçtiğimiz Mayıs'ta Adanaspor ile Kasımpaşa’nın Süper Lig’e yükselme maçında sergilemişti.
Sonrasında da hakemlik ruhunu kanatan, hakemliğin adalet demek olduğunu inkar eden maçlar yönetti şüphesiz Fırat Hoca. Ama her halde berbat yönettiği maçların en başına konacak maçı geride bıraktığımız cumartesi akşamı oynanan Eskişehir- Fenerbahçe karşılaşmasıdır. Tarafsızlığı, objektifliği, izan, insaf ve adaletsizliği yumak haline getirip çöpe atmasıydı her halde o maç. Amma da yanılmışım diyeceğim ama ben onu övdüğümde bu kadar kötü olmak bir yana klas maçlar yönetiyordu inanın.
‘’Biraz da kendini sorgula‘’
İçlerinde Hiddink gibi dünyanın sayılı bir teknik direktörünün de bulunduğu milli takımı çalıştıran hocalar için de aynı şey geçerli bildiğiniz gibi. Bu gerçeğe rağmen hala mızmızlanıyor, eşinin tercümanlığıyla sosyal medya üzerinden hocasını şikayet ediyor maalesef.En talihsiz olanı da kimi basın mensubu arkadaşlarımın da Semih'e haksızlık yapıldığını savunmasıdır. Elbette arkadaşlarımın futbol bilgisini küçümsemiyorum. Ama bu kadar kaliteli hocanın tümü için "futbolcudan anlamaz" demek de insafla bağdaşmaz herhalde.
Kaldı ki, Niang'ın ayrılmasından sonra Sayın Aykut Kocaman'ın 2011-2012 sezonu adına kafasındaki ilk santrafor Semih Şentürk'tü. Zaten adı geçen sezonun başlarında onu sürekli ilk onbirde sahaya sürerek bu düşüncesindeki samimiyeti de ispatladı. Ancak, hepimiz tanığız ki, o maçların çoğunda takımını bir kişi eksik bıraktı performansıyla Semih.
Aslında kulislere kafa yorduğu kadar işine konsantre olsa belki daha çok forma giyme şansı da buklabilirdi. Ancak buda kendisinin taktiridir. Fenerbahçe'den (bir dönem şu yada bu alanda görev yapmış ama sonra) uzaklaştırılanlardan bazılarının işi kan davası haline getirdiklerini biliyoruz. Alex maalesef biraz da onların dolduruşuyla hüzünlü günler yaşadı ve yaşattı. Umarım Semih, Alex olayından ders çıkarıp, kimseye alet olmaz ve bu kadar hocaya "futboldan anlamaz" damgası vurma hafifliğine düşmektense, biraz da kendisini sorgular.
‘’Sorun nerede?‘’
En önemlisi (zaman zaman belli sakatlıklar, aksilikler ve talihsizlikler yaşansa da) teknik direktörün öngörüleri ve iradesi doğrultusunda şekillenmiş, çoğunluğu ülkelerinin milli formasını defalarca giymiş deneyim ve yetenekleri test edilmiş bir futbolcu grubu duruyor karşımızda.
Peki kadronun böylesi, uzunca bir süredir bir arada aynı teknik heyet tarafından sevk ve idare edildiği halde, neden beklentilerin ve kapasitesinin bu kadar uzağına düşen görüntü veriyor? Kuyt, Mehmet Topal, Musa,Egemen, Yobo, Mehmet Topuz, Selçuk, Hasan Ali, Volkan Demirel ve Caner'in bu güne dek izlediğim maçlarda sorumluluk almaktan kaçtıklarına, gönülsüz oynadıklarına tanık olmadım. Yani, oyuncuların büyük çoğunluğu hocalarını sabote etmeyi aklından geçirmiyor anladığım kadarıyla.
O zaman bu uyumsuzluğun, kekeme futbolun, skoru koruma telaşının nedenleri olmalı. İşte, bütün bunların iki önemli nedeni var. 1- Kondisyon yetersizliği. 2-Özgüven kaybı. Bu yüzden de maçı başladıkları gibi götüremiyorlar. Dolayısıyla panik psikolojisiyle uzun süre yetenek ve kaliteleriyle çelişen bir performans sergiliyorlar. Kondisyon konusunun giderilmesi konusunda haddimi aşamam. Ama özgüven konusunda acilen psikolojik destek öneririm. Zaten maliyeti ve kendisinden beklentinin bu kadar yüksek olan bir kadronun mentörsüz olması hiç şık durmuyor.
‘’Anlayamıyorum‘’
Kabul, bu takım gösteri yapsın, hazlarımızı salıncağa bindirsin diye sahaya çıkmıyor. Öyle sanıldığı gibi kolayca atlatılabilecek türden bir travma değildi oyuncularıyla birlikte geçtiğimiz sezon yaşadıkları, o da kabul. İzan ve insaf taşıyoruz ve bu ülkede yaşıyoruz hepimiz. Asla tasvip etmediğim ve Fenerbahçe’nin misyonuna halel getirdiğine inandığım (başka statlardakiyle eşdeğer olsa bile) kötü tezahürata sırf Şükrü Saracoğlu’nda gerçekleşmiş diye hayli ağır cezalar verildiğini de biliyorum.
Yoğun maç trafiğinin etkisiyle yaşanan sakatlıkların cansıkıcı boyutlara vardığının da farkındayım. Ancak bu gerçek ve gerekçelerin hiçbiri, Fenerbahçe’nin aylardır oynadığı kekeme futbolu görmezden gelmeme ve Sayın Kocaman’n mevcut görüntüyü içine sindirmesini makul karşılamama yetmiyor.
Kuyt, fizik güçle kariyer edinmiştir. Ama haftalardır o bildik özelliğinin kıyısına bile varamıyor. Karşı karşıya bulunduğu psikolojik baskıdan yorulmuş Selçuk zaten orta sahanın ilacı olamaz. Hayli maç eksiği bulunan Krasiç ise sakatlığını tam atlatamamış. Peki, tam da böylesi koşullarda oynayamayacaklarsa Özgür, Sezer, Salih ve Recep Niyaz başka ne zaman oynayacaklar?
Sayın Aykut Kocaman’ın Daum ve benzeri hocalara pek sıcak bakmamasının önemli nedenlerinden biri de; “katma değer” yaratmadan güne oynamalarıdır. Ki, yerden göğe kadar haklıdır. İyi de Alex gibi bir fenomeni bile ( benim de kalıcı ve evrensel başarı adına hayata geçirilmesini tüm benliğimle desteklediğim) bir“antrenör takımı” yaratmak amacıyla gönderme yetkisine sahip bir hoca için az biraz muhafazakarlık olmuyor mu Kuyt’a ayrıcalıklı davranması?
Ya da “futbol pas oyunudur” diyen Aykut Kocaman takımının aylardır bu kadar ahenksiz, dirençsiz ve heyecansız oyununu neyle izah ediyor, edebiliyor, merak ediyor insan.
‘’Aziz Bey'i asalım‘’
Yahu, “Vur-kır parçala, bu maçı kazan” sesleri hemen her stadımızda yükselmiyor mu? Ya da Hasbi Menteşoğlu, Nurettin Güven ve Turhan Çevik gibi yasadışı ilişkileri sabitlenmiş insanlar bu ülkede kulüp başkanlığı yapmadı mı? Ya da Aykut Kocaman’ın “Paklanmak istiyorsak da 59’dan başlayarak arınalım” sözü, laf olsun torba dolsun türünden bir öneri miydi?
İşte bu kocaman gerçekler ortada dururken, 3 Temmuz sürecini Fenerbahçe'nin boynuna yağlı urgan gibi geçirme ihtirası hâlâ sürüp gidiyor. Koca Trabzonspor başkanı 2 sezondur Aziz Yıldırım cikleti çiğnemekten kulübündeki sıradan sorumluluklarını bile es geçti. Ezelden beri Fenerbahçe'nin tökezlemesi için yanıp tutuşanlar ise gözyaşlarına boğulmuş halde öneri getiriyorlar. "Fener'in kurtuluşu için Aziz Yıldırım gitmeli, Aykut bırakmalı." Yazık ve ayıp. Resmen Riya Ayinine dönüştü 3 Temmuz süreci. Şimdi de Alex üzerinden Kırmızı Başlıklı Kız'ı oynamaya başladılar. Oysa amaçları ve niyetleri hiç de o kadar masum değil. Bu denli karın sancısı çekmelerinin ana nedeni Fenerbahçe'nin rakiplerine tur bindiren son yıllardaki başarılarının mimarı Aziz Yıldırım’ın bir şekilde "işe yaramaz, hatta zararlı" olduğunu ispat(!)lamaya çalışmalarıdır.
Utanmayı unuttuk, insafı infaz ettik nasılsa. Türkiye’nin krizlerle boğuştuğu yıllarda Avrupai stat ve tesisler yapmak, üvey evlat sayılan amatör dallarda evrensel başarılar yakalamak… Fenerium, Topuk Yaylası Kamp Tesisleri, Şükrü Saracoğlu Stadı gibi Türkiye’nin hayallerine bile sığmayan eser ve markalar yaratmak ve bu gibi şeylerin altına imza atmaktan daha büyük bir linç gerekçesi olabilir mi vasatın baştacı olduğu bu coğrafyada?
Ya ben size bir şey söyleyeyim mi, gelin şu Aziz Yıldırım'ı asalım en iyisi(!)