‘’Düşse de kurtulsak!‘’
Futbolun içinde olan tüm unsurlar sanki çok temizmiş gibi sadece İstanbulspor’un adı şike ve teşvik primi söylentilerinde ön plana çıkarılıyor. Bariz hakem hatalarıyla puanları gaspediliyor, bir sfenks kadar sessiz ve sakin hocası çileden çıkarılıyor, ardından tribüne yollanıyor. Federasyon tarafından kendisine verilen saha bakıma alınıyor, koca istanbul’da başka saha yokmuş gibi amatör maçların oynandığı Vefa Stadı’na yollanıyor. Rakip Üç Büyükler’den biri olsaydı, acaba federasyon Vefa’da Süper Lig maçı oynattırabilir miydi? Hatta İstanbul o kadar gözden çıkarılmış ki, maç esame listesine bile futbolcuların ismi elle yazılmış. Basacak matbaa bulamamışlar anlaşılan! Belli ki, İstanbulspor’un her yıl küme düşmesini bekleyenler bu sezon muradına erecek! Hep beraber kurtulacağız, asırlık çınardan! Dün, bu ahval ve şerait içinde Yılmaz Vural takviyeli Ankaragücü’nün karşısına çıkan İstanbulspor, içinde bulunduğu namüsait şartlara rağmen, sahada iyi mücadele verdi. Cezalı Yalçın’ın yerine stoper oynatılan Saffet Akyüz’ün yeğeni Serhat Akyüz, gelişen Ankaragücü atakları karşısında adeta dalgakıran gibiydi. Ancak ne var ki, diğer arkadaşları kendisine ayak uyduramayınca takımı iki gol yemekten kurtulamadı. İleride ise Alex Yordanov klasını konuşturdu. Bir gol attı, bir şutu da direkten döndü. Arkadaşlarına iyi servisler yaptı, ancak onu anlayan çıkmadı! Ankaragücü’nde ise, Yılmaz Vural etkisini hemen hissettirmiş. Sahaya üç forvetle çıkan Yılmaz Hoca, oyuncu değişikliklerinde de tercihini forvet oyuncularından yana kullandı ve bunun semeresini de fazlasıyla aldı. Başkent ekibinde, geride İsmet, orta alanda Evren oyuna ağırlığını koyan futbolculardı. Genellikle orta alan mücadelesi şeklinde geçen ve beraberlik kokan karşılaşmada fırsatları daha iyi değerlendiren Ankaragücü, kendisi için çok önemli bir üç puan alırken, rakibine kümede kalma yolunda ağır bir darbe vurdu. Bize de, ligin en az gol atan iki takımının maçında üç gol görmenin şaşkınlığını yaşamak düştü!
‘’Arka Bahçe‘’
Kendi gölgesine sığınan toplum...İnsanı sığınmaya iten nedenlerin başında, korku ve paranoyanın tetiklediği kaçış sendorumu gelir. Hayatından hoşnutsuzluk, mutsuzluk, çekilen yoğun acılar, yaşanan travmalar, elem ve keder de sığınma isteği doğuran diğer faktörlerdir. İlk insan, hayatta kalma dürtüsüyle mağaralara sığınmıştır. Çağlar ilerledikçe, savaşlardan ve zalim diktatörlerin baskısından kurtulmak için evlerin ve toprağın altına sığınaklar inşaa etmiştir, yeryüzünün efendisi... İnsanın, kendini, kendi cinsinin kötülüklerinden korumak için elleriyle yaptığı sığınaklar günümüzde varlığını koruyor elbette... Ancak sığınma dürtüsü, öz itibariyle biçim ve içerik değiştirmiştir. Yoğun çaresizlik duyguları eşliğinde yaşanan sığınma ihtiyacı kişiden kişiye farklılık gösterir. Kimi alkole, kimi dine, kimi ideolojilere, kimi düşlere, kimi hayellere, kimi akla, kimi bilime, kimi ailesine, kimi dostlarına, kimi otoriteye, kimi kendi içine sığınır. Kimi de, küçük kardeşim Yusuf Turhan gibi kendi gölgesine... Sığınmaya çalıştıkça kendinden kaçan gölgesine... Tahsil hayatının yarısından fazlasını acımasız koşulların hüküm sürdüğü yatılı okullarda geçiren Yusuf, oralarda çektiği acıları, korkuları, yaşadığı düşkırıklığını, travmayı, yazdığı bir denemede başlığa çıktığı tek bir cümle ile özetlemişti: “Gölgesine sığınan çocuk.” Yazarlık yeteneğinin benden daha iyi olduğuna inandığım sevgili kardeşimin, örselenmiş, zedelenmiş, yaralanmış bir hayatı özetlediği bu kısacık cümlesinin peşinde yıllarca koştum. Aslında hiç bir yere sığınamamak, orta yerde, her türlü saldırıya açık olmak anlamına gelen bu nafile çabayı, kendime ve içinde yaşadığım topluma uyarlamaya çalıştım. Ve aslında hepimizin, kaderimizi belirleyenlerin zulmünden kaçmak için kendi gölgemizden başka sığınacak yeri kalmayan birer çaresizler ordusu olduğu sonucuna vardım. Çünkü, seren direği kırılan bir yelkenli gibi açık denizlerde oradan oraya savrulan bu toplum, dönem dönem çeşitli limanlara sığınmaya çalışmıştır. Kah ABD’ye sığınmış, kah milliyetçiliğe... Bazen laiklik mendireğinin arkasına çekilmiş, bazen de köktendincilik... Ancak korunmak için girdiği her limanda bir parçasını, bir umudunu bırakarak, yeni sığınaklar aramıştır kendine. Akla ve bilime sığınmayı bir türlü düşünemeyen bu yaralı toplumun son yıllardaki korunağı ise futbol oldu. Galatasaray’ın tarihi başarısıyla, “nihayet” güvendeyim dedi. Ancak asıl hezimeti burada tadacağını anlaması için fazla beklemesine gerek kalmadı. Huzur bulmak için sığındığı futbol, toplumun ruhunda ideolojilerden daha fazla yaralar açtı. Toplum yaralandıkça, bilincini de yitirmeye başladı. Ve bizleri, son sürat yokuşaşağı yuvarlayan, kimliğimizi, kişiliğimizi, değerlerimizi yitirmemize neden olan malum televizyon programları devreye girdi. Son limandan demir almadan önce aşağıdaki satırlara bakmakta fayda var... “Biz nerede hata yaptık” diyebilmek için... Yıllardır Türk futbolunun içinde hakemlik, yorumculuk, spor yazarlığı gibi üst düzey görevlerde bulunan Erman Toroğlu’nun, TBMM Sporda Şiddet, Şike ve Haksız Rekabetin Önlenmesine İlişkin Komisyon’da yaptığı açıklamalardan satır başları sunuyorum: - “Şike herkesin gözünün önünde yapıldı. Diyarbakır - Elazığ maçında şike, Rize - Akçabat karşılaşmasında herhalde yanılmıyorsam aynı hesap. Türkiye’de adalet mekanizması kanaatle küme düşürebiliyorsa, düşürselerdi. - 10 gündür teşviğe aracılık eden konuşuluyor, teşviği veren Aziz Yıldırım hiç konuşulmadı. Hadi konuşsanıza, gitsenize üstüne. Arkada dev var çünkü. O aysbergin üstü. - “Futbolda para var, mafya da var”- “Federasyon seçimlerine karışan mafyaya devlet ‘burada ne geziyorsun’ demedi”- “Eski Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy hakem tayin etti”- “Eski MHK Başkanı Bülent Yavuz’u futbolun yanından geçirmem, ama TRT’de yorum yapıyor”- “Çelik ve Uzun’un kellesi uçuruldu”Şimdi söyler misiniz?.. Sığınacak neyimiz kaldı ki?.. Kendi gölgemizden başka...Zaman Gazetesi’nden özür diliyorum...Geçtiğimiz hafta bu köşede, “Zaman Gazetesi’nin ayıbı” başlıklı bir yazı kaleme aldım. Yazımda Zaman Gazetesi’nin dağıttığı, “Yılın Sporcuları Ödülleri”nde haksızlık yapıldığını, Paralimpik Oyunları’nda biri altın, biri bronz olmak üzere iki madalya alan engelli atıcı Korhan Yamaç’ın da ödüle layık görülmesi gerektiğini belirttim. Ödülü okurların verdiğini bildiğim için, Yamaç’ın, Zaman tarafından aday gösterilmediğini ve bunun için seçilmediğini ileri sürdüm. Benim bu sonuca varmama neden olan, gazetenin internet sayfaları üzerinde yaptığım araştırmaydı. Ertesi günü, mail kutuma gönderilen aday listesini görünce yanıldığımı anladım. Demek ki yeteri derecede araştırmamışım. Korhan Yamaç da aday gösterilmiş, fakat okur seçmemişti. Zaman Gazetesi Spor Servisi’ne yaptığım haksızlık nedeniyle tarifsiz bir üzüntü duydum. Birçoklarına göre kısa sayılabilecek 12 yıllık gazetecilik yaşamımda ufak tefek bazı hatalarım oldu. Ancak ilk kez bir camiayı rencide edecek bu çapta bir hata yaptım. Bundan dolayı haksız yere suçladığım Zaman ailesinden ve yanlış bilgi vererek yanılttığım siz okurlarımdan özür diliyorum. Affola...
‘’Trabzonspor bir başkaldırıdır‘’
Prometheus, bir dana kurban eder ve yenilebilir etlerini hayvanın iğrenç görünümlü midesine doldurur. Yenilemez olan kemiklerini ise iştah açıcı yağa saklar ve Olimpos’a çıkar. Zeus’un bunlardan hangisini seçtiğine göre paylaşım yapacaktır. Zeus, hemen güzel görünümlü yağı seçer, ancak içinden sakatat çıkınca küplere biner. Prometheus’u ve onun hayat verdiği insanları cezalandırmak için yeryüzündeki ateşi saklar. Ateşi elinden alınan insanlar soğuktan ve vebadan kırılır. Çok üzülen Prometheus, dışı ıslak ama içi kuru olan bir bastonla Olimpos Dağı’na giderek sopayı ateşe tutar. Ateş içten içe yanmaktadır, fakat dışardan bakıldığında farkedilmesi mümkün değildir. Bu sayede Prometheus ateşi insanlara geri götürür. Bunun üzerine çılgına dönen Zeus, Prometheus’u Kafkas Dağı’na zincirler. Her gün bir kartal gelip akşama kadar Prometheus’un karaciğerini didikler. Ancak karaciğeri bütün gece tekrar yenilenir. Kartal, sabah gelir ve yemeye devam eder. Bu işkence böyle her gün sürüp giderken, Zeus’un oğlu Herakles (Herkül), babasının da rızasıyla kartalı öldür, zincirleri kırar ve onu kurtarır. Çünkü insanları Zeus’un adaletsizliğinden koruyan Prometheus, aynı zamanda ileriyi görebilen bir kahindir. Kayserispor’un, bir hafta içinde iki kez karşılaştığı Fenerbahçe önünde içine düştüğü durumu görünce, Trabzonspor’un, Anadolu futbolu için ne ifade ettiği bir kez daha ortaya çıkıyor. Yalnız Kayseri değil, Üç Büyükler’le karşılaşan diğer Anadolu takımları da, İstanbul dükalığı karşısında her geçen yıl biraz daha acizleşiyor. İstanbul - Anadolu arasında makas giderek açılıyor. Gerek seyre doyum olmayan futboluyla, gerek yarattığı ambiansla, gerekse lekesiz, tertemiz galibiyetleriyle futbolseverleri 20-25 yıl öncesine götüren Trabzonspor, bugün bir kez daha Anadolu’nun gururudur, onurudur, umududur. Fenerbahçe’nin neredeyse dörtte bir bütçesine sahip olmasına rağmen, soluğunu her geçen hafta rakibinin ensesinde hissettiren Trabzonspor, Karadeniz’den yükselen bir feryattır, isyandır, başkaldırıdır. Türk futboluna sunduğu yıldızları, her yıl birer birer İstanbul tarafından didiklenmesine rağmen, yeniden yeniden yıldız üreten, şanlı bir direnişin sembolüdür Trabzonspor...Trabzonspor, Üç Büyükler’in karşısındaki yegane güçtür. Trabzonspor, İstanbul oligarşisi karşısında dumura uğrayanların, ezilenlerin, adalet arayanların “Prometheus”udur. Trabzonspor, her türlü zorbalık karşısında dahi pes etmeyen, direnen Karadeniz insanının dilinden sonsuza kadar düşmeyecek klasik bir şarkıdır. Trabzonspor, bir sevdadır, tutkudur. Bu aşkın ateşi, Trabzonlu’nun yüreğinde hiç sönmemelidir. Çünkü Türk futbolunun kurtuluşu, onun başarısına bağlıdır. Gün, kenetlenme günüdür...
‘’Arka Bahçe‘’
Ömrünüz kaç ömre bedel?Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük teknik direktörlerinden biri olan Fatih Terim, Galatasaray’ın hüsranla kapadığı bir sezonu anlatan “Eski Açık Sarı Desene” isimli belgesel filmde, futbol oyunuyla ilgili şöyle bir özeleştiri yapıyor: “Bazı şeyleri çok mu abartıyoruz? Çok mu önemsiyoruz? Çok mu kaale alıyoruz? Neden futbolu bir savaş haline getiriyoruz? Bunu hep düşünürüm.” Ekmeğini, şöhretini, servetini, kısaca herşeyini futbola borçlu olan bir insana bu soruları sordurtan nedenleri düşünmenin, hatırlamanın, hatırlatmanın bugün tam zamanıdır aslında... Elbirliğiyle katlettiğimiz, çürümüş bir cesede çevirdiğimiz futbolun, hayatımızı daha fazla zehirlemesine fırsat vermeden... Futbolu masaya yatırmalıyız, bizlere ne kattığını, bizlerden neler aldığını sorgulamalıyız. Futbolu neden bu kadar önemsediğimizi, hayat-memat meselesi yaptığımızı, niçin yaşamın bir parçası değil de, ta kendisi olarak algıladığımızı, basit bir oyunu nasıl canavara çevirdiğimizi sormalıyız, kendimize, birbirimize... Uygar dünya futbolla eğlenirken, neden biz bu oyunun içinde helâk olup gidiyoruz? Bu öfke, bu gözüdönmüşlük, bu kendinden geçmişlik, bu cinnet, bu travma, bu düşmanlık, neden? Bu dünyada bir nefeslik yer bulabilmişsek, bunun tadını çıkarmak, ömrümüzün her anını dolu dolu yaşamak yerine, bir oyun yüzünden neden hayatı kendimize zehir ediyoruz? Bize bahşedilen bu ömrü, niçin bu kadar hoyratça harcıyoruz, içini manasız çekişmelerle dolduruyoruz? Bir ömrümüz varsa ve yeterince uzunsa, bundan haz almak yerine, dünyayı kendimize zindan etmenin anlamı nedir? Hiç düşündünüz mü, ömrünüzde kaç ömür var? Bir görünüp, bir kaybolanları, bu dünyaya teğet geçenleri gözönüne aldığımızda, aslında uzun bir hayat bahşedildiği için kendimizi şanslı hissetmemiz ve ona göre yaşantımıza anlam katmamız gerekmiyor mu? Ömrümüz kaç ömre bedel? Kaç ömürlük hayat yaşıyoruz? Bir mi, bir kaç mı, bir çok mu? Yoksa onlarca, yüzlerce, binlerce mi? Yaşamının baharında Güneydoğu bataklığında şehit düşen gençleri ömrümüze katarsak, kaç ömür yaşamış oluruz? Ya da bu dünyada bir kaç gün kalıp giden bebeleri, heder ettiğimiz çocukları... Veya bir günlük ömrü olan kelebekleri, bir kaç saat yaşayan su sineklerini... Aslında bir ömürde kaç ömür barındırmış oluyoruz? Bizim yerimizde olmak için herşeyini feda etmeye hazır bunca canlı varlık varken, neden elimizdeki cevherin kıymetini bilmiyoruz da, bir futbol oyunu için birbirimizin gözünü oyuyoruz? Bir ömrümüz var, bir kaç ömre bedel... O ömrü boşa harcamayalım. Lütfen!..Zaman Gazetesi’nin ayıbıTiraj bakımından ülkenin önde gelen gazetelerinden Zaman, bir kaç yıldır yılın sporcularını, spor adamlarını, olaylarını seçiyor. Geçtiğimiz günlerde 2004 yılının en başarılılarını açıkladılar ve Lütfi Kırdar’da düzenlenen görkemli bir törenle ödüllerini verdiler. Seçime Fenerbahçe damgasını vurdu. Aralarında Atagün Yalçınkaya, Taner Sağır, Şeref Eroğlu gibi isimlerin olduğu diğer branşlardaki bazı sporcular da ödüle layık görüldü. Hatta, “dünyada yılın sporcusu” seçilen Mısır’ın Olimpiyat Şampiyonu güreşçisi Karam İbrahim de geceye getirildi. Bütün bunlara kimsenin itirazı olamaz. Ancak, Paralimpik Oyunları’nda Türkiye’ye ilk altın madalyayı kazandıran engelli atıcı Korhan Yamaç’ın hatırlanmaması, yapılan seçime leke sürdü. Seçimi yapan Zaman okurları... Fakat asıl sorumlu Yamaç’ı aday dahi göstermeyenlerdir. Neden aday gösterilmediğini bilemiyoruz tabii... Engelli sporu, spordan sayılmadığı için mi, yoksa milli sporcunun taşıdığı üniformaya karşı duyulan alerjiden mi? Bir açıklasalar da, biz de buradan okurlarımıza duyursak...Anadolu Ajansı’nın habercilik anlayışı!Anadolu Ajansı’nın iki gün önce servise verdiği haberi aşağıda aynen sunuyorum: “Türkiye Bisiklet Federasyonu’nca düzenlenen ‘Kulüplerarası Bisiklet Yol Yarışmaları’ Mersin’in Silifke İlçesi’nde yapıldı. Türkiye’nin değişik 20 ilinden gelen kulüplerden 45’i bayan 165 sporcunun katıldığı organizasyonda, genç erkekler 70, genç bayanlar 50, yıldız erkekler 50 ve yıldız bayanlar 40 kilometrelik parkurda yarıştı. Yarışmalar sonunda, dereceye girenlere ödüllerini ve madalyalarını Silifke kaymakamı Sefa Çetin, Belediye Başkanı Bayram Ali Öngel ve Emniyet Müdürü Ömer Özçelik verdi. Belediye Başkanı Öngel, bisiklet yarışmalarına ev sahipliği yaptıkları için mutlu olduklarını ifade etti.” Haber bu... Haber mi, yoksa kaymakamın, belediye başkanının, emniyet müdürünün basın bülteni mi, belli değil. Bir yarış yapılıyor ve bu yarışı kim kazanıyor, haberde yok. Ama kaymakamın, belediye başkanının, emniyet müdürünün isimleri, demeçleri var. Ehh... Bir ajans devlete bağlıysa, dolayısıyla siyasi iradenin hegemonyası altındaysa, yapacağı haber de bu kadar olur. Yarışları kim kazanmış, kimin umurunda!..
‘’Bayrağın adaleti!‘’
Oysa, Konya’nın 2-1 öne geçtiği 51. dakikaya kadar sahanın tek hakimi Kayserispor’du. Özellikle ilk yarıda rakibini adeta sürklase eden Sarı-Kırmızılı ekip harcadığı net pozisyonların bedelini ağır ödedi.Konyaspor, rehabilitasyon merkezi gibi... 3 büyüklerde zirve yapıp sonra düşüşe geçen sorunlu yıldızlar Yeşil-Beyazlı takımda yeniden kendi küllerinden doğmayı ümit ediyor, ama sanırım bunun için artık çok geç olmuş. Onların sahadaki varlığı, Konyaspor’da takım ruhunu olumsuz etkilemiş. Koşmuyorlar, pres yapmıyorlar, yardımlaşmıyorlar. Takımlarını sahada adeta eksik oynatıyorlar. Susiç’ten kontenjanları olsa gerek!Futbol değişken bir oyundur. Ancak iki devre arasında dünkü karşılaşma kadar büyük farkın olduğu maçlar çok nadirdir. Bunda elbette hakem hatalarının maçı çığrığından çıkarması en önemli etkendi. Ancak ikinci yarıda oyuna giren Altan Aksoy faktörü de saha içi dengeleri birden tersine çevirdi. Susiç’in onu neden kenarda tuttuğunu merak ederken, tecrübeli oyuncunun sözleşmesini uzatmadığı için yönetimin hışmına uğradığı bilgisi geldi kulağımıza... Yani, tipik bir Türk mantalitesi örneği!Kayseri hiç haketmediği bir yenilgi aldı. Takımını iyi hazırlayan, motive eden, sahaya yayan Hikmet Karaman’ın aynı başarıyı oyuncu değişikliklerinde gösterdiğini söylemek güç. Sahanın en etkili 2 ismi Mehmet Topuz ile Cem Karaca dünkü oyunda kenara alınacak en son oyuncular olmalıydı. Hal böyle olunca, futbolcunun da teknik direktörünün adaletine olan güveni sarsılır. Kayserispor’u ilerleyen haftalarda asıl bekleyen tehlike de bu sanırım.Son sözümüz de Zafer Biryol’a... Yedek kulübesindeki agresif tavırları nedeniyle kırmızı kart gören ve maçı iyice geren tecrübeli golcünün bir psikiyatriste görünmesinde fayda var. Hem kendi, hem de takımının ruh sağlığı için...
‘’Arka Bahçe‘’
Değeri bilinmeyen başkan: Canaydınİşadamanın biri, işçilerinin morallerini yüksek tutmak ve randımanlarını artırmak için fabrikasının yemekhanesine usta ressamların fırçasından çıkma son derece değerli tablolar asar. Ertesi gün büyük bir hevesle yemekhaneye gelir ve işçilerin tepkisini ölçmeye çalışır. Ancak gördükleri karşısında büyük bir düşkırıklığına uğrar. Zira, hiç kimse, asılan tablolara dönüp bakmıyordur bile. O paha biçilemeyen tablolar işçilerin umurunda değildir sanki... Tepkisiz, ilgisiz, yemeklerini yerler ve tezgahlarının başına dönerler.İşadamı, “neyse, belki ilk gün diye, belki de yorgunluktan görmediler, daha sonra farkederler” diye düşünür ve bir kaç gün daha umutla gözlemini sürdürür. Ancak değişen bir şey yoktur. İşçiler, hiç bir şey yokmuş gibi umursamaz bir tavırla yemeklerini yer ve sonra tekrar işlerinin başına döner. İşadamı, sonunda girişiminin başarısız çıkmasından duyduğu üzüntüyle tabloları kaldırtır ve evine yollar. Ertesi gün yemekhahaneye uğradığında ise, şaşkınlıktan ağzı açık kalır sanatsever işadamının... Bütün işçiler boş duvarların önünde toplanmış, tabloları aramakta ve kim tarafından, neden kaldırıldığını sorgulamaktadır. Zira, tablolar, yalnız duvarlarda değil, işçilerin, ruhlarında da boşluk yaratmıştır. Bu öyküyü daha önce de bu köşede nakletmiştim, alçakça katledilen Gaffar Okkan’ın ardından... İkinci kez anlatma gereği duymamın nedeni ise, Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın. Hani, bazı kesimlerin, Okkan’ı katledenler kadar acımasızca saldırdığı, yoketmeye çalıştığı, kulüp tarihinin en başarısız başkanı olarak ilan ettiği, komplocu (!) Canaydın... Teşvik primi, şike ve doping skandallarının zehirli bir sarmaşık gibi bedenimize dolandığı şu günlerde, Özhan Canaydın’ı, aslında tam da şimdi hatırlama, hatırlatma zamanıdır. Çünkü Özhan Canaydın, yalnız Türk futbolunu değil, Türk sporunu çağdaş dünyaya taşıyacak Fair-Play anlayışının en büyük temsilcisidir. Onyıllardır üzerimize bir kabus gibi çöken ve bir türlü kalkmak bilmeyen alacakaranlık kuşağınının sonunu müjdeleyen bir tanyeridir, Özhan Canaydın... Aydınlık günlerin habercisidir, ışığıdır, enerji kaynağıdır, güneşidir, Özhan Canaydın...Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında, çevresi köpekbalıklarıyla çevrili bir kazazede gibi hayatta kalmaya çalışan Türk futbolu için bir cankurtaran filikasıdır, Özhan Canaydın... Kazanmak için her yolu mübah sayan, bir kaç haksız puan daha alabilmek adına her türlü adiliğe başvuran, futbolcusunun, teknik direktörünün hakkını gaspeden, tehdit eden, döven, dövdürten, ne idüğü belirsiz, taşra kurnazı, mafyöz, bezirgan yönetici kalabalığının oluşturduğu bataklığın ortasında biten bir nilüfer çiçeğidir, Özhan Canaydın...O, hakarete uğramak, küfür yemek, acı çekmek, pahasına, batmış bir imparatorluğu yeniden ayağa kaldırmak için kolları sıvayan asil bir komutandır... O, ayaklar altında pas pas yapılmaya çalışılan camiasının onurunu kurtarmak için, kendisini sırtlanların önüne atan Sarı - Kırmızı bir fedakardır...O, her türlü hakaret karşısında bile sükunetini, efendiliğini bozmayan bir tevazuu timsalidir...O, kendi iş hayatını, servetini, ailesinin geleceğini dahi kulübü için riske atacak kadar bir Cim Bom aşığıdır...O, geçmişte başkalarının yaptığı hataların üzerine sünger çeken, kendi hatalarını da samimiyetle itiraf eden, özeleştiri yapan bir modern çağ soylusudur... O, bir bayraktır...O, bir şanstır...O, sessiz sedasız ruhumuza sızmış, içimize işlemiş paha biçilemeyen bir sanat eseridir...Değeri, ortadan kaybolduktan sonra anlaşılacak... Ne yazık ki...Minderde doğru adres: MacidovGüreş Federasyonu’nun yeni başkanı Recai Ustaoğlu, uzun bir beklemeden sonra yönetim kurulunu belirledi. Yönetimde, işadamından, bürokrata kadar bir çok isim var. Her birinin ne kadar faydalı olacağı özerklik kazanıldıktan sonra belli olacak. Özellikle de işadamı olanlarının... Yönetimini ilan eden Ustaoğlu, doğal olarak ilk halletmesi gereken konuya el attı ve milli takım antrenörlerini belirlemeye başladı. Grekoromende, devam edip etmeyeceği büyük merak konusu olan Azeri Kamandar Macidov’un görevde kalması kararlaştırıldı. Bu, Ustaoğlu Federasyonu’nun aldığı ilk ve en isabetli kararlardan biri. Zira Macidov, geçtiğimiz yıl ocak ayında göreve geldiğinde, çalışmaya ve disipline dayalı sistemiyle grekoromen güreşe yeniden ivme kazandırmıştı. Dahası, bütün sporcular ondan memnun. Dünya güreşinde genç neslin en iyi temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Macidov, Pekin’e kadar şans verilmesi halinde yeni olimpiyat şampiyonları yetiştirebilir. Yeter ki, siyasi baskılara boyun eğilmesin, arkasında durulsun... Serbestte ise durum karışık görünüyor. Arayışlar sürüyor. Yeniden, Avrupa Şampiyonası öcesi göreve getirilen Hasan Apaev üstünde duruluyor. O dönem üç Avrupa Şampiyonu çıkaran Apaev’in, sadece bu nedenle başarılı olduğunu söylemek güç. Zira, çok kısa süre görevde kaldı. O olmasa da, Türkiye Ankara’da üç altın alırdı. Çünkü eline hazır bir takım verilmişti ve ev sahibiydik! Recai Ustaoğlu, serbestte de Macidov gibi isabetli karar verirse, önemli bir eşiği geçmiş olacak. Tabii, her iki stilde atayacağı yardımcılarda da aynı isabeti göstermesi koşuluyla... Bu konuda işinin daha zor olduğunu biliyorum. Çünkü işin içine Türk mantalitesi giriyor! İnce hesaplar, güç odakları, seçim vaatleri, ayak oyunları vs.Umarım altından kalkar...
‘’Arka Bahçe‘’
Doğadaki her renk kirlenebilir. Ancak beyazın kirlenmeye hakkı yoktur. Zira beyaz, aynı zamanda masumiyeti de temsil eder. En ufak bir kir ve leke, onun masumluğunu yok eder, gri tonlamalardan biri haline getirir. Belki grinin en açık tonu olur, ama bir kere kirlenmiştir; beyaz, beyazlığını kaybetmiştir. O da, diğer renklerin arasına karışmıştır. Ve işte o zaman, en zifir siyahın, en koyu karanlığın yanında bile en kirlisi beyaz olur. Tıpkı, suçlular içinde en mağdur olanının, en suçlu sayılması gibi... Tıpkı, halkı iliğine kadar sömürenler, soyanlar, VIP salonlarından elini kolunu sallaya sallaya yurtdışına kaçarken, baklava, börek çalan, okul camı kıran çocukların hapse tıkılması gibi...Tıpkı, depremde binlerce can alan iktidarların kasası müteahhitler, boğaz sırtlarında şampanyalarını yudumlamaya, yeni yeni ihaleler almaya devam ederken, faturanın sadece en garibanına kesilmesi gibi...Tıpkı, bu ülkede rüşveti, iltiması, hayali ihracatı, banka hortumlamayı, yolsuzluğu, vergi kaçırmayı kurumsallaştıran kasaba tüccarı politikacılar, her dönem başka başka partilerden meclis koltuklarına yapışırken, ülkesini muassır medeniyetler seviyesine çıkarmayı hedefleyen, bunun için kafa yoran, proje üreten aydın, yurtsever, çağdaş insanların, sırf düşüncelerinden, fikirlerinden dolayı “vatan haini” ilan edilerek derdest edilmesi gibi...Tıpkı, kardeşi kardeşe kırdıranlar, halkları birbirine düşürenler, katliamlar yapanlar, yaptıranlar, karanlık ruhlarını dışa vuran koyu takım elbiseleriyle, makam araçlarıyla, ceberrut suratlarıyla tekrar tekrar hayatlarımızın içine arz-ı endam ederken, daha özgür bir dünya özlemiyle yola çıkıp, o terör baronlarının tuzağına düşen idealist ve yoksul gençlerin kör kuyularda yokedilmesi gibi...Tıpkı, şikeyi, teşvik primini, hakem ayarlamayı, entrikayı, tribün terörünü ülke futboluna bulaştırarak, tüm spor camiasını yokedecek ölümcül bir hastalığa yol açan güçlüler korunup, kollanırken, baştacı edilirken, zayıfın, güçsüzün en küçük hatasında, en ağır cezalara çarptırılması gibi... İşte, bu yüzden sızlanmaya hakkın yok Aykut Hoca! Sen ve geçmişteki dava arkadaşların, çocukların, öğrencilerin, futbolcuların, bu kokuşmuş düzenin bir parçasıysa, çürümeden az da olsa payını almışsa, sizlerin “en kirli” ilan edilmesi, beklenen bir sondur. Trabzon maçından sonra sarfettiğin, “Kirlenmenin içindeki başlıca odak noktası İstanbulspor oldu. Vurun abalıya misali. Bugüne kadar Türk futbolunda olan her şey İstanbulspor’a yüklendi. Şu net şekilde biliniyor, bunu ben de, konuşanlar da belgeleyemez. Şike de, teşvik primi de danışıklı dövüş. Her şey geçmişten bugüne kadar yapıldı. Bu benim izlenimim. Ancak herkes tertemiz ortaya çıktı, bir tek İstanbulspor kaldı. Bunun da nedenini anlamış değilim” sözlerinin hiç bir kıymet-i harbiyesi yok! Çünkü anlaşma böyle. Bu diyarda; güçlülerin, zalimlerin koyduğu kurallar bunu gerektiriyor. İçine karanlığı emmiş, yüzüne katran koyusu geceler geçirmiş bir toplumda beyaz olmanın, beyaz kalmaya çalışmanın bedeli bu... Birincilik senin, sizlerin, sizin gibilerin!..Aileler!.. Çocuklarınızı kahvehaneye gönderin! “Mümkünse yatırın” diyeceğim ama, bunun ihtimal dışı olduğunu biliyorum. O nedenle futbol programlarının televizyonlarda yayınlandığı saatlerde, onları sokağa salın, kahvehaneye yönlendirin! Çünkü oralarda, renkli camdan odalarınıza saçılan kirlilikten daha az etkilenirler. Daha az dejenere olurlar. Daha az dumura uğrarlar. Daha az beyinleri iğdiş olur. Daha az insanlıktan çıkarlar. Gitsinler kahvehaneye, pişpirik oynasınlar... Pişpirik deyip geçmeyin!.. İnanın, bu naif oyun, spor programlarının içeriğinden, orada ağızlarından salyalar saçıp car car öterek, gerçek spor yazarı ve adamına da ana avrat küfür ettiren güruhtan daha az zararlıdır! Hatta eğitici yönü bile vardır! Oynarken, dayanışmayı öğrenir, karakter tahlili dahi yapabilirler... Yani bir bakıma hayatı öğrenirler! Sayın ebeveynler!.. Çocuklarınızı özellikle pazar ve pazartesi akşamları evde tutmayın. Onları koruyun, kollayın. Futbol aşkıyla ekran başına oturup da, hayatlarının birer kum tanesi gibi avuçlarının içinden kaymasına engel olun. Bunu yapın. Onları seviyorsanız...
‘’Arka Bahçe‘’
Şimdi Don Kişot olma zamanı!..Don Kişot, şanlı geçmişin, görkemli geleceğin büyüsüne kapılmış, düşman zannettiği yeldeğirmenlerine saldıracak kadar gerçek dünyayla bağlarını koparmış bir idealist; Sancho ise pratik, gerçekçi, ama kaderci, zengin olmak için şans arayan sıradan İspanyol insanıdır.Cervantes’in bu ünlü roman kahramanının 400. doğum yıldönümü bütün dünyada kutlanıyor. Hiçbir zaman kazanamayacağı bir savaşın içine atılan Don Kişot’un temsil ettiği değerler tekrar hatırlanıyor, hatırlatılıyor. Don Kişot’un aslında kim ve ne olduğu, Cervantes’in bu absürd kahramanıyla neyi anlatmak istediği yüzyıllardır tartışılıyor. Hemen herkesin okuduğu, okumasa bile aşina olduğu bu klasik romanı, kimileri hayalperest bir delinin sabuklamaları olarak nitelendirirken, kimileri de kaybedilen değerlere bir ağıt olarak görüyor. Dünyaca ünlü Rus yazar Dostoyevski’ye göre ise, Don Kişot, bugüne kadar yazılmış en hüzünlü kitaptır. Zira korkunç bir düşkırıklığının öyküsüdür.Bir iddiaya göre, Cervantes’in 400 yıl önce dönemin kültürünü etkisi altına alan şövalye romanlarına bir tepki olarak yarattığı Don Kişot, yeryüzünde kuşaklar boyu öyle bir etki yarattı ki; insanoğlunun uygarlık serüvenini, onun sahip olduğu yüce değerler ile yoketmeye çalıştığı çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesi oluşturdu, adeta... Öyle ki, “Don Kişot’luk” kavramı her çağda geçerliliğini sürdüren bir klişe oldu çıktı.Bugün de bir çoğumuz, gerçekleşmisini mümkün görmediğimiz ideallerin peşinde koşanlar ya da üstesinden gelinilebileceğine ihtimal vermediğimiz engellere karşı savaşanlar için kolaylıkla, “Don Kişot’luk yapma” şeklinde telkinde bulunabiliyoruz. Buna karşın hâlâ ısrarla, “Don Kişot’luk” yapmaya çalışanlar toplum içinde genellikle alaya alınır. Aptallıklarından, hayalperestliklerinden dem vurulur. Enerjilerini boşa harcadıkları savunulur. Gittikleri yolun yanlış olduğu ileri sürülerek yerleşik düzenin bir parçası olmaları öğütlenir. Sistem için ciddi bir tehdit olarak algılandıkları durumlarda ise öğüt verilmez, kafalarına kafalarına vurulur. Bazen işkence tezgahından geçirilir, zincirlenir, hücreye tıkılırlar. Bazen de kuytu bir köşede bildik yöntemlerle susturulurlar.Sonuna kadar savaşmalıKurtuluş Savaşı’ndan bugüne değin bin bir badire atlatan Türkiye, ne yazık ki devasa bir “Don Kişot Mezarlığı”dır. Toplum içinde uç vermeye başlayan “Don Kişot”ları daha taze bir fidan iken kıran zihniyetin, on yıllardır hüküm sürdüğü ve sanki sonsuza kadar sürmeye devam edeceği bir “korku imparatorluğu”dur, Türkiye... Zulmün, adaletsizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, hoşgörüsüzlüğün, düşmanlığın, kinin, nefretin, duyarsızlğın, bencilliğin, çıkarcılığın, küçük hesapların, ayak oyunlarının, yalanın, riyanın, yıllardır empoze edilerek çürütülen bu tuhaf toplumda, asıl şimdi “Don Kişot” olma zamanıdır. Çoluk çocuk, evlerde, sokaklarda, yurtlarda, kreşlerde zebil - ziyan ediliyorsa... Hırsızlar, katiller, psikopatlar sokakları teslim alırken, sade vatandaş evinde dahi kendini güvende hissetmiyorsa... Gelir adaletsizliği, işsizlik her gün yeni bir trajedi üretiyorsa... Yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyorsa... Güven erozyonu had safhaya çıkmışsa... Magazin adı altında rezilliğin, pespayeliğin her türlüsü ekranlardan odalarımıza taşıyorsa... Bu halk, kendisi acılarla yoğrulduğu halde, başka halkların acılarına kayıtsız kalıyorsa... Teşvik primi ve şike spor sahalarında kol geziyorsa... Tribünlerdeki vandalizm, futbolumuzu her geçen gün esir alıyorsa... Stat terörü, çapsız yöneticiler tarafından provoke edilmeye devam ediliyorsa... Bariz hakem hatalarının önüne bir türlü geçilinemiyorsa... Ülkenin en iyi golcüsü bir kişinin ihtirası ve inadına kurban ediliyorsa... Ülkenin en iyi atleti cehaletin kör kuyusunda kayboluyorsa... Ne idüğü belirsiz kişilerin spor yazarı (!) olarak kahve geyiği yaptığı spor programları gözümüze sokuluyorsa... Mesleği içten vuran muhteris gazeteciler, bir takım güç odaklarının paryalığını sürdürüyorsa... Ülke sporu her geçen gün biraz daha siyasetin boyunduruğuna giriyorsa... Ayaklar baş, başlar ayak oluyorsa... Tam da şimdi Don Kişot olma zamanıdır. Yılmadan, pes etmeden, bıkmadan, usanmadan yeldeğirmenlerine karşı savaşma zamanıdır. Alaya alsalar da, vursalar da, kırsalar da, sustursalar da, yok etseler de, küllerimizden doğarak yeniden dirilmenin ve zalimlerin karşısına dimdik çıkmanın, bu dünyayı bizlere zehir edenlere karşı sonuna kadar savaşmanın zamanıdır. Zira, çocuklarımıza daha müreffeh bir dünya bırakmanın başka yolu yok. İnsanlık ülküsünü ilelebet yaşatmak için hepimiz birer Don Kişot olmalıyız... Ve çoğalmalıyız...Teşekkürler herkese...Başta Hüseyin Öztunç’aBugün affınıza sığınırak bu satırları kendime ayırmak istiyorum. Zira önceki gece 12 yıllık meslek hayatımın en anlamlı gecelerinden birini yaşadım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, beni layık gördüğü “2004’ün Spor Yazarı” ödülünü Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir törenle aldım. Yaşım kadar spor yazarlığı yapan değerli büyüklerimin arasından sıyrılıp bu ödülü almak beni çok mutlu etti, gururlandırdı. Bu nedenle üzerimde emeği olanlara teşekkür etmek istiyorum. Bu benim gönül ve minnet borcum. Başta bana inanarak, güvenerek bu sütunları teslim eden sevgili müdürlerim Necil Ülgen, Tamer Bağlan, Yalçın Uygun ve Hakan Can’a...Bana gazeteciliği öğreten, Fanatik ailesine kazandıran sevgili ustam, dostum Hüseyin Sakarya’ya... Beni bir okul olan Türk Spor Ajansı’na kabul eden Erdoğan Arıpınar’a, Remzi Yılmaz’a...Beni bu ödüle layık gören başta Fuat Ercan olmak üzere tüm jüri üyelerine... Teveccüh göstererek köşelerinde beni öven Metin Tükenmez ve Ahmet Çakır’a... Beni kutlayan, destek veren tüm dostlarıma, okurlarıma...Hepsine kucak dolusu teşekkürler...Ama biri var ki, teşekkürün en büyüğünü ona etmek istiyorum. Beni bu mesleğe yönlendiren değerli ağabeyim Hüseyin Öztunç’a...12 Eylül’ün ziyan ettiği bir ömre yeniden hayat verdiği için... Tam da kahvehanelerin izbe köşelerinde solmak üzereyken... Sağol, varol Hüseyin Abi. Tanrı sana uzun ömürler versin. Belki seni bekleyen daha nice bataklık çiçekleri vardır... Işığına, güneşine hasret...









































