MENÜ

Arka Bahçe

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Ben, bir başkasıdır Hepsi ama hepsi manasızlık denen dipsiz bir kuyuda kayboluverir. Gökte parlayan yıldızları ansızın içine çeken, zamanı bir vantuz gibi emen evrendeki kara delikler gibi sonsuz bir boşlukta yokoluverir. Herşey, hiçbir şey olur... Her geçen gün biraz daha semiren, palazlanan, azgınlaşan şiddet, hayatlarımızı teslim aldığında; kendimizi manasızlık denizinde pupa yelken yol alırken görürürüz. Başlangıcı ve sonu olmayan bir yolculuk gibidir bu... Gitmek istemeyiz, ama gideriz. Kalmak istemeyiz, ama kalırız. Dönmek isteriz, ama dönemeyiz. Ve sonunda bir ufuk çizgisinde kayboluveririz. Bir nokta oluruz. Anneler gününde, statlarda, salonlarda annelere küfürler edildiğinde... Anadolu konukseverliğini mezara gömen vandalizm tribünleri teslim aldığında... “Taraftar” adı altında hayatımıza arz - ı endam eden lumpen sürüsü rakip seyircilerin kafalarına taş yağdırdığında, babalar maça getirdikleri kızlarını nazi zulmünden kaçırır gibi sarıp sarmalayarak sahanın ortasına koştuğunda, çocuk gözler dehşetle büyüdüğünde, korkudan çığlık attığında, gözyaşları sicim gibi aktığında... Sırf rakip takımdan olduğu için hayatının baharındaki Bursalı Levent Aktaş gençliğine doyamadan eğreti bir fidan gibi bu dünyadan koparıldığında... Futbol baronlarının köşe başlarında kurduğu hain pusular, daha nice Leventler’i beklediğinde... Yetkililer, yetkisizleştiğinde... Aymazlık, başköşeye kurulduğunda... Kartopu, çığa dönüştüğünde... İnsanın değeri, iki paralık edildiğinde... İyi, kötünün karşısında çaresiz kaldığında... O zaman ben, ben olamam. Benim gibiler de, kendileri olamaz. Sen de, sen olmamalısın zaten. Siz de, siz... Kimse, kimse olmamalı. O zaman ben ne olurum, bilemem... Belki bir çiçek, belki bir böcek, belki bir bulut, belki bir yıldız, belki bir su damlası, belki bir kum tanesi, belki bir toz zerreciği, belki bir nefes, belki bir düş, belki bir hiç... Kim bilir, ne olurum? Ama anlamsızlaştığım kesindir. Bana ve benim hayatıma dair ne varsa, hepsinin anlamsızlaştığı da... Bir sarkaç gibi boşlukta sallanırım. Bütün sorularım cevapsız kalır. Ama ben yine de cevabı olmayan sorular sormaya devam ederim: Neden, niçin, niye? Aziz Bey’in küfürle savaşı Bir Anneler Günü’nü daha geride bıraktığımız şu günlerde, en kutsal varlıklarımız annelere edilen küfürlerin gündemde baş köşeye oturması ne acı. Eminim, bu Anneler Günü’nde en büyük yürek sızısını Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım çekmiştir. Zira statlar, salonlar onun rahmetli annesine edilen küfürlerle çınlıyor. Ruhuna bir Fatiha bekleyen merhumeye zalimce, alçakça küfürler ediliyor. Ve kimse buna “dur” diyemiyor, demiyor. Aziz Bey’i ne insan olarak, ne de bir başkan olarak hiç sevmem. Ama onun küfür konusundaki haklı savaşında sonuna kadar yanındayım. Hepimizin olduğu gibi, onun da annesi, biricik varlığıdır. Onun rahmetli annesine edilen küfürleri kendi annemize edilmiş gibi kabul etmeliyiz. Onun yanında yer almalıyız. Onu desteklemeliyiz. Tribünlerdeki küfürbazlara karşı bütün gücümüzle savaşmalıyız. Kutsal varlıklarımızı koruma altına almalıyız. Aziz Yıldırım’ı bu mücadelesinde yalnız bırakmamalıyız. Ancak bunu yaparken, Aziz Bey’den de şunu isteyebilmeliyiz: Küfürbaz bir futbolcu, Fenerbahçe Kaptanı olarak kalmamalı. Zira, Aziz Yıldırım’ın annesi ne kadar kutsalsa, Giray Bulak’ın annesi de o kadar kutsal. Aziz Yıldırım, her ne kadar Ümit Özat’ın 4 maçlık cezasının indirilmesi için Tahkim Kurulu’na başvurarak samimiyet sınavında sınıfta kaldıysa da, bunu bir yol kazası olarak kabul etmeli ve bu çelişkiyi sona erdirmeli. Fenerbahçe bu ülkenin en güzide kurumlarından biridir. Büyük bir pişkinlikle, adeta gurur duyarak, “Evet Giray Hoca’ya küfür ettim” diyen bir futbolcu, Fenerbahçe kaptanlığına yakışmıyor. Aziz Bey de yakıştırmamalı. Ve gereğini yapmalı. Statlardaki küfürlere karşı verilen mücadelenin bayraktarlığını yapan birine yakışan da budur.

YORUM YAZ