‘’Arka Bahçe‘’
İstasyon..Bir yolculuk ne zaman başlar ve ne zaman biter? Adına insan dediğimiz gizemli varlık, evrenin sonsuz boşluğunda ne zamandan beri yol alıyor? Ve ne zaman duracağız? Devasa bir çöplüğe çevirdiğimiz yerküre son durağımız mı, ara istasyonumuz mu? Bir dahaki trende bize yer olacak mı? Yoksa akşamın alaca karanlığının çöktüğü bu terk edilmiş istasyonda kalıp birbirimize kötülükler yapmayı sürdürecek miyiz? Uzayın ücra bir köşesindeki bu yaşlı gezegeni neden paylaşamıyoruz? Bunca kötülük, bunca zalimlik, bunca kin, bunca nefret, bunca ihtiras neden? Evrende hepimize bir nefeslik yer verilmemiş mi? Sonsuzlukta çakan bir kıvılcım değil miyiz hepimiz? Bir çakıp, bir kaybolmayacak mıyız? Bugün yeryüzünde; yarın belki başka bir evrende, başka bir boyutta, başka bir zamanda... Bambaşka biçimde, bambaşka renkte, bambaşka hayatta, bambaşka bir varlığın içinde... O zaman geriye dönüp baktığımızda ne kadar boş ve anlamsız işlerle uğraştığımızı fark etmeyecek miyiz? İçi boş kavgalarla, manasız çekişmelerle bir ömrü ziyan ettiğimizi anladığımız o anda, iş işten geçmiş olmayacak mı? Ne yazık ki öyle olacak... Ancak öyle olmaması için hâlâ zamanımız var. Çünkü hayat bize sunulandan ibaret değildir. Tanrı bize bu hayatı bahşederken, kumandasını da elimize vermiştir. O kumandanın adı; akıl ve zekadır. Nasıl bir hayat yaşayacağımıza kendimiz karar verebiliriz. Kendi hayatımızın efendisi olabiliriz. Yaşamımıza mana katabiliriz. Bizi birbirimize kırdıran, hiçliğe mahkûm eden ihtirasımızı gemleyebiliriz. Bizi çağın gerisine düşüren budalalıklarımızın önüne geçebiliriz.Kendimizi sorgu odasına almanın zamanı gelmedi mi?Geçip giden zamanı yakalayamayız elbette; ama geleceği daha iyi kurabiliriz. Eksi bakiyeyi artı bakiyeye çevirebiliriz. Hatalarımızdan, günahlarımızdan arınabiliriz. Bambaşka biri olabiliriz. Bütün bunları yapabiliriz. Yapmamamız için hiçbir neden yok. İçimizde varolan kötülük kadar iyiliğe de sahibiz. Tabiatta her şey birbirinin zıttıyla birlikte vardır. Önemli olan hangisini seçeceğimizdir. Hepimizin bir iç hesaplaşmaya ihtiyacı var. Kendimizi sorgu odasına almanın zamanı çoktan geldi, geçiyor. Bugün geleceğe daha karamsar bakıyorsak; nedeni kendimizi sorgulamamaktır. Her alanda dibe vuruyorsak; sebebi suçu diğerlerinde aramaktır. Bir yerde ters giden bir şeyler varsa, bundan herkes sorumludur. Az ya da çok. Hiçbir şey yapmasak bile... Belki de hiç bir şey yapmadığımız için oluyordur, olanlar. Seyrettiğimiz için. Göz yumduğumuz için. Biliyorum, bu kadarına layık değiliz biz. Çapulcu bir zihniyetin bu ülkeyi teslim almasına olanak vermemeliyiz. Bugün her zamankinden çok sahip çıkmalıyız ülkemize. İşe önce, birbirimizle barışmakla başlamalıyız. Herkesin herkesi sevmesi mümkün değildir, ama saygı duyulmalıdır. Haklarımıza, kimliğimize, kişiliğimize, tercihlerimize, seçimlerimize, fikilerimize... Ancak böyle huzuru, mutluluğu, başarıyı yakalayabiliriz. Hayatın her alanında ihtiyacımız olan budur. Ekonomik ilişkilerde de, politik ilişkilerde de, sportif ilişkilerde de... Bu istasyonda hepimize yetecek kadar bekleme odaları mevcuttur. Yola çıkmadan önce, yanıbaşımızda bizim gibi bekleyen yolcuyu, gelen ilk trene binip gittiğinde bir daha sonsuza kadar göremeyeceğimizi unutmayalım. Yola çıkmakla, yoldan çıkmanın arasındaki farkı da aklımızdan çıkarmayalım. Ve son olarak şu soruya cevap arayalım:Bir yolcu, ne zaman yoldan çıkar? İhtirasın kör kuyusuna düştüğü zaman.
‘’Arka Bahçe‘’
Cehennemin öteki adı: Çocuk yurtları...Ben öğrenim hayatımın bir kısmını yatılı bir okulda geçirdim. Kendim yatılı değildim. Ancak bilirim; o soğuk geceleri, yalnızlıkları, yaşanan korkuları, çekilen acıları, itilmişlikleri, örselenmişlikleri, yorganın altına saklanıp dökülen gözyaşlarını... Benim okulumda öğrencilerin büyük bir bölümü taşradan gelmiş yoksul köylü çocuklarıydı. 7 yıllık bir okul olduğu için yurtta kalan öğrencilerin yaşları 12 ila 20 arasında değişiyordu. Büyükten küçüğe doğru hiyerarşik bir yapı vardı; hem okulda, hem de okul yurdunda... Ve büyük balık küçük balığı orada da yutuyordu! Sabahları okula geldiğimde yaşıtım olan öğrencilerin morarmış yüzü-gözü ile karşılaşırdım. Neler olduğunu sorduğumda cevap vermezlerdi. Bir kenara çekilip sessizce ağlarlardı sadece... Yaşadıklarını anlatmak istemezlerdi. Sonsuza kadar taşıyacakları bir sır olarak saklarlardı, kendilerine yaşatılanları... İçlerinde intihara meyilli olanların oranı bir hayli fazlaydı. Zaman zaman dolaylı bir şekilde bunu dile getirdikleri de olurdu. Dost sohbetlerinde ne kadar zalim ve acımasız bir dünyada yaşadığımızdan söz ederlerdi. Akşam olup el ayak çekildiğinde başlarına neler geldiğini anlayabilmek için sabah gözlerinin içine bakmak yeterliydi aslında. Göz bebeklerini büyüten korku ve dehşet ifadesi her şeyi anlatıyordu. Şikayetçi de olamıyorlardı. Çünkü başvurabilecekleri bir mercii, onlara yardımcı olacak bir otorite de söz konusu değildi! Zira, gece etüt abilerinin uyguladığı şiddeti, gündüz de müdür ve yardımcıları ile öğretmenler tekrarlıyordu. Belki eksik olan tacizdi! Kimbilir?!!Zamanla dövülen, ezilen, tacize uğrayan çocuklar büyüyor, mezun olan abeylerinin yerini alıyordu. Mamafih, değişen bir şey olmuyordu. Abi olan çocuklar, bu kez yeni yetme başka çocuklara kendilerine reva görülen muameleyi uyguluyorlardı. Kişiliklerinin, karakterlerinin, dünya görüşlerinin oluşmaya ve şekillenmeye başladığı çağlarda av olanlar; sıraları geldiğinde, yetişkinliğe doğru adım atmaya başladıklarında avcı oluyorlardı!Yanıbaşımızdaki atıl hayatlar...Bu kısır döngü bugün de kırılabilmiş değil. Hatta artarak devam ettiğini dahi söyleyebiliriz. Nicedir gazete ve televizyonlarda, okullarda ve yurtlarda uygulanan şiddet, taciz ve tecavüz haberlerinden geçilmiyor. Yalnız büyükler küçüklere değil, küçükler de gücü yettiği başka küçüklere akla gelmedik fiziki ve sözlü tacizlerde bulunuyorlar. Şiddetin kör kuyusunda boğuluyoruz sanki...En yürek burkan hikâyelerin yaşandığı yerler ise, hiç kuşkusuz çocuk yuvaları ile yetiştirme yurtları oluyor. Gün geçmesin ki, bir çocuk yuvasından- yurdundan insanı darmadağın eden trajediler fışkırmasın. Duyunca, okuyunca, izleyince tüylerimiz diken diken oluyor. İsyan ediyoruz, kahroluyoruz, ‘lanet olsun’ diyoruz. Lakin onlara sahip çıkmıyoruz. Kimsesizlerin kimi olmayı denemiyoruz. Çözüm için fikir bile üretmiyoruz. Her biri bir aile dramının mahsülü olan çocuklara ‘atıl hayatlar’ muamelesi yapılmasını seyrediyoruz. Dövülüyorlar, taciz ediliyorlar, tecavüze uğruyorlar, aç bırakılıyorlar, örseleniyorlar, mafyaya satılıyorlar... Hayata zaten yenik başlayan bu biçareler; cahil, kifayetsiz ve merhametsiz parti militanlarının ellerinde heder oluyorlar. Biz sadece izliyoruz. Kimse kamuoyuna yansıyan haberlerin münferit olduğunu iddia etmesin... Öğrendiklerimiz yalnızca buzdağının görünen kısmı. Eminim, devlet bile ürküyordur, gayya kuyusuna elini sokmaktan!.. Zira işin içinde aysberge çarpıp batmak da var!Oysa bu ülkenin onlara; onların enerjilerine, akıl ve zekalarına da ihtiyacı var. Kaldı ki, ihtiyacı olmasa da, onlara kucak açmak, eğitmek, geleceğe hazırlamak devletin, hükümetlerin birinci görevidir. Ama onları, en başta ehil insanların eline teslim etmek ve hayata kazandıracak projeler geliştirmek suretiyle... Başta sportif amaçlı projeler olmak üzere...Hepimiz biliyoruz ki, spor, çocukların fiziksel ve ruhsal gelişimleri, rehabilitasyonları için en önemli araçtır. Devlet bu konuya ciddiyetle eğilmeli, işe önce her çocuk yurdunun yanına bir spor salonu yapmakla başlamalı. Ve kimsesizleri o salonlara doldurmalı. Geleceğimiz için, çocuklarımız için...Ziyan olan emanet bir nesli yeniden kazanmak için...
‘’Derbi demeye...‘’
Dün geceki derbide görevli olduğum bildirilince, sonsuza kadar içimde taşıyacağım o sızıya rağmen bağrıma taş basarak tribündeki yerimi aldım. Gördüm ki, her geçen gün tadı kaçan hayatla birlikte derbilerin de tadı da kaçıyor. Bir Galatasaray-Beşiktaş maçının 500 kişiye oynanacağını rüyamda görsem inanmazdım. Ama futbolun ‘ekonomi-politik’i, büyükleri bir otel stadında oynamaya mahküm ediyor işte...Muhtemeldir ki, gerek organizasyonu yapan Efes Pilsen firması, gerekse yayıncı kuruluş iki büyükten birinin final oynamasını arzuluyordu... Ancak ne var ki, Galatasaray ve Beşiktaş’ın ilk iki gün bu kadar kötü bir performans göstereceklerini hesaplayamamışlardı. Aslında iki takımımızın dün gece de iyi olduğunu söylemek mümkün değildi. Sadece kötünün iyisi vardı sahada... O da Galatasaray’dı.Yabancılarını tribün çıkaran Gerets’in sahaya sürdüğü yerli oyuncular, özellikle ilk yarıda Beşiktaş’a karşı bariz bir üstünlük kurdular. Bu bölümde farkı arttıramamalarının nedeni Hasan Kabze’nin beklenenin de altında bir performans sergilemesiydi. Orta alanda görev alan Mehmet Güven, sahanın en iyilerinden biri olarak göze çarparken, Arda’nın zaman zaman yaptığı şovlar, futbolsuz gecede gözümüzün pasını sildi. Nobre girdikten sonra oyunda dengeyi sağlayan Beşiktaş’ta Gökhan Zan ile Burak’ın dışında büyük takım topçusu gibi oynayan futbolcu bulmak zordu. Siyah-Beyazlı takım, bu kadro yapısıyla ligin ikinci yarısında da taraftarına kahır mektubu yazdırır. Beşiktaş sanki küçülmeye gitmiş gibi! Galatasaray’ın tam maçı aldığı düşünüldüğü sırada stoperleri tekme tokat döverek sindiren Nobre’nin uzatmada attığı kafa gölü, Sarı-Kırmızılı takımın bir kaç yıldır yaşadığı ‘Nobre Sendromu’ nun bir kez daha ortaya çıkmasıydı. Tanrı umarım bana bir daha mahalle maçı gibi bir derbi seyrettirmez...
‘’Arka Bahçe‘’
Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi...Cümleler vardır, sabun köpüğü gibidir. Birkaç saniye havada uçuşur ve ardından kaybolurlar. Sanki hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış, hiç okunmamış, hiç duyulmamıştırlar. Buna karşın, bazı cümleler de vardır ki; okuyanı, duyanı sarsarlar. Yıllarca hafızalardan çıkmazlar. Son nefesinize kadar sizinle birlikte gelirler. Bir cümleyle hayata bakış açınız bile değişebilir. Sizi öylesine etkiler ki, bambaşka biri dahi olabilirsiniz. Büyük lafları genelde büyük insanlar söylerler. Tarihe yön veren liderler, devlet adamları, yazarlar, şairler... Tıpkı Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü gibi, William Shakespeare’in “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” dizeleri gibi, Konfüçyüs’ün “Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak” vecizesi gibi. Bunlara benzer insanlık tarihinin ortak hafızasına kazınmış yüzlerce, binlerce örnek vardır. Ama bazen de sıradan diye nitelendirilen insanların trajedilerinden öyle cümleler geriye kalır ki, yüzünüzde bir kırbaç gibi şaklar. Sizi silkeler. Allak bullak eder. Uzun süre kendinize gelemezsiniz. Yalnızlığınızla başbaşa kaldığınızda istemsizce dudaklarınızdan dökülüveren o cümlenin adeta tutsağı olursunuz. Geçtiğimiz yıl bende böylesine etki bırakan ve hiçbir zaman unutamayacağım bir sözü beyin tümöründen ölen 16 yaşındaki Deniz Bayındır söylemişti. Yaşam mücadelesini kaybedeceğini hisseden talihsiz genç, anne-babasına, “Başka bir çocuk yapın, benden size hayır yok” demişti. Bugünlerde ise, hayatımızın boşalmış iç yüzeyine ayna tutan bir başka sözle meşgulüm. 24 yaşında Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar eden İpek Ertürk isimli genç kızın geride bıraktığı notta yazıyor: “Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi.” İpek kız sonsuzluk ülkesine doğru kanat çırparken hepimize bir hayat dersi veriyor aslında: “Etrafınıza o kadar kalın duvarlar örmüşsünüz ki, hiçbir şeyi fark edemiyorsunuz. Işık ve ses geçirmeyen bir hücrenin içinde gibisiniz. Kimseyi duymuyorsunuz, kimseyi görmüyorsunuz. Kimse de sizi görmüyor! Herkes kendi trajedisiyle meşgul! Duyarsızlık, kayıtsızlık bir hayat felsefesi haline gelmiş. Siz duyarsızlaştıkça, başkaları da size karşı duyarsızlaşıyor. Kör bir toplum haline gelerek kendi kendinizi tüketiyorsunuz.” Oysa hepimiz birer İpek Ertürk olmaya adayız. Bencillik ve iki yüzlülük çağında yavaş yavaş deliriyoruz, birbirimizi fark etmeden. O kadar kendi içimize gömülmüşüz ki, yanıbaşımızda yükselen feryatları duymuyoruz. Kendi çığlımızı da duyuramıyoruz. Dostluk ve sırdaşlık, yerini çıkar ilişkilerine bırakınca, hayatı kendi hapishanemizde mecburi bir görev gibi yaşayıp, ardından sessiz sedasız terk-i diyar eyliyoruz. Geride başarısız bir yaşam ve hüzünlü bir geçmiş bırakarak...Yeryüzünün en zeki varlığı olarak amacımız yaşamımıza manâ katmaksa, başarılı ve mutlu birer birey olmaksa, bizi saran o kalın duvarları yıkarak işe başlamalıyız. Çevremizde olan biteni algılamalıyız, fark etmeliyiz. Sonra sıra bize de gelecektir. Fark eden, fark edilecektir mutlaka. Duvarlar birer birer yıkılacaktır; domino taşları misali... Ancak bu şekilde huzur ve mutluluğumuzu temin edebilir, daha müreffeh bir toplum olabiliriz. Birbirimizin farkına varmalıyız. İş işten geçmeden...Delirmenin eşiğine gelmeden...Fark edilmeyen bir değer: Tuna AltunFark etmediğimiz yalnızca çevremizde yaşanan dramlar, çekilen acılar değil ki... Keşfedilmeyi bekleyen nice değerler, kimsenin farkına varmaması nedeniyle heba olup gidiyor bu ülkede. Önlerindeki parlak gelecekleri, sahip çıkılmaması, ellerinden tutulmaması nedeniyle kararıp gidiyor. Sıradışı doğuyorlar, sıradışı yaşıyorlar; lakin, biz onları görmezden gelerek yeteneklerinin körelmesine yol açıyoruz ve sıradan insanlar haline getiriyoruz. Bu, özellikle sporda böyledir. Bilhassa amatör branşlarda... Doğuştan yetenekli binlerce yıldız adayı, kendilerini fark edecek devlet ve özel sektör kurumu bulamadığı için sistemin kör kuyularında kaybolup gidiyor. Bir müddet nafile bir çabayla çırpınıp duruyorlar. Ardından da gelecek korkusu, geçim gailesi kapılarını çalınca, çok sevdikleri sporu bırakmak zorunda kalıyorlar. Bir başka mesleğe yöneliyorlar. Yıldızlar ve gençler kategorilerilerinde kazandıkları madalyaları odalarının bir köşesine asarak, geçmişin avuntusuyla yaşıyorlar. Türk tenisinin yeni prenslerinden Tuna Altuna da, bu tehlikenin eşiğindeki sporculardan biri. Milliyet’te Bilgin Gökberk, “Köyün Delisi” köşesinde geçen yıl yazdı. Geçtiğimiz hafta aynı yazıyı bir kez daha tekrarladı, Bilgin Ağabey... Çünkü aradan geçen bir yıllık zaman zarfında Tuna’yı farkeden kimse olmadı. Tuna’nın işinin zor olduğunu biliyorum, ama burada ben de tekrarlamadan geçemeyeceğim: Tuna Altuna 17 yaşında. 10 yaşından beri kortlarda raket sallıyor. Tüm yaş kategorilerinde Türkiye şampiyonlukları var. Akdeniz Oyunları’nda ülkemizi temsil eden en genç erkek tenisçi. 48 kez milli olmuş. Şu anda ITF Junior sıralamasında 201’inci sırada. Sıralamada bir kaç basamak çıktığında ülkemizi Temmuz ayında yapılacak Wimbledon Turnuvası’nda temsil etme şansına sahip olacak. Ancak bunun için çok sayıda turnuvaya gitmesi gerekiyor. Ayrıca İspanya’daki Tenis Akademisi’nde çalışması lazım. Çünkü ona antrenman verecek bir antrenör ile sporcu Türkiye’de yok. Yani Tuna’nın Avrupa ve Dünya kortlarına açılabilmesi 3-5 yıla dayanan kurumsal bir sponsorlukla mümkün. Babası Haldun Bey çok sayıda özel şirkete başvuruda bulunmuş. Fakat henüz ses seda yok.Sevgili sponsor kuruluşlar şunu unutmayınız: Gerçek sponsorluk, yıldız adayını bulup onu parlatmaktır. Tuna, kendi yıldızını yaratmak isteyen kurumlar için biçilmiş bir kaftan. Gerisi size kalmış.
‘’Fatih Akyel Cim Bom'a!‘’
Gazetecilikte en sinsi tuzak dezenformasyondur. Bazı güç odakları -ki, bu bir siyasi parti olabilir, bir lobi olabilir, bir topluluk olabilir, bir spor kulübü olabilir- gazetecileri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirirler. Bilerek yalan ve yanlış istihbarat verirler. Dolayısıyla gazeteciyi ve gazetesini kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar. Son yıllarda ülkemizde sık sık yaşanan bir durumdur bu. Gazeteci bilerek ya da bilmeyerek bu tuzağa düşer ve okuyucusuna yanlış bilgi aktarır. Öyle ki, dezenformasyon bazen infiale bile neden olabilir. Herhangi bir güç odağı ile işbirliği çerçevesinde bilerek, kasten dezenformasyon yapan gazeteciler ve basın yayın organları da tarihin her döneminde olmuştur -ki, bunlar konumuzun dışındadır.Son yıllarda Türk basınında bu tür yönlendirmeler sık sık yaşanıyor. Sebebi ise, nitelikli gazetecilerin giderek azalması. Zira, bir haberi yapmak için mutlaka bir başka kaynaktan da teyid ettirme zorunluluğu vardır. Ancak ne yazık ki, gazeteciliğin bu olmazsa olmaz kuralı, ya bilgisizlikten ya da gündeme oturma ihtirasından her geçen gün uygulamadan kalkıyor. Dezenformasyon konusunda spor basınının durumu ne yazık ki hiç de iç açıcı değil. Hatta açık ara önde olduğunu dahi söyleyebiliriz. Özellikle transfer haberlerinde muhabirler, gerek kulüp yöneticileri, gerekse menacerler tarafından yönlendirilmekte, dolayısıyla okuyucu kandırılmaktadır. Bu oyuna gelen muhabir sayısı azımsanamayacak ölçüdedir. Son örneğini geçtiğimiz günlerde bir büyük gazetemizde gördük. Habere göre; Adnan Polat, Özhan Canaydın’ın ‘Ben burada olduğum müddetçe bu kulüpten içeri giremez’ dediği Fatih Akyel’i Galatasaray’a getirmek istiyordu! Dolayısıyla kulübün ikinci adamı Adnan Polat, bir kez daha Başkanı Özhan Canaydın’la ihtilafa düşüyor, yönetimde bir çatlak daha çıkıyordu! Hatta Sayın Polat, yalnız başkanıyla değil, Fatih Akyel’i istemeyen Galatasaray taraftarıyla da karşı karşıya geliyordu! Haber çıktığı gün Galatasaray’ın resmi internet sitesinde yayınlanan bir bildiriyle yalanlandı. Burada olay gayet net ve açık. Camia içerisinde Adnan Polat’a karşı olan belli bir zümre, rakibini kamuoyunda yıpratmak için bilerek bu yalan haberi muhabire vermiş. Sevgili meslektaşımız ve gazetesi de bu tuzağa düşmüş. Farkında mıydılar, değiller miydi, bilemiyorum. Kimsenin günahını alamayız. Ancak ortada bir görev kusuru olduğu gerçek. Zira, haberin kaynağının Adnan Polat olmadığı yapılan yalanlamadan ortaya çıkıyor. Şayet muhabir, söz konusu haberi Adnan Polat’a teyid ettirseydi, haber kendiliğinden düşecekti. Gerçekten yazık oluyor. Hem mesleğimize, hem Adnan Polat’a, hem de işi bu boyuta taşıyacak kadar ihtiraslı kişilerin var olduğunu anladığımız Galatasaray camiasına...
‘’Arka Bahçe‘’
Çekip gitmesini bilmek gerek...Ait olmadığınız bir dünyadaysanız eğer, orada kalmanın bir anlamı var mı? Israr etmenin kime faydası olabilir ki? Acılarınızı katlamaktan, çevrenizdeki kalabalığın yarattığı somut yalnızlığınızı daha da arttırmaktan başka bir işe yarayabilir mi? Kabul etmelisiniz... İstenmediğinizi, anlaşılamadığınızı, kaybettiğinizi... Uzaklaşmalısınız... Zira, ne kadar yakınsanız, ne kadar yakından bakarsanız, size ne kadar yakından bakılırsa; o kadar anlamsız olursunuz. Sığlaşırsınız. Ağırlaşırsınız. Hayatın omuzlarına çökmüş bir külfet gibi hissedersiniz kendinizi. Bırakmalısınız... Sahip olduğunuz her şeyi... Sizi bırakıp giden çocukluğunuz gibi, gençliğiniz gibi, huzursuz aşklarınız gibi, sevdikleriniz gibi. Süreniz dolmuşsa, 'elveda' diyebilmelisiniz... Tutunmanız, yapışmanız, inat etmeniz sizi değersizleştirir, küçültür, sıfırlar, bitirir. Ardınıza bile bakmadan çekip gitmelisiniz. Zira bakarsanız; tökezlersiniz, düşersiniz. Kendinize yeni dünyalar aramalısınız, kurmalısınız... Yeni insanlar, yeni imkanlar, yeni aşklar, yeni hayatlar... Her veda, yeni bir 'merhaba'dır aslında... Kendinizi resetlemelisiniz... Kırılan yerlerinizi onarmalısınız. Geçmişin acılarını hafifletmek için buna mecbursunuz. Bunu yapmalısınız. Yapamadığınız takdirde yaşayan bir ölüye dönersiniz. Zamanla kendinize acımaya başlarsınız. Bir zavallı haline gelirsiniz. Yaşamınız trajediye döner. İşte, kaybedenler kulübünün en gedikli üyesi olan bu ülkenin en büyük dramlarından biridir, bırakıp da gitmemek. Gidememek. Her evde, her işte, her kurumda, her sokakta sıkışmış insanların trajedisi yaşanır. Bir türlü terkedemezler. Lanetlenene kadar kalmaya devam ederler. Kör bir ihtirasla, kuru bir inatla, hem kendilerinin, hem sevdiklerinin, hem de ilişkide oldukları diğer insanların yaşamını cehenneme çevirirler. Örnekleri o kadar çoktur ki... Bir bakın etrafınıza. Siyasette, ekonomide, sporda... Hemen her yerde gitmemek için direnen nice insanlar görürsünüz. Yalnız kendilerini değil, bulundukları yeri de çürütürler. Oysa cesaretlerini toplayıp, boyunlarında bir ilmek gibi dolaştırdıkları ihtiraslarına gem vurup, kapıyı bir kapatabilseler... O zaman farkedecekler nasıl hafifleyeceklerini... Görecekler o zaman kendilerine ardına kadar açılacak nice kapılar olduğunu... Şunu hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Hayat yeterince zorlaşmışsa; zaten mutsuzsak, umutsuzsak, yalnızsak; bilinmeyene doğru yola çıkmakla ne kaybedebiliriz ki?..Beklenen Mesih; Ahmet AğaoğluYazıma, “Ahmet Ağaoğlu'nu takdimimdir” diye başlayacaktım. Lakin, onu takdim etmenin benim haddime olmadığını biliyorum. O zaten kendini yeterince takdim etti, Türk spor kamuoyuna... Ben sadece hatırlatma babında bir şeyler söylemek istiyorum. Futbolda bırakıp gitmek istemeyen bir zihniyetin yarattığı kaos var. Kimse işin içinden çıkamıyor. Kan uyuşmazlığı olduğu gün gibi aşikar. Ve her geçen gün dozunu arttıran bir inatlaşma var. Türk futbolunu yıllarca etkileyebilecek onulmaz yaralar açan bir inatlaşma... Bunun böyle yürümeyeceği bir gerçek. Haluk Ulusoy köşesine çekilmeli. Son yıllardaki başarısına rağmen... Başarının her şey olmadığını bilmek zorunda Sayın Ulusoy. Bir işi kotarırken, üzerinize şaibe yapışıyorsa, o kazanımın hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Lekeli bir zafer, 'pirus zaferi' gibidir. Kulüpler en kısa zamanda Ulusoy'u çekilmeye zorlamalıdır. Ve yerine herkesin kabul edebileceği, üzerinde uzlaşabileceği bir isim bulmalıdır. Bu isim ilk bakışta Şenes Erzik gibi gözüküyor. Ancak Sayın Erzik'in kabul etmeme ihtimali çok myüksek. Zaten o nedenle her geçen gün yeni bir isim ortaya atılıyor. Ancak bugüne kadar hiç kimsenin aklına Ahmet Ağaoğlu ismi neden gelmedi, anlayabilmiş değilim. Oysa Ağaolu, Türkiye'nin son yıllardaki en başarılı spor adamıdır. Bundan 8-10 yıl öncesine kadar bir kaç zenginin hobisi olan golf sporunu Edirne'den Ardahan'a kadar Türkiye sathına yaymakla kalmamış, uluslararası alanda esamimiz okunmazken, Avrupa şampiyonlukları kazandırmıştır ülkemize... Golfü nereden nereye getirdiğini burada yazmaya kalksak satırlarımız yetmez.Sayın Ağaoğlu'nun aynı zamanda Türk futbolunun da önemli yöneticilerinden biri olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Trabzonspor'daki başarılı yöneticilik geçmişi hepimizin malûmu. Ve bu ülkede hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir isimdir, Ahmet Ağaoğlu. Lekesiz, tertemiz, dürüst, ilkeli, idealist, karizmatik, vizyon sahibi... Çağdaş Türk spor adamı prototipinin en önde gelen temsilcisidir Ahmet Ağaoğlu. Kendisine golfün dışında bir çok branşın başkanlığını teklif edenler, futbolu da akıllarına getirmeli. Ben, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşayan Türk futbolunun beklediği 'Mesih'in Ahmet Ağaoğlu olduğuna inanıyorum. Buna Türk sporunu yönetenlerin, kulüplerimizin idarecilerinin de inanmasını bekliyorum, umuyorum. Aslında fazla söze gerek yok. Aklın yolu bir.
‘’Arka Bahçe‘’
İnsan, İnsanın zulmüdür!Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, durup dururken kendi türüne kötülük yapsın. Doğadaki en vahşi hayvanlar dahi aç kalsalar bile kendi türlerine dokunmazlar. Bırakın kendi türünü, açlık ihtiyacını gidermiş bir aslan ailesi, önünden geçip giden ceylan sürüsünü dahi izlemekle yetinir. Saldırganlığı tetikleyen temel dürtü açlıktır. Bir diğeri ise cinsel ihtiyaçtır. Birbiriyle ölesiye kapışan iki gergedanın kavga etmesi boşuna değildir. Ortada paylaşılamayan bir dişi vardır. Başka hiçbir şey onları karşı karşıya getirmez. Diğer canlıları da... Ne açlık, ne mülkiyet, ne ihtiras, ne de iktidar... Bir tek insan hariç. Sahip olduğu akıl ve zekâ sayesinde yeryüzünün efendisi haline gelen insanoğlu, tüm bunların yanısıra, beli bir çıkarı olmaksızın da kendi türüne kötülük edebilir. Hiç bir nedeni yokken, bir başkasına zulüm yapabilir; canını acıtabilir, acı çektirebilir, hayatını karartabilir, hatta yok edebilir. Zulmetmek yalnızca insana mahsustur. Ve akıl ile zekânın yan etkisidir sanki...Aslında iyilik de, kötülük de içimizde aynı oranda bulunur. Tıpkı sevgi-nefret, kibir-tevazuu, sadakat-ihanet, dostluk-düşmanlık gibi. Hangisinin baskın geleceğini, genetik mirasın yanısıra, kişinin içinde yetiştiği kültür, aile, aldığı eğitim ve vicdan gibi faktörler belirler. Çağımız, kötülük çağı. Belki çağlar boyunca böyleydik ama bilmiyorduk. İletişim teknolojisi, dünyanın en ücra köşesini bile evimize, hatta avucumuzun içine getiriyor.Zulüm, akıl ve zekânın yan etkisi sanki...Merhametin, nedametin ve vicdanın yerini, zulmün, ihtirasın, sadizmin aldığını büyük bir umutsuzlukla izliyoruz. İnsanlığı yokedecek kıyameti ille de doğal afetlerde, uzaydan düşecek bir gök cisminde aramanın ne kadar yersiz olduğunu daha iyi anlıyoruz. İnsan kendi kıyametini kendi hazırlıyor; vicdan duygusunu ortadan kaldırarak...Çağın hastalıklarını kapmak için hali hazırda bekleyen ülkemizde şiddet ve vahşet sahnelerinin giderek tırmanması, bu sürecin bir parçasıdır. Diğerlerinden farkımız, açık ara birinciliğe koşmamızdır. Bebek tecavüzü, çocuğa işkence, töre cinayetleri, okul ve aile içi şiddet gibi kanımızı donduran haberlerin her geçen gün artarak devam etmesi, nasıl bir batağa saplandığımızın en büyük göstergesidir. Toplumsal cinnetin eşiğini çoktan geçtik. Zulüm, hayatımızın her köşesine sinmiş durumda. Hastane kapılarında perişan edilen hastalardan, çocuk yuvalarında istismara uğrayan çocuklara; okullarda ağzı burnu dağıtılan öğrencilerden, huzurevlerinde ölüme terkedilen yaşlılara kadar zulmün pençesinde çaresizce çırpınıp duruyoruz. Zulüm, sporda ise farklı şekillerde yüzünü gösteriyor. Sporda birine zulmetmek için fiziksel eziyet uygulamanız gerekmiyor.Maça gitmemeleri için izin günleri değiştirildiKulüp başkanıysanız; transfer olmak isteyen futbolcunuza zorla, tehditle sözleşme imzalatmaya çalışırsınız. Eğer yanaşmazsa, bir sebep yaratıp kadro dışı bırakırsınız. Böylece geleceğiyle oynarsınız. Her geçen gün sizin lehinizedir. Zira futbolcunun psikolojisi giderek bozulur. Hizaya geldiği zaman artık bir daha toparlanması ve eskisi gibi olması mümkün değildir. Oysa siz de bir şey kazanmamışsınızdır. Ama olsun! Önemli olan iktidarınızı kabul ettirmek değil mi! Her zalim muktedir gibi... Futbolumuz böylesi yüzlerce örnekle doludur. Parlak bir istikbale sahip nice futbolcu, bu tür nobran yöneticiler tarafından derdest edilmiştir. Acımasızca...Buna benzer bir örnek, şimdilerde bir başka spor dalında yaşanıyor. Üstelik bir engelli branşında. Yani zulmedilen sporcular, birer engelli... Gazetemizin Galatasaray Muhabiri Raşit Altun’un anlattıkları insanın tüylerini diken diken edecek cinsten. Lafı fazla eveleyip gevelemeden sevgili kardeşim Raşit’in söylediklerini aynen aktarıyorum:“Tekerlekli Sandalye Basketbol Ligi takımlarından İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin üç sporcusu Ferit Gümüş, Özgür Gürbulak ve Ali Asker Turan bu sezon başında Galatasaray’a transfer oluyor. Siz misiniz giden! Aynı zamanda belediye şirketlerinde 9 yıldır kadrolu çalışan üç sporcuya yapmadıklarını bırakmıyorlar. Takımdan ayrıldıkları için çalışma saatleri değiştiriliyor. Çoğu zaman antrenman yapmasınlar diye gece 23.00-07.00 saatleri arasında çalıştırılıyorlar. Bununla da yetinilmiyor. Maçlara çıkmalarını engellemek için pazar olan izin günleri çarşambaya alınıyor. İstifa etmeleri için amirlerinin baskı ve tacizlerini ise anlatmaya bile gerek yok. Galatasaray kulübü konuyu, belediyenin CHP’li olması nedeniyle Başkan Deniz Baykal’a bir mektupla iletiyor. Ancak cevap alınamıyor. Haftasonu lig başlıyor. Eğer bir sonuç alınamazsa Galatasaray bu üç oyuncusundan mahrum bir şekilde maça çıkacak.”Bu sporculara, yıllarca rekorlar kırarak şampiyon olmasına katkı sağladıkları eski kulüplerinde reva görülen davranış bu...Şimdi söyler misiniz? İnsanın insana ettiğini yapabilecek başka bir canlı var mı?
‘’Arka Bahçe‘’
Keşke...Dev bir labirentte yol almaktır, yaşamak. Elinizde ne pusula vardır, ne de harita... Size yol gösterecek yıldızlar da gözükmez gök yüzünde. Puslu bir gecede kaybolmuş yolcu gibisinizdir. İç güdülerinizle, öngörülerinizle, sahip olduğunuz bilgiyle, akılla, zekayla yürümeye çalışırsınız. Nerede, ne zaman biteceği belli olmayan bir yolculuktur bu. Düşe kalka gidersiniz. Bazen yönünüzü şaşırırsınız, bazen rotanızı bulursunuz, bazen de çıkmaz bir sokağa girer, duvara toslarsınız. Kimi koşarak çıkışı bulmaya çalışır, kimi yürüyerek, kimi de iki ileri bir geri giderek. Bu bir yöntemdir, tarzdır. Sonunda değişen bir şey olmaz. Aslolan yol ayrımına gelindiğinde doğru tercihi yapabilmektir. Lakin bu o kadar kolay değildir. Doğru yolu bulmanın yolu, kaybolmaktan, yanılgılardan, pişmanlıklardan ve sık sık ‘keşke’ diyebilmekten geçer. En çok kaybolan, en çok yanılan, en çok pişman olan, en fazla ‘keşke’ diyebilen kişi, en bilge kişidir. Eminim, adına hayat dediğimiz bu esrarlı labirentin içinde çıkışı bulmaya çalışan her insan gibi siz de, kendinizle başbaşa kaldığınızda ardınızda kalan yolların, yılların muhasebesini yapıyorsunuzdur. Bir sorun kendinize; defalarca ‘keşke’ diyebiliyor musunuz? Yoksa kusursuzluk iksiri içenlerden mi görüyorsunuz kendinizi? Ama ‘keşke’ denmeden de kusursuz olunmaz ki! Hepinizin hayatında kırılma noktalarınız, ‘keşke’leriniz mutlaka vardır; size bilgelik katsa da, korkunç bir düşkırıklığı, derin bir hüzün, yoğun bir acı yaşatan...En çok ‘keşke’ diyen, en ‘bilge’ kişidir...Hayatla bir sözleşme yapma imkanınız olsaydı, neleri değiştirirdiniz, hangi ‘keşke’lerinizi yok ederdiniz? Kaderinize hükmedebilme gücü size verilseydi, yaşamınızdaki hangi keskin virajları ortadan kaldırırdınız? Karşılıksız aşklarınızı mı, yanlış izdivaçlarınızı mı, hatalı meslek seçimlerinizi mi, gençlik hatalarınızı mı, sevenlerinize göstermediğiniz ilginizi mi, yediğiniz dost kazıklarını mı, size yapılan vefasızlıkları, nankörlüklükleri mi? Hangisini?..Hiç kuşkusuz tümünü birden... Zira, hepsinin ruhumuzda açtığı onulmaz yaralar vardır; sonsuza kadar kapanmayan, sızım sızım sızlayan...Hayat yolculuğumuzda bunların ya bir kaçını, ya da tümünü birden yaşarız. Ama vefasızlığı, nankörlüğü, dost kazığını yaşamayanımız yoktur neredeyse. Çünkü modern insan ilişkilerinin neredeyse bir parçasıdır; bencillik, kadir-kıymet bilmemezlik. Çağın gerisinde kalıyoruz diye geleneksel değerleri terkederken, ne yazık ki insanı insan yapan olguları da ardımızda bırakıyoruz. Evet, bilimsel ve teklonolojik gelişmelerle birlikte bugün dünden daha kaliteli yaşıyoruz, daha az hastalanıyoruz, daha uzun ömürlüyüz, daha konforluyuz, daha akıllıyız, daha zekiyiz, daha hızlıyız; ama aynı zamanda daha benciliz, daha acımasızız, daha zalimiz, daha fırsatçıyız, daha hırslıyız, daha gamsızız, daha konformistiz, daha vefasızız, daha nankörüz. İlişkilerimiz, kullanıp atmak üzerinedir. ‘Ben ve sen’ değil, ‘ben ve ben’ türündedir tüm münasebetlerimiz. ‘Almak ve vermek’ yerine, ‘almak ve almak’ tek geçerli akçe olmuştur. Çıkarlar her şeyden önce gelir. Bu, hayatın her alanında böyledir. Özellikle de iş yaşamında...Vefasızlık çağında kim, ne kadar nankör?Son yıllarda spor dünyasında çokça gündeme gelmiştir; vefasızlık, nankörlük. Gün geçmesin ki, bir örneğine rastlamayalım. Bundan en çok nasibini alanlar, kulüplerine yıllarca hizmet verdikten sonra yolları ayrılan teknik direktörler, futbolcular ve kısmen de yöneticilerdir. Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Lucescu, Piontek, Derwall, Süleyman Seba, Faruk Süren bu süreçten geçen akla gelen ilk isimlerdir. Tabii sayıları bunlarla sınırlı değildir. Daha niceleri vardır, yukarıdakilerin akıbetine uğrayan. Takımlarını Süper Lig’e çıkarıp da görev alamayan teknik adamların, görev alsa da üçüncü haftada kovulanların haddi hesabı yoktur. Otuzunu geçince yaşlı diye bir kenara atılan, satılan, kiralanan futbolcuları burada sıralamaya kalksak, sütunlarımız yetmez. ‘Ahmet Dursun, Seba gitsin’ diyebilen bir vefasızlık, nankörlük örneği yaşanmıştır bu ülkede. İhanete uğrayan son futbol emekçisi ise Ersun Yanal... O da hayatın yakıcı gerçeğiyle yüzleşti, geçtiğimiz hafta Denizli’de. Yıllarca hizmet verdiği, Süper Lig’e çıkardığı, daha da önemlisi kurumsallaşması için temel attığı Denizlispor’un taraftarı tarafından yuhalandı, küfür edildi. Daha önce de bir kaç yönetici tarafından başka kulübe gittiği için hakarete uğramıştı. Kulübü için verdiği hizmetlerin, döktüğü alınterinin, harcadığı emeklerin karşılığını böyle aldı Ersun Hoca, her bilge kişi gibi... Yaşadığı düşkırıklığının etkisiyle kızdı, öfkelendi, çaresizce ter ter tepindi, olduğu yerde. Ve eminim, sakinleşince o da, ‘keşke’ dedi, ‘keşke yollarımız kesişmeseydi bu insanlarla, keşke tanımasaydım hiç birini, keşke verdiğim hizmetleri, emekleri vermeseydim bu kulübe, bu taraftara...’ Heyhat... Yapacak bir şey yok. Hayatın kuralı böyle:‘Keşke’ demeliyiz; labirentin çıkış kapısına yaklaşırken, yaşamımızdaki ‘keşke’leri azaltabilmek için...