Arama

Popüler aramalar

‘’Kırk yıl bir yalanın peşinde koşmuşum...‘’

Biz ütopyalarımızla büyüdük. Herkesin bir hayal ülkesi vardı. Uzak bir ummanın ortasında bir cennet ada düşlenirdi genellikle; özgürlüğün, barışın, kardeşliğin, adaletin, çağdaşlığın, hakça düzenin hüküm sürdüğü, insanın insanca yaşadığı, yalanın, riyanın olmadığı...
Ama bizim o kadar uzak ütopyalarımız yoktu. Bizim hayallerimiz, üç yanı denizlerle çevrilmiş bir yarımadayı cennete çevirmek üzerineydi.
Ve korkmazdık, hayal kurmaktan. Korkmazdık, hayallerimizin peşinde koşmaktan. Korkmazdık, bu uğurda bedel ödemekten. Ve hiç bir baskı, işkence öldüremezdi hayallerimizi, umutlarımızı...
Bir gün derdik, bir gün gerçekleşecek düşlerimiz. Bizim ülkemiz de, bir gün gelecek Ata’nın yol gösterdiği gibi muasır medeniyetler düzeyine çıkacak. Biz göremesek de, biz yaşayamasak da... Çocuklarımıza, torunlarımıza miras bırakacaktık.
Yanılmışız.
Asla gerçekleşemeyecek hayaller kurmuşuz. Hayallerimizin peşinde nafile koşulara çıkmışız. Boşuna bedeller ödemişiz. Pisi pisine ölmüşüz, sakat kalmışız. Boş yere ruhlarımızı paramparça ettirmişiz. Yok yere nesiller boyu heba olmuşuz. Değmezmiş, bu topluma değmez...
Bir torba kömüre oyunu satacak, bir gıdım rüşvete onurunu ayaklar altında çiğnetecek kadar düşmüşüz meğer. Kişiliksizleşmişiz, kimliksizleşmişiz. Eciş bücüş, kuru kalabalıklar olmuşuz. Kitleden, kütleye dönmüşüz. Gün be gün çürüyen, kokuşan...
Boşuna değil, en çok çalanı, en iyi yalan söyleyeni, en fazla rüşvet vereni baştacı yapmamız; yönümüzü koyu bir taassuba çevirmemiz, aydınlık yarınlara sırtımızı dönmemiz, çağdaşlığı reddetmemiz. Biz buymuşuz meğer...
Nasıl da kanmışız. Nasıl da inanmışız. Kendi değerlerine bu kadar ihanet edebilen bir toplumu nasıl da farketmemişiz.
Ne çok aldanmışız, ne çok yanmışız, ne çok safmışız.
Ne çok, ne çok...

Neden şaşırıyorsunuz ki?
Bazı sürprizler, size hâlâ sürpriz mi geliyor? Alışmadınız mı? Türkiye’nin sürprizi olmayan bir ülke olduğunu anlayamadınız mı daha? Kendi insanınızı tanımıyor musunuz? Hâlâ adalet mi bekliyorsunuz, bazı güç odaklarından. Mesela, Futbol Federasyonu’nu yönetenlerden filan...
Neden kızıyorsunuz, niçin isyan ediyorsunuz? Adamlar kendi klasiklerini sergilediler. Hep bugüne kadar yaptıkları gibi. Tarzları, yöntemleri bu. Bunu bilmiyor musunuz? Bugüne kadar sustunuz da, şimdi mi feveran ediyorsunuz?
Yoksa geçmişte, bazı haksızlıklar işinize mi geldi de, üç maymunu oynadınız? Ben sizi anlayamıyorum. Göz göre göre gittiniz, oy verdiniz, seçtiniz. Daha yeni iktidar yapmadınız mı, Haluk Ulusoy ve ekibini? Şimdi ter ter tepinmeye hakkınız var mı?
Klasiktir; her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.
Türk futbolu da layıkını bulmuştur.
Geçmiş olsun.

Elvan hangi ülkenin kızı?Türk atletizm tarihinin en büyük iki başarısından birini elde eden Elvan Abeylegesse’yi yurda dönüşte havalimanında kimse karşılamamış. Bu, gerek teşkilatın, gerek Atletizm Federasyonu’nun, gerek spor medyasının, gerekse atletizm camiasının büyük ayıbıdır. Hepimizin ayıbıdır. Elvan’ın ne olduğunu, ne zamandan beri milli formayla yarıştığını, elde ettiği başarılarını burada uzun uzun anlatmamıza gerek yok. Gerçek olan şu ki, Elvan Abeylegesse bu ülkenin bir değeridir. Tıpkı Süreyya Ayhan gibi, Halil Akkaş gibi, Halil Mutlu gibi... Japonya’daki başarısıyla Türkiye’nin adını tüm dünyaya duyurmuştur. Ve belki de hepimizden daha Türk’tür ve hepimizden daha fazla bu ülkeye hizmet vermiştir. Ama görünen o ki, bizim de bilinçaltımızda ırk ayrımcılığı yatıyor. Doğduğu ülkesi ve rengi nedeniyle bir türlü Elvan’ı benimseyemiyoruz, kucaklayamıyoruz. Hâlâ onu bir yabancı gibi görüyoruz. Başarısını içimize sindiremiyoruz.
Bu ayıp, ihmalden öte... Bakalım kim üstüne vazife alıp da, özür dileyecek.

06 Eylül 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Futbolcularımızda sosyal sorumluluk bilinci var mı?‘’

Futbol yıllar önce bir hobiydi. Amatör ruhla oynanırdı; maddi getirisinden ziyade, manevi tatmin ön plandaydı. Futbolcular arasındaki takımdaşlık ruhu, kulüp-taraftar bütünleşmesi bu temele otururdu. Bugün ise milyonlarca insana iş olanağı sağlayan, milyarlarca dolar cirosu olan bir sanayi dalı haline geldi, eskinin naif oyunu... Endüstriyel futbol kavramı hayatımıza girdiğinden beri, futbolcular ve teknik adamlar en çok para kazanan meslek gruplarının başında gelmeye başladı. Kazandıkları paraya orantılı olarak şöhretleri de katlandı. Ve dolayısıyla sosyal sorumlulukları da...

Futbolcular, olan bitene karşı neden duyarsız?
Lakin, futbolcularımız bunun ne kadar farkında? Sosyal sorumluluk bilincine sahipler mi? Fiili duruma bakınca, bu sorulara ‘evet’ diyebilmek ne yazık ki mümkün değil. Bugün Türk futbolcusunun, çevreye, insan haklarına, sosyal sorunlara duyarlı davrandığına pek şahit olamıyoruz. Bunda elbette, erken gelen şöhret ve parayla başlarının dönmesinin yanısıra, ülkemizdeki tüm sporcular arasında eğitim düzeyi en düşük kesimin futbolcular olmasının önemli payı var. Ama bütün bunlar, Türk futbolcusunun suçunu hafifletmez; çevresinde olan bitene kayıtsız kalmasını haklı çıkaramaz.

Bu ülkede engelli olmak, Tanrı’nın cezası gibi!
Türkiye, her ne kadar bugün Avrupa Birliği’nin kapısına dayanmış olsa da, çözmesi gereken siyasal, ekonomik ve sosyal problemler, önünde dağ gibi birikmiş, bekliyor. Engelli vatandaşlarımızın durumu da bunlardan biri. Türkiye’de engelli bir birey olarak yaşamak, Tanrı’nın bir insana verebileceği en büyük cezalardan biri gibi sanki! Ne kamu binalarımız, ne cadde ve sokaklarımız, ne sosyal yaşam alanlarımız, ne park-bahçelerimiz, ne alışveriş merkezlerimiz, ne okullarımız, ne spor salonlarımız, ne de iş yerlerimiz engelli insanlarımızın kullanımına müsait değil. Kapısında beklediğimiz AB’ye mensup ülkelerden herhangi birine gittiğiniz takdirde, bir engellinin tek başına sokağa çıkıp, seyahat edebildiğini ve tüm işlerini halledebildiğini görürsünüz. Zira çağdaş toplumlar insana yatırım yapar; engelli, engelsiz ayrımı yapmaksızın...

Topluma mal olmuş futbolcular göreve
Zaman zaman çeşitli gönüllü kuruluşlar ve engellilerin oluşturduğu sivil inisiyatifler, ülkemizin bu kanayan yarasına parmak basıyorlar. Engellilerin sorunlarını konu alan çeşitli organizasyonlar, eğitim seminerleri düzenliyorlar. Fakat gerekli desteği göremedikleri için, iyi niyetli girişimleri fazla yankı bulamıyor. işte tam da bu noktada, topluma mal olmuş insanların devreye girmesi gerekiyor. Toplumsal duyarlılığı artırmak için önce onların duyarlı davranması zorunluluk haline geliyor. Özellikle de futbolcuların...

Ülkemizde futbola olan ilgiyi, ortalama bir futbolcunun, toplumun hemen hemen tüm kesimleri tarafından tanındığını göz önüne alırsak, Türk futbolcusunun üzerine büyük bir görev düşüyor. Futbolcu, elbette kendi hayatını yaşamalı, ama sorunlu bir toplumun ferdi olduğunu unutmadan...

Bakın, size dünyadan ve ülkemizden birer örnek vereyim:

Zihinsel engellilerin hamisi: Brezilyalı Kaka
Şu anda dünyanın en iyi futbolcularından biri olan Brezilyalı Kaka, 2006 yılında italya’da düzenlenen Zihinsel Engelliler Avrupa Futbol şampiyonası’nın tanıtımında başroldeydi. Organizasyonla ilgili belgesellerde yer aldı, futbolcuların hazırlık kamplarına gitti, onlara zaman zaman mentörlük yaptı. Kaka’nın varlığı sayesinde organizasyon tam bir şölene dönüştü. Bütün italya konuya odaklandı. Zihinsel engellilerin topluma entegrasyonu konusunda tartışmalar yaşandı, yeni projeler geliştirildi. Bizim Futbol Federasonumuz’un da zihinsel engelli futbolcularla ilgili projeleri ve yatırımları var. Gelgelelim, bunun tanıtımında yer alması gereken şöhretli futbolcularımızın konuya hassasiyeti eksik. Bundan bir ay önce “No Problem” sayfamızda konu gündeme getirildi, Fanatik, şöhretli futbolcularımıza çağrıda bulundu. Ne bir ses, ne bir seda!..

Tuncay Şanlı’ya alkış; ama sayıları artmalı
Oysa, Tuncay şanlı örnek alınabilir. şanlı da tıpkı Kaka gibi, Türkiye’de sokağa çıkamayan engelli insanların dramını anlatacak bir filmde rol aldı. Ülkemizde engelliler gerçeğinin farkına varılmasına, kentlerimizin onların da yaşamını kolaylaştıracak şekilde düzenlenmesine dikkat çeken; engellilerin de insan olduğu ve haklarını kullanabilmeleri için olanakların yaratılması konusunda hepimizin sorumluluk üstlenmemiz gerektiğini vurgulayan filmde Tuncay Şanlı’nın rol alması ne kadar sevindirici ise, bu tür örneklerin sınırlı kalması o kadar üzücü.

Bu konuda daha fazla Tuncay Şanlılar’a ihtiyaç var. Hem de çok fazla... Unutmayalım ki, -biraz tehdit gibi olacak ama- hepimiz birer engelli adayıyız. Onları anlamak için, onlardan biri olmayı beklemeyelim.

29 Ağustos 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Unutma, unutulursun‘’

Tam 8 yıl geçmiş üzerinden... O zaman doğan bebeler, şimdi okullu; çocuklar genç, gençler anne-baba, anne-babalar da nine-dede olmuşlar. Hayat çoğumuza göre su gibi akıp gitmiş. Nasıl bir kaç yıl daha yol kat ettiğimizi anlamamışız bile, sonsuzluğa doğru kayıp giden yaşam serüvenimizde. Ama bazılarımız için öyle mi? Örneğin; 17 Ağustos 1999 depreminde hayatları sonsuza kadar değişen insanlarımız için. Onların günleri de bizimki gibi göz açıp kapayıncaya kadar akıp gitmiş midir? Sanmıyorum. Zira, onların zamanı ile bizim zamanımız artık aynı zaman değil. O meşum geceden sonra onlar için zaman ağır aksak ilerliyor. Kaybettiklerinin acısı, her an, her dakika yüreklerini kor ateş gibi dağlarken, zaman akar mı? Tam 8 yıl geçmiş; içimizden bazılarının, aniden patlayan bir gürültünün ardından moloz yığınları altında kalarak aramızdan ayrılmasının üzerinden. Onlar, geride acı, gözyaşı ve alt-üst olan yaşamlar bırakarak bir ışık huzmesinin içinde kaybolup gittiğinden beri aslında bu ülkede çok şeyin değişmesi gerekiyordu, ama değişmedi. Bir kaç haftalık üzüntü ve sahte kederin ardından yine günlük gailemizin içine gömüldük. Ve unuttuk. Sanki hiç olmamış; sanki hiç yaşanmamış; sanki gidenler gitmemiş, kalanlar kendi kaderine terkedilmemiş gibi. O yangının dumanı, bugün deprem bölgesinde hala tütüyor. Bizim ise duyarsızlığımız had safhada. Tarihimizin en büyük trajedilerinden birinin yıldönümünde gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına bir bakar mısınız? Kelepçeli bir mankenin karanlık yaşamı tefrika olurken, 17 Ağustos depremi öylesine geçiştirildi, gitti. Üstelik daha heybetli, daha korkunç yeni bir trajedi kapımıza dayanmışken... Sadece basın mı? Ya devlet, kurumlar, kuruluşlar?..Ya siz?..Bakıyorum da, modern toplumlar 80-100 insanını kaybettiği bir olayın yıldönümünü yas ilan ediyor. O gün, kaybettiklerini top yekün anıyorlar, birbirlerinin acılarını paylaşıyorlar; yaşanan trajedinin bir daha yaşanmaması, eğer kaçınılmaz ise yaratacağı hasarı en aza indirgemek için önlem alıyorlar, alınan önlemleri artırıyorlar. Ama biz?..On binlerce insanımızı kaybettiğimiz, on binlercesinin ise yokluğa, yoksulluğa mahküm olduğu o korkunç olayın yıldönümünde televizyonlarda dansöz oynatıyoruz, müptezel bir şarkıcının üzerine dolar yağdırıyoruz. Ve o rezillikleri seyrediyor, reyting patlattırıyoruz. Siyaseten dehşet verici bir ayrışmaya gidiyoruz, futbol sahalarında birbirimizin gırtlağına basıyoruz.Ülkemiz, yeryüzünün en güzel coğrafyalarından birinin üzerinde kurulu. Lakin bu güzelliği yaratan devasa depremlerdir. Milyonlarca yıldır yaşanan alt-üst oluşlar, üç yanı denizlerle çevrili böylesi bir cenetti ortaya çıkarmıştır. Dünya durdukça ülkemizde daha nice depremler olacaktır. Yakın bir geçmişte 17 Ağustos’u gördük. Pek de uzak olmayan bir gelecekte, belki daha büyüğüne tanık olacağız. Eğer bugün başkalarının acısını kendi acımız bellemezsek, yarın da bizim acımız, “bizim acımız” olarak kalır. Biz unutursak, bizi de unuturlar.Bunu da unutma!..Konya’da açan çiçekler...Geçtiğimiz haftasonu oynanan Konyaspor-Kayserispor maçı öncesi iki takım da, rakip takım forması giyen çocukların ellerinden tutarak seremoniye çıktılar. Birlikte İstiklal Marşı okudular, fotoğraflar çektirdiler. Avrupa liglerinde aşina olduğumuz bu ritüelin ülkemizde ilk kez olması mutluluk vericiydi. Futbolcular ve çocuklar uzun süre alkışlandı. Tribünlerde tansiyon bir anda düştü, centilmence başlayan maç, aynı şekilde sona erdi. Ben burada Futbol Federasyonu’na çağrıda bulunacağım: Tüm takımlar çocuklarla birlikte sahaya çıksın. Bu, geleneksel hale getirilsin. Göreceksiniz, çok faydası olacak. Düşünsenize; Fenerbahçeli futbolcular Galatasaraylı, Galatasaraylılar da Fenerbahçeli çocuklarla el ele... Aradaki düşmanlık bu boyutta olur mu? Hiç bir şey bir çocuğun saflığı kadar etkileyici değildir.

22 Ağustos 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bataklık çiçeği‘’

Futboldan yükselen pis kokularla yine nefes alamaz olduk. Lakin bu havayı dağıtan rüzgar gecikmedi: Halil Akkaş. Kütahya’da havalanan kelebeğin kanat çırpması Tayland’da rüzgar oldu. Japonya’da fırtınaya dönüşecek. Takip edin.Her yıl biteviye tekrarlanan futbol sezonlarından biri daha kapımızı çaldı. Tabii, artarak devam eden kepazelikleriyle beraber... Dakika bir, gol bir misali, Trabzon’da artık o kanıksadığımız görüntüler bir kez daha gözümüze sokuldu. Utandık, sıkıldık. Buna, Sinan Engin faciasıyla daha ilk haftada tüylerimizi diken diken eden ekran kirliliğini de eklediğimiz zaman nasıl bir sezon geçireceğimiz üç aşağı beş yukarı belli oldu. Modern dünyanın eğlenmek, hoşça vakit geçirmek, sosyalleşmek için kullandığı futbol, bizde etki alanını her geçen gün genişleten devasa bir bataklığa döndü. Ve pis kokuları ülkenin her tarafını sardı.Osaka kürsüsünün ayak sesleri...Şükürler olsun ki, zaman zaman bu necis havayı dağıtan rüzgarlar birden bire bir yerlerde patlayıveriyor. Delice esiyor, puslu havayı dağıtıyor. Soluk alıyoruz, ferahlıyoruz, huzur buluyoruz. Şimdilerde bu esinti, Halil Akkaş adı altında spor dünyamızın kıyılarını vurmaya başladı. Kütahya’da havalanan bu kelebeğin kanat çırpıntısı, Tayland’da rüzgara dönüştü. Yakında Çin’de fırtına olarak patlayacak. Bangkok’taki Üniversite Yaz Oyunları’nda 5 bin metre ve 3 bin metre engelli yarışlarında ülkemize iki günde iki altın madalya kazandıran ve bir de 3 bin metre engellide 26 yıllık oyunlar rekorunu kıran Halil Akkaş’ı yakından takip etmenizde fayda var. Daha fazla huzur bulmak için... Zira bu ayın sonunda Japonya’da yapılacak Dünya Şampiyonası’nda olası bir gururun ayak sesleridir Halil Akkaş.Babasını kaybedince bocaladıOnun öyküsü Kütahya’da başlar. 01.07.1983 yılında doğan Halil henüz bir ortaokul öğrencisiyken, bir arkadaşının ısrarıyla pistlere adım atar. Aslında atletizmle o kadar da alakası yoktur. O sadece sıkıcı geçen rehberlik dersinden kaçmak ismektedir. Atletizm seçmeleri ona bu fırsatı verir. Seçmelerde başarılı olur ve okulun atletizm takımına girer. Yeteneğiyle kısa zamanda takımın gözdesi olur. Yıldızlarda elde ettiği başarılar, geleceği hakkında ipuçları vermektedir. Ancak tam da bu dönemde yaşadığı acı bir olayla hayatı altüst olur. 1998’de babası bir trafik kazasına kurban gider. Bu onu bir hayli yıkar. Bir müddet boşluğa düşer. Çeşitli ufak tefek suçlara bulaşan arkadaşlar bile edinir. Ama kısa sürede kurtulmasını bilir. Atletizme ve okuluna dört elle sarılır.Okulu değil, atletizmi seçtiAnnesi ve ablasıyla birlikte yaşayan Halil, evin reisliğini de üstlenir. Ne var ki ülkemizde sistem, okul ve sporun bir arada yürümesine izin vermediği için Halil ikisinden birini tercih etmek zorundadır. O atletizmi seçer. Zira ikisini birden seçerse, hedeflerinin küçüleceğine inanmaktadır. Ve antrenmanlar, yarışlar derken, devamsızlıktan sınıfta kalır. Artık hayatında sadece atletizm vardır ve başarıdan başarıya koşacaktır.İlk uluslararası başarısını ENKA’nın sporcusu iken 2002’de gençlerde dünya 6.’sı olarak elde eden Halil, bundan sonra tam bir madalya avcısına döner. Kariyeri boyunca 1500, 3 bin, 5 bin metre ve 3 bin metre engellide 41 altın, 2 gümüş, 3 bronz kazanır. Bunlar arasında Türkiye şampiyonlukları, Avrupa Kupası, Balkan ve Grand Prix birincilikleri vardır.Avrupa’da ayın atleti seçildiBütün bunlara karşın Halil, asıl hedef yarışlar olan olimpiyat ile Avrupa ve Dünya şampiyanalarında şeytanın bacağını bir türlü kıramaz. 2004 Atina’ya sakatlığı nedeniyle katılamayan Halil Akkaş, geçen yıl Avrupa Şampiyonası’nda 50 bin metrede, Dünya Salon Şampiyonası’nda da 1500’de kürsüyü kıl payı ıskalar ve 4.’lükle yetinir. Halil, ayrıca 5 bin, 3 bin, 2 bin metre ile 1 milde 8 Türkiye rekorunun da sahibidir. Mayıs ayında Avrupa Atletizm Federasyonu tarafından “Ayın Atleti” seçilen Halil Akkaş, 25 Ağustos’ta Osaka’da başlayacak olan Dünya Şampiyonası’ndaki en büyük madalya umudumuzdur. Spor yaşamını Fenerbahçe’de sürdüren, antrenörlüğünü ise Ramazan Kutlu’nun yaptığı Halil Akkaş’ın, olimpiyat ve dünya kürsülerini işgal etmesi an meselesi. Yeter ki sizi boğan şu futbolu en azından bu dönem öteleyin, yönünüzü Halil Akkaş’a çevirin. Ve yüreğinizde ona bir yer açın.Tel: 0.212.505 68 32, Faks: 0.212.505 65 23E-mail: hturhan@#fanatik.com.tr

15 Ağustos 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gölgeler...‘’

Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir. KonfüçyüsAdam gırtlağına kadar şaibeye batmış. Her karanlık ilişkide, her çirkin organizasyonda onun adı geçiyor.Hakemleri koruma altına alıyor, canlı yayında “yürü koçum arkandayım” diyor. Korumasını kabul etmeyen hakemleri ise taraftarına hedef gösteriyor. Babasını (!) yurtdışına kaçırmak için kulübünün adını kullanıyor, marifeti ortaya çıkınca da camianın baskısıyla çekip gidiyor. Sonra bir bakmışsınız gazetelerde spor yazarı (!), televizyonlarda da yorumcu (!) oluveriyor.Her sözünde, her yazısında kulübüne olan bağlılığından sözediyor. Bilirsiniz, duygusal bağ!Takım patinaj yapmaya başlayınca geri dönmesi için o kadar talep geliyor ki, o da dönerse başkan olarak kulübüne hizmet (!) vereceğini ilan ediyor.Mamafih baskılar öylesine artıyor ki, başkanlıktan feragat edip (!) eski görevinin başına tekrar getiriliyor. O becerikli, o gözüpek, o işinin ehli, o aranan adam!O bir kurtarıcı, o bir mesih!Adam, Türk hakemliğinin karanlıklar prensi. Hakemliğindeki üstün başarıları (!) sayesinde emekli olduktan sonra ondan vazgeçilemiyor.Hakemlik camiasının her kademesinde görev alabiliyor.Sonra bir bakmışınız tırnaklarıyla kazıya kazıya (!) aniden camianın başına geçiveriyor. Döneminde Türk hakemliği yerlerde sürünüyor, her haftaya hakem hataları (!) damgasını vuruyor. Düşenler, kalkanlar tüm kulüpler feryat-figan ediyor. O da Türk hakemlerinin dünyadaki meslektaşlarnıdan hiç bir farkı olmadığını ileri sürüyor ve süslü, içi boş, yaldızlı laflarla çocuklarına (!) sahip çıkıyor.Federasyon değişip görevinden alındığında, bir bakmışınız, meğer o da spor yazarı ve yorumcuymuş! Görevdeyken saldırdığı hakem eskilerinin yaptığının aynısını yapmak, onun için pişkinlik, ilkesizlik değil, eğitim amaçlı eleştiriymiş! Ne de olsa kendisi leb-i derya! Aydınlatıyor cahil hakemleri! Bildiniz, sevabına!Şimdilerde yine caimada etkin bir görev kapıverdi. Üstelik eğitimci (!) olarak. Öyle görülüyor ki, hakemlerimiz onun engin bilgisinden uzunca bir süre daha faydalanacak!Zira, o bir bilen, o bir derya-deniz, o bir ulema! Adam, kaosun ta kendisi.Tüm yöntemleri, kafa-kol, ahbap-çavuş, getir-götür, kapalı kapılar arkası ilişkileri üzerine bina edilmiş.Hiç bir görev yılında sular durulmuyor. Türk futbolunu her sezon yangın yerine çeviriyor. Her türlü çirkeflik, şaibe, ulufe, kavga-gürültü onun zamanlarında gündeme geliyor.Hakkında iddialar, şikayetler, soruşturma dosyaları biriktikçe birikiyor ve mahkeme kapılarına kadar düşüyor.Kendine bağlılık yemini edenler ihya oluyor, biat etmeyenlerin ise canına okuyor. Koltuk uğruna ülkesini uluslararası kurullara şikayet etmekte hiç bir beis görmüyor.Ülke yöneticileriyle, Türk sporunun önde gelen kulüpleriyle, spor adamlarıyla kavga ediyor; kimseyle uzlaşmıyor, bilakis külhanbeyi edasıyla herkese meydan okuyor.Dilinin kemiği olmadığı için ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Futbola el atan siyasi iradeye kafa tutarken bile kullandığı yöntem, rakip siyasi harekete sırtını dayamak oluyor. Sevapları yok mu? Elbette var. Lakin günahları o kadar fazla ki, sevap işlerken bile herkes ondan kuşku duyuyor. İnandırıcılığını, güvenirliliğini çoktan kaybetmiş durumda.Ama o doğuştan başkan! Ölene kadar da öyle kalacak!Bir lider, bir karizma, bir fenomen, bir padişah!Ve bir muhteris...Adamlar bu sahnenin ebedi hacıyatmazları.Her devirde, her daim dimdik ayaktalar!Her birinin türlü türlü yöntemleri, ilişkileri, marifetleri var.Hesap kitap peşinde koşarken, ne hikmetse birbirlerinin ayağına hiç bir zaman basmazlar. Kendi çizdikleri fasit bir dairenin içinde dönerken, kuyrukları asla birbirine değmez, Sezon başı göreve geldilerse, yönetimlere milyonlarca dolarlık transfer yaptırırlar, bir kaç maç sonra işler kötüye gitmeye başlayınca da aniden tüyerler. Bir müddet sütre gerisine çekilirler. Ardından tekrar ortalıkta görünmeye başlarlar. Zira burunları koku almıştır; bir başka yerde, lobisiz bir meslektaşlarının suyu kaynatılıyordur. Derhal kazanın altına odun atanlardan biri olurlar. Sonra bingo! Kurtarıcı geldi! Bir kaç yüz bin dolar daha cepte.Şayet o sezon şansları yaver gitmeyip herhangi bir yerde görev alamadıysalar, bu kez pusuya yatar, zayıf halka bir teknik direktörün peşine düşerler. İlişkiler milişkiler, siyaset, federasyon filan derken, kahraman edasıyla birden ortaya çıkıp görevi kapıverirler. Hemen teşhisi koyarlar; takımın takviyeye (!) ihtiyacı vardır ve sezon ortasında kadronun dörtte üçü değişiverir. Tabii onların listesi doğrultusunda! Anladınız işte, menacerler falan!En kolay yedikleri ise, takımları ikinci ligden birinci lige çıkaran namuslu, dürüst hocalardır. Takımla, şampiyon hocanın yolları daha ayrılmadan, bu konuda hiç bir emare olmadan derhal gazelerde isimleri zikredilmeye başlanır. Kulüp yönecileri her taraftan çembere alınmıştır. Sonrası malumunuz!..Asla kayda değer bir başarıları yoktur. Çalıştırdıkları takımları küme düşürmeleri bile önemli değildir. Nasıl olsa yeni bir takım için bir yolunu bulurlar! Bulamazlarsa bile gazete köşeleriyle, televizyon stüdyolarının kapıları ardına kadar onlara açıktır. Üç büyükler gözlerinde tüter. Her daim şikayet ederler, yerli hocaya neden güvenilmiyor, cinsinden... Ama hayalleri bir türlü gerçeleşmez. Olsun, yine de onlar vazgeçilmez.Onlar dahi, onlar en büyük, onlar en iyisi, onlar baştacımız!

09 Ağustos 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir!‘’

Hiç kuşku yok ki, bugün dünden daha zenginiz, daha eğitimliyiz, daha gelişmişiz, daha müreffehiz, daha moderniz, daha, daha... Zira gelişim, değişim, dönüşüm kaçınılmazdır. Ancak bu değişimi gerçekleştirirken, bazı bedeller de ödedik, ödemeye de devam ediyoruz. Eskisinden daha huzurlu, daha güvenli, daha umutlu olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Asla. Bunun birçok sebebi var elbette. Bu nedenlerden birincisi adalet duygusunu tesis edemeyişimizdir. Adalet ya yerini bulmuyor ya da geç tecelli ediyor. O zaman da bir şeye yaramıyor. Yapanın yanına kâr kalması, hesap sorulamaması, tedirgin bireylerden oluşan huzursuz bir toplum olmamıza neden oldu. İhmallerden kaynaklanan ölümlerin, sakat kalmaların dünyada en çok yaşandığı ülkelerden biriyiz. Kimse ihmalin cezasını çekmediği için de hemen her gün ülkenin bir yanından trajik ölüm haberleri alıyoruz.İşte bugün size böyle bir olayı hatırlatmak istiyorum. Balık hafızamızı bir yoklamamızı, yakın geçmişe doğru bir yolculuk yapmamızı sağlamaya çalışacağım. 2005 yılının Eylül ayında yaşanan trajik bir olaydan ve sonrasından söz edeceğim:GAP Şöleni’nde boğulan gençleri hatırladınız mı?Hani, her yıl düzenlenen GAP Su Sporları Şöleni vardır ya, işte onlardan birinde 2005 yılında organize edileninde boğularak hayatını kaybeden iki sporcuyu hatırladınız mı? Sanmıyorum. İsimleri Ali Esmer ve Menderes Çoban’dı. Ali 19, Menderes ise 24 yaşındaydı. Yani ikisi de hayatının baharındaydı henüz. Dünyada eşi benzeri olmayan bir olay bizde yaşanmış ve triatlon yarışının yüzme bölümünde iki yüzücü boğularak hayatını kaybetmişti. Sonra neler olmuştu. Bir hafızamızı yoklayalım: Bir iddia:Yarışmalar öncesinde yaptığımız araştırmalarda, orada bulunan iki botun da mazotu olmadığı gerekçesiyle çalıştırılmadığını öğrendik. Oradakileri uyardım. Ama cevap olarak ‘Mazotumuz yok, çalıştıramayız’ dediler. Felaketin geleceği önceden belliydi. Yarışmalar sırasında da birileri su kayağı yapıyordu. Bu nasıl bir mantık, anlamak imkansız. Çocuklar yüzerken bildiğim tüm duaları okudum.Bir yetkili, - GAP Spor Şenlikleri sadece Adıyaman’da değil, diğer bölge illerinde de gerçekleştiriliyor. Bizim ilimizde her türlü güvenlik ve sağlık tedbirleri alındı. Adıyaman’da bir sorun söz konusu değil. Ancak bir bütün olarak çeşitli organizasyonlarda, çeşitli sorunlar yaşandığı için zaman zaman haberlerde yer alan aksaklıklar birbiriyle karıştırılıyor. Organizasyon valiliğin değil, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün kontrolünde yürütülüyor. Bizler de bazı konuları onlarla koordineli olarak yürütüyoruz. Bize düşen bölümünde de herhangi bir sorun söz konusu değil.Bir başka yetkili, - Devlet ve federasyon olarak elimizden ne geliyorsa yapacağız. Ancak basında gerekli tedbirlerin alınmadığına dair yazılar çıkıyor. Gerekli tedbirlerin alınmadığı, cankurtaran botlarının mazotlarının olmadığı gibi iddialar ortaya atılıyor. Bunlar tamamen çarpıtılmış haberlerdir ve böyle bir şey yoktur. Yönergedeki maddelere uygun bir şekilde biz bu yarışı yaptık fakat talihsiz bir şey oldu. Boğulma tehlikesi geçiren 7 kişiden 5 kişiyi kurtardık ancak diğer ikisini kurtaramadık.Diğer bir yetkili, - Olayda ihmal olduğunu düşünmüyorum. Bütün yarışlar gerekli güvenlik önlemleri alındıktan sonra başlatıldı. Ancak yine de üzüntü verici bir olay yaşandı. 11 yıldan bu yana ilk kez böyle bir olayla karşılaştık. Umarım bir daha böyle üzücü olaylar yaşanmaz.İnsan hayatının bit pazarına düştüğü bir ülkede yaşıyoruzEvlat acısıyla tarumar olan çaresiz baba, - Oğlum 4 yıllık lisanslı yüzücüydü. Herhangi bir rahatsızlığı da yoktu. Yavrum pisi pisine öldü. Allah kimseye böyle bir acı vermesin. Kurtarma teknelerinde mazot olmadığı için zamanında müdahale yapılmadığını öğrendik. Hakkımızı arayacağız, yasal yollara başvuracağız.Gördüğünüz gibi kimse sorumlu değil! Herkes zeytinyağı gibi suyun ütüne çıktı. Ve aradan iki yıl geçti, ortada hiçbir şey yok. Ne araştırma, ne soruşturma, ne sorumlu, ne de kesilen bir ceza... Bu olay da, ihmali olanların yanına kâr kaldı. Olan, o iki talihsiz gence ve geride bıraktıkları perişan ailelere oldu. İnsanoğlu yeryüzüne sığmıyor artık. Başka gezegenler, başka medeniyetler arıyor. İnsan, neandertal türden, evrenin efendisi çağdaş insan modeline geçti. Daha uzun, daha sağlıklı, daha refah içinde yaşamanın yöntemlerini geliştiriyor. Bilimi ve teknolojiyi bunun için seferber ediyor. Ve modern insanın dünyasında en kutsal hak, yaşama hakkıdır. Bizde ise gençler ölüyor, çocuklar ölüyor, bebeler ölüyor. Kimine ihmal diyoruz, kimine kaza... Sonra da unutup gidiyoruz. İnsan hayatının çoktandır bit pazarına düştüğü bir ülkenin ferdi olmanın ve olan biten her şeye kayıtsız kalmanın utancını hepimiz yaşamalıyız. Çünkü bu utanç, hepimizin utancı...

12 Temmuz 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Karadeniz israfı!‘’

Öncelikle şunu belirtmemde fayda var: Karadeniz Oyunları’nda yarışan ve madalya alan, alamayan tüm sporcularımızı tebrik ediyorum. Amacım onları yermek, onların yarışmasına karşı çıkmak asla değil. Ülkemizde bir organizasyonun yapılmasına da itiraz etmem mümkün değil. Ne kadar çok uluslararası yarışma düzenlersek, o kadar çok prestij sağlarız. Tabii başarıyla altından kalkmak kaydıyla. Karadeniz Oyunları’nı düzenlememize de herhangi bir sözüm olamaz. Elbette yapmalıyız. 18 yaşaltı çocuklarımızı yarıştırmalıyız. Ama bunu yaparken, abartıya kaçmamalıyız. Bizim dışımızdaki ülkelerin bazı branşlara çok az sporcu getirdiği, bazılarına ise hiç katılmadığı, hiçbir uluslararası spor örgütünün takviminde yer almayan bir organizasyona 50 milyon YTL harcanması gerçekten de insanın vicdanını sızlatıyor.Oyunlar bütçesi, tüm branşların bir yıllık bütçesine eşitZira hepimiz biliyoruz ki, bu ülkede birçok sporcu, maddi imkansızlıklar nedeniyle çok güç şartlarda spor hayatını sürdürmeye çalışıyor. şurada, son bir ayda ödenek yetersizliği nedeniyle bazı yarışların ve kampların iptal edildiğini, bazı sporcuların gittikleri kamplarda malzeme bulamadığını, bazılarının bulundukları illerde çalışacak tesis olmaması nedeniyle 150-200 kilometre ötedeki komşu illere gittiğini, 50 milyon YTL’nin tüm branşların bir yıllık bütçesine denk geldiğini hatırlatırsak, israfın boyutu daha iyi anlaşılır kanısındayım. Umarım, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü yetkilileri, bu devasa bütçenin nedenini izah ederler. Tabii, organizasyon için yapılan ihalelerle birlikte... Geçiyoruz oyunlara...Oyunların açılış töreninin iktidar partisinin şovuna dönüşeceği öteden beri konuşuluyordu. Nitekim öyle de yapılmaya çalışıldı. Hatta kısmen başardılar da... Kısmen diyorum, çünkü Trabzonlu’nun Başbakan Erdoğan’ı ıslıklaması bütün planları alt üst etti. Tabiri caizse, silah geri tepti! Burada sorulması gereken bir şey daha var: Açılışta hiçbir muhalefet partisi lideri yoktu. Merak ettim, neden gitmediklerini. Liderlerin özel kalemlerini aradım, sordum. Aldığım cevap, aslında beklediğim cevaptı! Hiçbiri davet edilmemiş. Soruyorum: Neden? Bu oyunlar Türkiye’nin oyunları değil mi? Bu yapılan partizanlık değilse, nedir?Yunan kafilesi geri dönerken son anda ikna edildiBir çok spor branşında Avrupa ve dünyanın gerisinde olduğumuz bilinen bir gerçek. Ancak buna karşın, organizasyon düzenleme konusunda oldukça başarılı olduğumuz söylenebilir. Gelgelelim, Karadeniz Oyunları böyle mi oldu? Bakalım: Bisikletçilerin kör tünellerden geçirilmesini hepimiz biliyoruz. Sporcuların kaldığı yurtların ikinci-üçüncü sınıf pansiyon düzeyinde olması, bu nedenle Yunan kafilesinin oyunlardan bir gece önce ülkesine dönerken zor ikna edilmesi, branşların yapıldığı salonların uzaklığı, seyirci ilgisizliği, sporcuların su alacak kantin bile bulamaması, verilen kumanyaların yetersizliği, salonların aşırı sıcak oluşu, yüzmedeki bir madalya töreninde istiklal marşınının unutulması, ardından marş cd’sinin dışarıdan getirilmesiyle törenin tekrarlanması gibi uluslararası bir organizasyoına yakışmayacak aksaklıklar oyunların diğer yüzüydü.Gelelim katılıma... 11 ülkenin (Sırbistan son anda katılmadı) 10 branşta mücadele verdiği oyunlarda bizim dışımızda hiç bir ülke bütün branşlarda yer almadı. Ülkeler arasında sadece üç branşa katılanlar bile vardı. Örneğin; Bulgaristan atletizme 6, ritmik cimnastiğe 4 olmak üzere 10 sporcusunu (voleybol hariç) getirmiş. Katılan sporcuların, ülkelerinin ikinci-üçüncü sınıf sporcuları olduğunu söylememize bile gerek yok. Üç takım sporunun haricinde katılım, 143’ü bize ait olmak üzere toplam 889. Sanırım, bu rakamlar katılımcı ülkelerin oyunlara verdiği değeri çok iyi anlatıyor.

10 Temmuz 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kelebeğin ninni söylediği çocuk‘’

Barış bebeğin beşiğine uyurken bir kelebek gelmiş. Beşiğin kenarına konmuş ve oradan hiç ayrılmamış. Bu kelebek 1 günlük ömrünü orada tamamlamış. Tüm yaşamını gelecekte çok güzel işler yapacak olan Barış bebeği izleyerek geçirmeyi tercih etmiş. Sonra Barış bebeğin kundağının yanına düşmüş, kalmış. O zaman buna şahit olanlar, kelebeğin Barış bebeğe şans getireceğine inanmış. Kelebek bir metafor... Hayata dair. En kısa olanına... O nedenle bazı insanlara benzerler. Bazı insanlar da kelebeklere benzer. Kimi kendini kozasına hapseder; çıkmaz içinden, saklanır bir ömür boyu; günahlarından, günahkarlardan kaçar. Kiminin de kaderidir, kozasından çıkmak... Yırtar kozasını, kanat çırpar; umuda ve özgürlüğe doğru. Lakin yolu çok kısadır. Az gider, uz gider! Ve hayata çarpar. Düşer yere. Kanatları toz olur, savrulur sonsuzluğa... Sen de ki; bir gün yaşadı, melekler gibi uçtu gitti.Ben diyeyim ki; bir ay yaşadı, doyamadı gençliğine...Tıpkı bebekken bir kelebeğin kulağına ninniler söylediği Barış Akarsu gibi...Bazı değerler vardır, biz onları ancak kaybettikten sonra tanırızHayattayken görmezden geldiğimiz bütün değerlerimiz gibi, öldükten sonra tanıdık Karadeniz’in bu hırçın ve tutkulu delikanlısını... Meğer ne çok şey sığdırmış kısacık ömrüne. Amasra’nın kerpiç bir gecekondusunda hayata ‘merhaba’ demiş. Yoksul sofralarında çoğunlukla soğan-ekmek yerlermiş. Geçim sıkıntısı evdeki huzuru iyice bozunca, anne-baba ayrılmış. Bu ayrılığa kalbi çok kırılmış. Mahsunlaşmış. Bir müddet dedesinin yanında büyümüş. Birlikte denize açılmışlar, balık tutmuşlar. Engin maviliğin kucağında çocuk heyecanları yaşamış, çocuk kahkahaları atmış. Sonra spora merak sarmış. Tekvandoyla uğraşmış, ardından yelkenci olmuş. Dalgalara hükmetmiş, rüzgarla vals yapmış. İyi de çizermiş aynı zamanda. Yelken bezlerine motifler yaparmış. Futbolu da çok severmiş. Siyah-beyaz bir tutkuymuş Beşiktaş sevgisi, onun için.Beşiktaş aşığı Barış Akarsu, kısacık ömrüne meğer ne çok şey sığdırmışHer hercai çocuk gibi o da daldan dala konarmış. Derken, müzik de girmiş hayatına. Bir gitarı varmış. Amasra sahilinde sabahlara kadar gitar çalar, şarkılar söylermiş arkadaşlarına. Ruhi Su ve Cem Karaca hayranıymış. Çoğunlukla onların şarkılarını okurmuş. Ardından annesinin peşinden Karadeniz Ereğlisi’ne gitmiş. Barlarda, çeşitli yerel radyo ve televizyonlarda şarkılar söylemiş. Bir gün gitarını vurmuş sırtına ve düşlerini gerçeğe çevirmek için bir yolculuğa çıkmış. Bu yolun sonu İstanbul’muş. Sonrası malum. Şöhreti yakaladıktan sonra bile hiç değişmemiş Barış. Yine aynı insan sıcaklığı, yine aynı insan duyarlılığı... Efendiliğinden hiç bir şey kaybetmemiş. şımarmamış, züppeleşmemiş. Lösemili çocuklara içi yanmış. Dünyaya emaneten bırakılmış gibi bir görünüp, bir kaybolan bu bahtsız çocuklar için düzenlenen yardım kampanyalarına katılmış, konserler düzenlemiş. Daha temiz bir dünya için sahneye çıkmış. Elindeki her şeyi paylaşırmış, sevenleriyle, dostlarıyla... Bir sufi gibi algılamış hayatı: Bir lokma, bir hırka. Hiç kuşku yok ki, daha gerçekleştireceği nice hayalleri, umutları vardı, bu genç adamın. Kim bilir daha kaç kanserli çocuğa daha yardım eli uzatacaktı. O kırık kalbi kim bilir daha ne kadar çarpacaktı; insan sevgisiyle, doğa duyarlılığıyla, Beşiktaş aşkıyla... Ama fırsat bulamadı Barış Akarsu. Bu genç ölüler ülkesinin her tarafına döşenen bubi tuzaklarından biri, onun da yaşamının sonu oldu.Ve kendisine şans getireceğine inanılan o kelebeğin peşine takılıp gitti. Kırılgan suretini, birer boş beşiğe dönen yüreklerimizin orta yerine asarak...

08 Temmuz 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI