‘’Değeri bilinen (!) başkan: Canaydın‘’
“Değeri bilinmeyen başkan: Canaydın” diye başlık atmışım, bundan yaklaşık üç yıl kadar önceki yazıma... Ve devam etmişim:
”İşadamının biri, işçilerinin morallerini yüksek tutmak ve randımanlarını artırmak için fabrikasının yemekhanesine usta ressamların fırçasından çıkma değerli tablolar asar. Ertesi gün büyük bir hevesle yemekhaneye gelir ve işçilerin tepkisini ölçmeye çalışır. Ancak gördükleri karşısında büyük bir düş kırıklığına uğrar. Zira, hiç kimse, asılan tablolara dönüp bakmıyordur bile. O paha biçilemeyen tablolar işçilerin umurunda değildir sanki... Tepkisiz, ilgisiz, yemeklerini yerler ve tezgahlarının başına dönerler.
İşadamı, “neyse, belki ilk gün diye, belki de yorgunluktan görmediler, daha sonra farkederler” diye düşünür ve gözlemini bir kaç gün daha sürdürür. Ancak değişen bir şey yoktur. İşçiler hiç bir şey yokmuş gibi umursamaz bir tavırla yemeklerini yer ve sonra işlerinin başına döner. İşadamı, sonunda girişiminin başarısız çıkmasından duyduğu üzüntüyle tabloları kaldırtır ve evine yollar. Ertesi gün yemekhahaneye uğradığında ise şaşkınlıktan ağzı açık kalır sanatsever işadamının... Bütün işçiler boş duvarların önünde toplanmış, tabloları aramakta ve kim tarafından neden kaldırıldığını sorgulamaktadır. Zira, tablolar, yalnız duvarlarda değil, işçilerin, ruhlarında da boşluk yaratmıştır.”
Yazının finali ise, adeta bugünleri anlatır gibi:
“Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında, çevresi köpekbalıklarıyla çevrili bir kazazede gibi hayatta kalmaya çalışan Türk futbolu için bir cankurtaran filikasıdır, Özhan Canaydın...
O, bir bayraktır..
O, bir şanstır...
O, sessiz sedasız ruhumuza sızmış, içimize işlemiş paha biçilemeyen bir sanat eseridir...
Değeri, ortadan kaybolduktan sonra anlaşılacak...
Ne yazık ki...”
Canaydın fenomeni, aslında
sessiz sedasız ruhumuza sızdı
Şükürler olsun ki hala aramızda Sayın Canaydın. Ancak atlattığı badire bile, değerini kavramamıza yetti de arttı.
İşte biz hep böyleyiz. Özhan Canaydın ve onun gibilere, onların temsil ettiği zihniyete yapmadığımız kötülük kalmaz. Kirli düzenimize tehdit olarak gördüğümüz için onlara düşman kesiliriz. Çağdışı yöntemlerimizin karşısına insani reflekslerle çıkmalarından dolayı onlara sırtımızı döneriz, onları dışlarız. Hatta zaman zaman alay bile eder, “bu saf adam hangi dünyada yaşadığının farkında değil galiba” deriz. Asaletlerinin gözümüzü kamaştırmasına tahammül edemeyiz ve onların içindeki iyiyi öldürmeye, etraflarına yaydıkları ışığı karartmaya, onları da kendimize benzetmeye çalışırız. Onları da sıradanlaştırmak için elimizden geleni ardımıza koymayız. Taa ki günün birinde kısmen ya da tamamen aramızdan ayrılana kadar şirretliğimiz devam eder. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi...
Bu yalan dünyaya yanlışlıkla düşmüş gibi aramızda eğreti duran Özhan Başkan’ı sevmek, onu anlamak, onun temsil ettiği değerlere sahip çıkmak için neden sağlığını kaybetmesini bekledik ki? O, işlerini Fair-Play anlayışı içerisinde yürütürken, biz neden fenalıklarımızdan vazgeçmedik ki? Ve biz aslında hangisiyiz? Gerçek biz hangisi? Canaydın sağlıklıyken, onu yerle bir etmeye çalışan biz mi, yoksa şu anda ona sımsıkı sarılan, yeniden sağlığına kavuşup aramıza dönmesi için dua eden, seferber olan biz mi?
Bilinmez. Ama çok iyi bildiğimiz bir hakikat var ki; o da Özhan Canaydın’ın tıpkı o paha biçilemeyen tablolar gibi sessiz sedasız ruhumuza sızdığı, içimize işlediğidir.
Ona bir şey olacak diye içimizin titremesi de bundandır.
Tanrı onu başımızdan eksik etmesin.
‘’Şehit bir asteğmenin yarattığı dostluk...‘’
Abdülkerim Bayraktar... Bir Bursaspor taraftarı... 1981 yılında Ankaragücü taraftarlarının Bursaspor’u desteklediği Ankara’daki Bursaspor-Trabzonspor arasında oynanan TSYD Kupası maçında o da vardır ve henüz 13 yaşındadır. Sarı-Lacivertli taraftarların bu jesti, her Bursasporlu gibi onu da oldukça mutlu eder. Bir yıl sonra Bursa’da oynanan Ankaragücü-Beşiktaş maçında bu jeste karşılık verirler. Onlar da Ankaragücü’nü desteklemek için tribünlerde yerlerini alırlar. Başlangıçta bir Anadolu dayanışması gibi görünen bu durum, uzun yıllara dayanacak bir dostluk ve dayanışmanın temellerinin atılmasından başka bir şey değildir aslında. Bunun pekişmesi için ise, ne yazık ki bir trajedi yaşanması gerekecektir.
Aradan bir kaç yıl geçer. Abdülkerim Bayraktar büyür ve üniversite eğitimi için ikiz kardeşi Fehmi ile birlikte Ankara’ya gider. İki kardeş, burada okudukları 4 yıl boyunca sırtlarında Bursaspor formasıyla her hafta sonu 40 yıllık Ankaragücü taraftarı gibi tribünlerde yerlerini alırlar ve Başkent ekibini desteklerler.
Savur’da savrulan genç bir hayat
Okul sona erer ve Abdülkerim Bayraktar vatani görevi için asteğmen rütbesiyle kışlanın yolunu tutar. Yer, Mardin Savur’dur, ve ülkenin diken üstünde olduğu o netameli yıllardan biri daha yaşanmaktadır. Bayraktar, bir yandan eve dönüş için gün sayarken, diğer yandan da tıpkı soyadı gibi, emrindeki askerlere bayraktarlık yapmakta; dağ-taş, dere-tepe demeden terörist avına çıkmakta, ülkesini savunmaktadır.
Takvim yapraklarının 11 Ağustos 1993’ü gösterdiği puslu bir gecede hain bir saldırı Abdülkerim Bayraktar’ın görev yaptığı birliği hedef alır. Çıkan çatışmada alçak bir kurşun genç asteğmeni bulur ve narin bedenini toprağa düşürür.
Acı haber Bursa’ya tez ulaşır. Her şehit evi gibi Bayraktar’ın evine de ateş düşer, yürekler bir kez daha dağlanır. Haber, yalnız Bayraktar’ın evini değil, Bursaspor ve Ankaragücü tribünlerini de alt üst eder. Arkadaşlarının zamansız gidişi onlara tarifi imkansız bir acı verir.
İki kenti birleştiren harç; acı
Şehit asteğmenin cenazesi görülmemiş bir dayanışmaya sahne olur. Ankaragücü taraftarları formalarını giyip cenazeye katılmak için Bursa’ya akın eder. O sezonun açılışında Ankaragücü kulübü Abdülkerim için saygı duruşunda bulunur ve Bursaspor’un ilk maçına da gelip, ellerinde “Acınız acımızdır, Abdüller ölmez” pankartı açarlar ve sırtlarında formalarıyla sahaya çıkarlar. O günden sonra iki takım taraftarları arasında ölümsüz bir dostluk ve kardeşlik köprüsü kurulur. Ve her Bursa maçının 6. dakikasında Bursaspor taraftaları Ankaragücü lehine; her Ankaragücü maçının 16. dakikasında da Ankaragücü taraftarları Bursaspor lehine sloganlar atarlar. İki takım arasındaki maçlarda ise, karşılaşmanın başlamasına saatler kala buluşulur, bir yerlerde yemekler yenir ve birlikte stada gidilir. Eğer buluşma Bursa’daysa, Abdülkerim Bayraktar’ın mezarı ziyaret edilir, saygı duruşunda bulunulur, şehit asteğmenin ruhuna fatiha okunur.
Dostluk için keşke birileri ölmese...
Bu, dünyada eşi, benzeri görülmemiş bir dostluk hikayesidir. Geçtiğimiz pazar günü gittiğim Bursaspor-Ankaragücü maçında yaşananlara ben de tanık oldum ve çok etkilendim. Ve içimden keşke dedim;
keşke, bütün takımlar arasında böylesi bir dostluk ve kardeşlik köprüsü kurulsa;
keşke, böylesi anlamlı birliktelikler için Abdülkerim Bayraktar gibi gencecik insanlarımızı yitirmesek;
keşke, iki takım birbirlerine gösterdikleri saygı ve sevgiyi başka takımlara da, örneğin Beşiktaş’a da gösterse;
keşke, “Ali Durmaz Çocuk Tribünü” gibi tribünler başka statlarda da çoğalsa; kadını, erkeği, genci, yaşlısı, çoluk-çocuk herkes bir arada; kavgasız, küfürsüz insanca maçlar seyredilse...
Keşke, keşke, keşke...
‘’Asker Bülent'in gözyaşları...‘’
Hani bazen kelimeler de kifayetsiz kalır ya... Karşılığı yoktur o anın; hiçbir lugatta, lisanda... Sözcükler acizdir, cümleler yetersiz. Yazmak istersiniz, yazamazsınız; konuşmaya çabalarsınız, başaramazsınız. Diliniz tutulur adeta, boğazınızda bir yumru hissedersiniz. Ve susarsınız. Belki de, anlatmak isteyip de anlatamadıklarınızı, o ölümcül sükunetle dile getirirsiniz. Bilirsiniz; bazen susmak, çok şey anlatmaktır aslında... Susarak da konuşmak mümkündür!
Bugünlerde yaşadıklarımız karşısında çoğunlukla hissettiklerimizden bahsediyorum. Gazete sayfalarından, televizyon ekranlardan taşan sarsıcı görüntüler ile yürek burkan hazin öyküler karşısında nutkumuz tutuluyor. Tarifi imkansız bir hüznün sarmalında buluyoruz kendimizi. Yüreğimiz daralıyor. Yurdumun kan ve barut kokan dağlarından yükselen ağu gibi bir acı dalgası, hepimizin içini yakıp kavuruyor. Anneler-babalar, eşler-çocuklar, acıdan kaskatı kesiliyor, şehitleriyle birlikte tabuta girmek istiyorlar. Onlar ağlıyor, gözyaşları bizim içimize akıyor. Yaşanılanları ancak, onlarla birlikte yaşadığımızda anlamamız mümkün.
Trajediye bu kez
duyarsız kalmadık
Şükürler olsun ki, bu kez öyle yapıyoruz. Başardık gibi. Dağlardan tabutlar inerken, eskisi gibi vur patlasın, çal oynasın eğlenmiyoruz. Genç ölümlere kayıtsız kalmıyoruz. Şehitlerimize, şehit ailelelerine, ülkemize sahip çıkıyoruz. Tarihimizde görülmemiş bir öfke dalgası, yurdun her tarafına öylesine yayıldı, öylesine kabardı ki, önüne çıkan her şeyi yıkıp yok edecek kudrete ulaştı. Türk, kendiyle imtihanını bu sefer kazandı. Silkindi, silkeledi, silkelemeye de devam edecek. Dünya bir kez daha şaşkınlıkla izliyor bizi. Daha önce vurdumduymazlığımıza şaşarlardı, şimdi ise ayağa kalkmamıza...
Kuşkusuz, hayat bütün yeknesaklığıyla devam ediyor, hepimiz için. Lakin bugünlerde biraz farklı yaşıyoruz, farklı algılıyoruz hayatı... Önceliklerimiz değişti. Günlük kazançlar, anlık mutluluklar, küçük vurgunlar, ufak hesaplar, stres atma yöntemlerimiz; artık eskisi gibi tatmin etmiyor bizi. Dünyevi gaileler, belki bir parça doyuruyor bizi; ama içimizde hep bir burukluk, bir boşluk hissederek. Yaşadığımız travmanın yarattığı o derin boşluk...
19 Mayıs 1919 ruhu geri döndü:
Bir millet uyanıyor
Ondan dolayıdır ki, kazandığımız bir maç sonrasında bile uzatılan mikrofonlara, “Kazansak ne olur ki, inanın hiçbir önemi yok; o çocuklar pusularda kırıldıktan sonra...” diyebiliyoruz. Tribünleri albayraklarla gelincik tarlasına çevirebiliyoruz. Hem oynuyoruz, hem de şehitlerin matemini tutabiliyoruz; siyah formalar, saygı duruşları, asker selamları ve göz pınarlarımızdan süzülen yaşlarla... Şehitlerimizi yüzbinlerle omuzlayarak, son yolculuğuna uğurluyoruz. Yollara, sokaklara dökülüyoruz, terörü lanetliyoruz. İçimizdeki hainlere ve emperyalist hamilerine hep bir ağızdan haykırıyoruz: “Bizi yıkamazsınız.” Askerlerimiz ve aileleri için kampanyalar açabiliyoruz, kazançlarımızın bir kısmını hibe edebiliyoruz. Tarihte görülmemiş bir dayanışma ruhuyla tüm dünyaya ders verebiliyoruz.
Ekim 2007 bir milat oldu Türkiye Cumhuriyeti tarihi için... Bir millettin, bir kez daha uyanışına tanıklık etti, bu yaşlı kıta...
Tıpkı 19 Mayıs 1919’daki gibi...
‘’Başka Tanrı'nın çocukları!..‘’
Yeryüzündeki yaşam formatı, hiç kuşkusuz zıtların birlikteliğinden oluşuyor. Hayatta her şey kendi zıttıyla birlikte var ve o karşıtıyla birlikte bir anlam taşıyor. Kötü olmadan iyinin, çirkinlik olmadan güzelliğin, kirlilik olmadan saflığın, sefalet olmadan asaletin, cehalet olmadan bilginin, kabalık olmadan zerafetin, hastalık olmadan sağlığın kıymetini anlayamayız. Her zıtlık, varolduğu müddetçe birbiriyle çatışma halindedir; ancak birbirinin mihenk taşıdır da aynı zamanda. Ve de tamamlayacısı... Biri olmadan diğeri hiç bir şey ifade etmez.
Hayatın bir parçası olan sportif faaliyetlerde de bu böyledir. Tüm spor karşılaşmaları zıtların kapışmasıdır. Rakibin, aynı zamanda karşıtındır. Farklı hedefler ile değişik stratejilerin çatışmasından ibarettir spor. Mücadele, zıtların birbirini alt etme çabasından başka bir şey değildir. Ve kendi içinde başka başka karşıtlıkları da barındırır.
Ama bunun bir istisnası vardır. Sadece bir sportif etkinlik, bütün bunların dışındadır. Orada zıtlıklar ya yoktur ya da en az düzeydedir. Kazanmanın ve kaybetmenin hiç bir önemi yoktur. Dolayısıyla rakibin de... Hatta çoğu durumda rakibin bile yoktur. Sadece masalsı bir birliktelik vardır. Zıtlıklardan arınmış bir sportif faaliyet olarak niteleyebileceğimiz Özel Olimpiyat Oyunları’ndan başka şey değildir, sözünü ettiğim tuhaf durum. Hani şu zihinsel engelli sporcuların yarıştığı...
Zihinsel engelli sporculardan
ders almaya hazır mısınız?
Sonuncusu Çin’in Şanghay kentinde geçtiğimiz iki hafta içinde gerçekleştirildi. 66 sporcuyla gittiğimiz oyunlardan tam 55 madalya ile döndük. Son yıllarda uluslararası bir sportif etkinlikte elde edilen en büyük başarı bu. Lakin madalyonun bir de diğer yüzü var. Şayet Çin’den sıfır madalyayla dönseydik de, bunun hiç bir önemi olmayacaktı. O sporcularımız yine alınlarından öpülmeyi hakediyor olacaklardı. Onların içinde bir müddet yer alan, çabalarına yakıdan tanıklık eden insanlar bunu çok iyi bilirler. Gerçek olan şu ki, “Bana kazanma şansı verin, kazanamasam bile bu çabamda cesur olmama yardım edin” sloganıyla hareket eden bu sporcularımız, sporun en saf yönününü temsil ediyorlar. Aslında gerçek sporu onlar yapıyor da denilebilir. Çünkü, yenmek-yenilmek için sahaya çıkmıyorlar, mücadele ederken birbirlerine kural dışı hareket yapmıyorlar, kavga etmiyorlar, küfürleşmiyorlar; bilakis birbirlerine alabildiğine centilmence yardım ediyorlar. Dostça, kardeşçe sadece yarışıyorlar, oynuyorlar. Bir oyun olan sporun özüne, ruhuna sadık kalıyorlar.
Zekamız aynı zamanda bütün
kötülüklerin de kaynağı değil mi?
Onları izlerken bazen gülersiniz, bazen hüzünlenirsiniz, bazen de şaşırırsınız. Ancak çokça ders alırsınız. Manasız çekişmelerle birbirimize hayatı nasıl da zindan ettiğimizi farkedersiniz. Sanki başka bir boyuttaymış, başka bir dünyadaymış gibi hissedersiniz kendinizi. Fantastik bir yolculuğa çıkmış gibi olursunuz. O saflık, o temizlik, o kötülükten ve kirlilikten arınmışlık karşısında hayretler içinde kala kalırsınız.
Evet, söz konusu olan, onların hayata adaptasyonudur. Amaç, zihinsel engeli olan insanlarımızı rehabilite edebilmektir. Onlara hayata dair bir şeyler öğrebilmektir. Ama bunu yaparken de, onların bizlere öğretebileceği çok şey olduğunu farkedebilmektir, aslolan...
Elbette zeka her şeydir. İnsanoğlu’nu yeryüzünün efendisi yapan, belki de önümüzdeki yüzyıllarda evrenin de efendisi yapacak olan en önemli faktördür. Ancak ne var ki, birbirimize, dünyamıza yaptığımız kötülüklerin de kaynağıdır. Zihinsel engelli insanlarımızın saflığına, duruluğuna ve iyi niyetine sahip olabildiğimiz zaman, ancak insan olmanın erdemini yaşayabileceğiz. Kendimizi de rehabilite etmenin yolu, onları iyi algılamaktan ve anlamaktan geçiyor.
Zira, kaybettiğimiz bütün değerleri onlar temsil ediyor.
‘’Konuşsam faydası yok, sussam gönül razı değil‘’
Bir anne-baba için yavrusundan daha değerli hiç bir şey yoktur, dünyada. Çekilen sancılar, uykusuz geçen geceler, titreyen yürekler, sarfedilen emekler, edilen dualar, akıtılan gözyaşları hep sahip olunan evlat içindir. Onun daha sağlıklı, daha iyi, daha müreffeh yaşaması içindir, o seferberlik hali... Evladı olanlar kendileri için yaşamaktan vazgeçerler.
O ane-babalar ki, evladı gittiği yerden geciktiği zaman yer sarsıntısını hisseden atlar gibi huysuzlanırlar, huzursuzlanırlar. Yürekleri daralır. Kulakları hep kiriştedir. Çocuklarını ayak seslerinden, kokusundan tanırlar. Gelenin o olduğunu anladıkları anda, yeniden doğarlar. Yastığa baş koyduklarında yanaklarından aşağı süzülen damlalar ise, sevinç gözyaşlarıdır.
Bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Yani, gidip de gelmeyenler. Geri dönmeyenler. Evinden telli duvaklı gelin gibi süslenerek, güle oynaya uğurlanıp, bir daha kavuşulamayanlar. O kınalı kuzular. O şehitler.
Onlar da bir embriyo olarak ana rahmine düştüler. Sonra doğdular. Bir güneş gibi aydınlattılar anne-babalarının dünyasını. Çocuk oldular. Koştular, oynadılar. Terli terli su içtiler, öksürdüler. Düştüler, dizlerini kanattılar. Sonra okullu oldular. Heyecandan yürekleri bir kuş gibi pır pır etti. Ardından başları hülyalı birer ergene dönüştüler. Sevdiler, sevildiler. Terkettiler, terkedildiler. Derken delikanlılık çağına girdiler. Gelecek planları yapmaya başladılar. Hayaller kurdular. Tam yetişkinliğe adım atıyorlardı ki, vatan görevi kapılarını çaldı.
Onların da birer hayatı, hayalleri, umutları vardı
Ve hayallerini ertelediler; döndükleri zaman kaldıkları yerden devam etmek üzere... Askerlikleri boyunca hep o umutla yaşadılar. ‘Döndüğüm zaman’ diye başlayan cümleler kurdular, pusularda, nöbetlerde. Özlem dolu mektuplar yolladılar sevenlerine. Taa ki, hain bir namludan çıkan hain bir mermi veya namussuz bir mayın tuzağı bedenlerini bir cemre gibi toprağa düşürene kadar.
İşte böyle, her gün, her gün gencecik fidanlar kırılıyor. Kendi yurtlarında, kalleşçe vuruluyorlar, alçakça havaya uçuruluyorlar. Ölüyorlar; hayalleriyle, umutlarıyla, özlemleriyle beraber. Aniden belirip, karanlıkta kayan bir kuyrukyıldız gibi sonsuzluğa akıyorlar. Geride, yaşanamamış bir hayat ve yürekleri kor ateşle dağlanan, acılı anne-baba, kardeş, eş, sevgili, dost, arkadaş bırakarak...
Yıllardır al bayrağa sarılı tabutlarla omuzlanıyorlar, devre arkadaşları ve sevdikleri tarafından. Bitmiyor, hiç bitmiyor. Bitmek bir yana, her geçen gün artarak devam ediyor şehit cenazeleri. Bir daha yolunu gözleyemeyecekleri çocuklarıyla birlikte tabuta girmek istiyor anne-babalar. Onlar da ölüyorlar, şehitleriyle beraber.
İspanyol halkı kadar olamıyor musunuz?
Ve sizler, günlük gailelerin içinde öylesine kayboluyorsunuz ki, kendi çocuklarınıza ağıt yakmıyorsunuz. Yine o rezil, pespaye eğlence programlarına reyting patlattırıyorsunuz, tatil günlerinde pikniklere koşuyor, oyun havaları eşliğinde göbek atıyorsunuz. Hakem hatalarını şehitlerinizden daha çok konuşuyorsunuz. Vurdumduymazlığınızla dünyayı şaşkına çeviriyorsunuz. Sizlerin duyarsızlığı üzerine iktidar bina edenlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz.
Neden İspanyol halkının ETA terörüne karşı sergilediği dik duruşu sizler sergileyemiyorsunuz? Onlardan eksiğiniz ne? Kurtuluş savaşını siz yapmadınız mı? Ülkenin dört bir yanını işgalcilerden geri almadınız mı? Ne oldu size? Şimdi niye böylesiniz? Gençlerinizin bir kum tanesi gibi avuçlarınızın içinden kayıp yere dökülmesine daha ne kadar sessiz kalacaksınız?
Haydi, atın ölü toprağını üzerinizden. Kalkın ayağa. Silkelenin, silkeleyin.
Sahip çıkın, gençlerinize, geleceğinize, ülkenize...
Ve onurunuza...
NOT: Bu yazı, 12.06.2007 tarihinde yayınlanmıştır. Değişen bir şey olmadığı için biraz kısaltarak yeniden bu köşeye koymak zorunda kaldım. Kalın sağlıcakla...
‘’Çavdar tarlasında çocuklar‘’
“Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocukları getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta. Yetişkin hiç kimse; yani benden başka... Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum? Uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarken, ben bir yerden çıkıyorum, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim.”
Böyle söyler, ABD’li Jerome David Salinger’ın anti-kahramanı Holden Caulfield, yazarın kült romanı “Çavdar tarlasında çocuklar” isimli edebiyat şaheserinde. 1951 yılında yayınlanan ve başta ABD olmak üzere birçok ülkede argo ifadeler nedeniyle yasaklanan roman, 16 yaşındaki bir yeni yetme olan Holden Caulfield’in Noel öncesi üç gününü anlatır. Dört okuldan kovulan uyumsuz ve asi Holden’ın, toplumun iki yüzlülüğüne, samimiyetsizliğine, yapmacıklığına karşı masumiyetin peşinde koşmasının serüveni olan roman, 20. Yüzyıl’ın baş yapıtlarından biri olarak kabul edilir.
Masumiyetin peşinde
koşan bir anti-kahraman
Otostop yaparak bütün insanlardan kaçmayı ve vardığı yerde kendini sağır-dilsiz olarak tanıtıp bambaşka bir hayat sürmeyi düşünen Holden, bir rüyaya yatar. Masumiyetin simgesi olarak gördüğü çocukların uçurumun kenarındaki bir çavdar tarlasında koşuştuğunu ve eğlendiğini hayal eder. Onların gerçek dünyanın acımasızlığıyla yüzleşmesini ise, uçurumdan aşağı düşmeleri şeklinde algılar. Ve çocukların masumiyetlerini yitirmemeleri için, onları düşmeden tutacağını ve sonsuza kadar çocuk temizliğiyle kalacaklarını söyler.
Eminim, birçoğumuz ergenlik buhranımızda birer Holden olduk. Acımasız dünyanın gerçekleriyle yüzleştiğimiz anda yaşadığımız düş kırıklığı nedeniyle uzak bir yerlere kaçmayı planladık. Fakat başaramadık. Ardından düşlerimize sığındık. Holden’ın çavdar tarlası gibi kendimize, masumiyeti sonsuza kadar koruyacağımız düş bahçeleri kurduk. Bir müddet kendi yarattığımız cennetimizde başımızda kavak yelleriyle mutlu yaşadık. Lakin rüya çabuk bitti. O uçurumdan, önce kendi çocukluğumuz düştü. Büyüdük ve masumiyetimizi kaybettik. Sonra başka çocukların da o kara delikte yok oluşlarını izledik. Kendi cehennemimize giden yola ilk taşları işte böyle döşedik.
O tarladaki Türk kızı:
Hilal Coşkuner
Futbol denen pespayelikten arada sırada başını kaldırmayı başaran Türkiye, iki haftadır 12 yaşındaki bir çocuğun davranışına verilen Dünya Fair-Play ödülüyle yatıp kalkıyor. Hilal Coşkuner’in, kros yarışmasında birinci gelecekken duyduğu çığlık üzerine geri dönüp yere düşen rakibini kaldırması ve ambulansa taşımasına methiyeler düzülüyor. Hilal’e ödül üstüne ödül veriliyor. Altın kalpli Hilal, bütün bu ilgiyi, verilen ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Ancak başına gelenlerden şaşkına dönen Hilal kız, kendisine gösterilen aşırı ilgiden çok sıkıldığını ve bunun nedenini bir türlü anlayamadığını söylüyor. Ve devam ediyor:
“Bu olay neden bu kadar abartılıyor merak ediyorum. Ben ne yaptım ki? Yapmam gerekeni yaptım. Doğrusu budur. Herkesin de bunu hayatında uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Yarış sonrası eve gittiğimde ne ailem, ne de başkalarına bu konuda hiçbir şey söylemedim. Nedeni de; önemli bir şey olmadığını düşündüm. Gazetelerde çıkınca, bunun üzerine de ödüller verilince şaşırdım.”
İşte size çavdar tarlasında bir çocuk. Bütün masumluğuyla koşuşturup duruyor. O çocuksu saflığıyla yaptığı hareketi biz büyüklerin neden bu kadar kutsadığını bir türlü anlayamıyor. Bilmiyor, kendisine nasıl bir dünya hazırladığımızı. Henüz farkında değil; samimiyetsizliğimizin, riyakârlığımızın, yapmacıklığımızın, maskelenmiş hayatlarımızın, yitip giden masumiyetimizin.
Ben de tıpkı Holden gibi Hilal ve ona benzer çocukların koşturduğu çavdar tarlasının bekçisi olmak isterdim. O altın sarısı başakların arasında gizlenmek, uçuruma koşan çocukları son anda yakalamak ve onlara, “Hep burada kalın; çocuksu ve masum” diyebilmeyi arzu ederdim. Ve eklerdim:
“Büyüdüğünüzde siz de bekleyin o tarlayı. Çocukluğunuzun elinden sıkı sıkıya tutun, çocuklarınızı iyi kollayın, uçurumdan düşmelerine izin vermeyin.”
‘’Bir yanımız Emre bir yanımız Servet!‘’
Biz, bize benzemeyiz. Farklı farklı, çeşit çeşitiz. Beş parmak misali! Varlığımız ayrılıklar, aykırılıklar, çelişkiler üzerine kuruludur. Bir yanımız batıdadır, bir yanımız doğuda. Kuzeyde de yer alırız, güneyde de... Zenginlikle yoksulluk iç içedir... Keza, medeniyetle cehalet de...
Sırça saraylarda yaşayan da bizim insanımızdır, çöplerden yiyecek toplayan da... Bazen yüzümüzü aydınlığa döneriz, bazen de karanlığa... Barışı isteyenler de bu topraklardadır, savaştan beslenenler de...
Velhasıl, yeryüzünün en anlaşılmaz toplumuyuz. Nerede kabaracağımızı, nerede durulacağımızı kestirmek mümkün değildir. Boşuna değil, bilim adamlarının, sosyologların şaşkınlık içinde bizi izlemeleri.
Hâl böyle olunca, aynı milli forma içinde siyah-beyaz misali bir kaç zıt karakter de yer alabiliyor. Tıpkı Emre Belözoğlu ve Servet Çetin gibi.
Galatasaray formasını en son
hak edecek futbolcu Emre’dir
Henüz daha 17’sinde bile nasıl çirkef bir futbolcu olacağının belirtilerini veren Emre Belözoğlu’nun yaptıklarını burada bir kez daha sıralamanın bir anlamı yok. Türk basını bir haftadır onunla yatıp kalkıyor zaten. O malum hareketi yaptı diye ceza almasını istemek, boşa kürek çekmekten başka bir şey değil. Onun nerelerden, kimlerden, hangi güç odaklarından cesaret aldığı zaten belli. Onu kollayanların ceza kesmesini beklemek, kelimenin tam anlamıyla saflıktır. Bir takım çevreler tarafından bir koruma kalkanı altına alınmasa, bu kadar pervasız olması mümkün mü? Burada anlaşılmaz olan, Galatasaray’ın Fair Play ödüllü başkanı ile yardımcısının ona sahip çıkması, kucak açmasıdır. Yeryüzünde Galatasaray formasını en son hak edecek futbolcu Emre Belözoğlu’dur. Bunu başta eski başkan Faruk Süren olmak üzere Galatasaray camiası çok iyi bilir!
Neyse...
Benim asıl anlatmak istediğim bunlar değil. Emre ve manevi destekçilerinin katran koyusu gölgesinin Türk Futbolu’nun üzerine çökmesi nedeniyle farkına varamadığımız Servet Çetin’den bahsetmek istiyorum. Hani, Galatasaray’da son maçına kırık kaburgasıyla çıkan, maç içinde göğsüne aldığı bir darbeyle acılar içinde kıvrandıktan sonra tekrar karşılaşmaya devam eden, yüreği de kendi gibi kocaman adamdan...
Servet’e yapılan eleştiriler
ya Emre’ye yapılsaydı...
Hiç düşündünüz mü, Servet Çetin kadar şu anda eleştirilen bir başka Türk futbolcusu daha var mıdır? Onun Galatasaray’a layık bir futbolcu olmadığından, milli takıma seçilmesine kadar bir dizi belden aşağı eleştiri okuyoruz, dinliyoruz, futbol ulemaları tarafından... Hocalarını Servet tercihinden dolayı bombardımana tutuyoruz. Sahadaki cansiperane mücadelesini görmezden gelip, yaptığı bir hatayı büyütüyoruz. Ne kadar kötü bir savunmacı olduğundan dem vuruyoruz. Ama onun gerek saha içindeki, gerekse saha dışındaki efendiliğini görmezden geliyoruz. Malta beraberliği eleştirildi diye Emre gibi mülevvesler basına kol gösterirken, Servet Çetin’in bu kadar yoğun eleştiri karşısında ağzını açıp tek kötü bir söz söylememesini, tek bir mimik hareketi dahi yapmamasını göz ardı ediyoruz. Peki neden?
Kimbilir? Belki fakir bir köylü çocuğu içindir, belki de sırtını bir yerlere dayamadığı için...
Her ne olursa olsun Servet, genç futbolcuların önünde bir profesyonellik, bir centilmenlik abidesi olarak yükselmektedir. Belki çok üst düzey bir futbolcu değil, ama üst düzey bir insan olduğu su götürmez gerçek. Bazılarının insanlıktan çıktığı şu günlerde onun gibilere çok ihtiyacımız var.
Çünkü o bizim aydınlık yüzümüz; üzerimize çöken zifiri karanlığı yırtıp atacak...
‘’Aydın Örs'ün laneti!‘’
Bu dünyada yapılan kötülüklerin, haksızlıkların, adaletsizliklerin, yapanın yanına kar kalacağına inanıyor musunuz? Ben inanmıyorum. Adına ister ilahi adalet deyin, isterse kozmik denge... Her ne ise, mutlaka bu hayatta tecelli ediyor. Başkalarına zulmeden, eninde sonunda bedelini ödüyor. Acı çektiren, acı çekiyor. Ah alan, ah ediyor. Rüzgar eken, fırtına biçiyor. Kaderimiz, başkalarına karşı nasıl bir niyet beslediğimize bağlı.
Ülkemizde spor adamı denince akla gelen ilk isimlerden biridir Aydın Örs. Yalnız spor adamı değildir, aynı zamanda adam gibi adamdır da kendisi... Öyle olduğu içindir ki, eli öpülecek, heykeli dikilecek yerde, türlü türlü ali cengiz oyunlarına kurban edilir. Türk basketboluna verdiği hizmetlerin üzerine bir anda kalem çekilir, sinsi hesaplarla, çirkin yöntemlerle derdest edilir, kapı önüne konur. Biraz ironik olacak ama, aslında iyi bir şey de sayılabilir, Örs’e yapılan bu muamele! Zira hastalıklı bünye onu kabul etmez.
Basketbol Örs’le çağı yakaladı ama o bazılarına göre demode!..
İlkelidir, dürüsttür, prensip sahibidir, beyefendidir, mütevazıdır, centilmendir, disiplinlidir, basketbol emekçisidir... Bütün bu özellikleri onun baştacı edilmesi için yeter de artar bile. Lakin ne gezer... Postmodern anlayış (!) onu demode bulur. Türk basketbolu, o ve onun gibilerle çağı yakalamasına karşın, Aydın Örs çağdışı (!) ilan edilir. Aslında hesap başkadır. İşin içinde ahbap çavuş ilişkisi vardır, biat kültürü vardır, menacer tahakkümü vardır, kişisel husumetler vardır. Bütün bunlar yeni bir şey de değildir. Sözünü ettiğimiz, yıllardan beri Türk basketbolunun içinde varolan ve camiayı için için çürüten, sağlıksız ilişkiler yumağıdır. Nasıl oluyor da Aydın Örs, bu gayya kuyusunda çizgisini hiç bozmadan dimdik ayakta kalabiliyor, o da cevaplanması güç ayrı bir soru, tabii... Belki de Aydın Örs’ü, Aydın Örs yapan ve Türk basketbolseverinin gönlünde mutena bir yer edinmesine yol açan sır da burada yatıyor.
Ortam onun konuşması için uygun fakat o asaletinden bunu yapmaz
Onun elde ettiği başarıları, Türk basketboluna kattığı değeri burada anlatmaya kalksak, sayfalarımız yetmez. Benim dikkat çekmek istediğim mesele, şu kurak iklimimizde çok zor yetişen az sayıdaki değerimize reva gördüğümüz muamele. Ve sonrası... Önce Avrupa ikincisi yaptığı milli takımı, ardından 16 yıl sonra şampiyonluk yaşattığı Fenerbahçe’yi hiç de şık olmayan yöntemlerle bırakmaya zorlandı. Arkasından dedikodu yapıldı, filmler çevrildi. Yere düşmesi için ayağına çelme takıldı. Tuzaklar kuruldu. Ve o da daha fazla dayanamadı, çekti gitti.
Bu gün bir yerlerde münzevi hayatı yaşıyor gibi. Ne gören var, ne de sesini duyan. Oysa ortam onun konuşması için öylesine müsait ki... Ama biliyorum, bunu yapmaz. Asiller ne zaman konuşacaklarını, ne zaman susacaklarını iyi bilirler. Puslu ortamdan kendilerine menfaat temin etmezler. Şova çıkmazlar, Düşene tekme vurmazlar. Sadece içleri yanar. Türk basketbolunun başarısızlığı onları derinden yaralar.
Siz bakmayın, yazıya “Aydın Örs’ün laneti” başlığını attığıma... Aydın Örs gibilerinin içi insan sevgisiyle doludur. Kimseye lanet etmezler. Hiç kimsenin kotülüğünü, düşmesini istemezler.
Onların laneti, yaşadıkları derin düşkırıklıklarının bir bumeranga dönüşerek, bunu kendilerine yaşatanlara geri dönmesinden ibarettir. Şimdi olan bitenin bir kısmı da, galiba budur. Umarım aynısı Fenerbahçe’nin başına gelmez.
Galatasaray’ın teklifine verdiği cevaba bir bakar mısınız?
Nasıl bir bilge insana kötülük yapıldığını daha iyi anlamanız için basketbol editörümüz Ümit Avcı’dan bir anekdot aktararak yazımı noktalamak istiyorum:
Aydın Örs Fenerbahçe’den ayrılır ayrılmaz İstanbul dışına çıkar. Bir iki gün sonra telefonu çalar. Arayan Galatasaraylı yöneticidir. Görüşmek istemez. Telefon bir kaç kez daha çalar. Açmak zorunda kalır ve şöyle der: “Biliyorum beni neden aradığınızı. Sizden gelecek hiç bir teklifi kabul etmiyorum. Etmem de mümkün değil. Çünkü etik bulmuyorum. Değil mi ki, bu Fenerbahçe taraftarı beni bağrına bastı, benim için yürüyüş düzenledi. Onların gönlünde bu kadar özel bir yere sahip olmuşum. Buna ihanet edemem. Onları hayal kırıklığına uğratamam. Ayrıca sizin başınızda çok yetenekli genç bir antrenör var. Onun önünü kesmiş olurum, ki bu bana yakışmaz. İlginize teşekkür ediyorum.”
Yaa, işte böyle sevgili dostlar...