Arama

Popüler aramalar

‘’Sivas devrimi!‘’

Aslında İstanbul’daki Sivas ihtilali 1989 yılında gerçekleşmişti. Nurettin Sözen, hemşehrilerinin oylarıyla yüzde 36.2 oy almış veİstanbul’un belediye başkanı olmuştu. Bir sonraki seçimde ise Sözen başarısız bulunarak partisi tarafından aday gösterilmemiş ve rakip parti karşı devrim gerçekleştirerek Türkiye’de Tayyip Erdoğan devrini başlatmıştı. Sözen giderayak, “İstanbul’da 2 milyon Sivaslı var, aday olsam yine seçilirim” diyerek partisine sitem etmişti. İşte o gündür bugündür, Sivaslı’nın İstanbul Belediyesi ile hesabı var ve dün bu hesabı kesme fırsatını yakaladılar.
Sessizliğe alışmış Olimpiyat Stadı, dün Sivaslılar’ın istilasına uğramıştı ve “Burası Sivas burdan çıkış yok!” diye tezahürat yapıyorlardı. Haksız da değillerdi, aslına bakarsanız. Çünkü İstanbul demek, biraz Sivas demek, biraz Kayseri, biraz Malatya, biraz biraz, falan filan... İstanbul kaldı mı ki?!!
Bazı kemirgenler, avını yerken üflermiş acısını hissetmesin diye. Sivasspor da o misal, “Şampiyon olmak istemiyoruz” diye diye rakiplerine hissettirmeden hedefine ilerliyor. Ve çaktırmadan şampiyonluk havasına da girmişler! İşte bu nedenle olsa gerek, Sivaslı futbolcular biraz gergindi. Nitekim bu gerginlik maç sonrası futbolcular arasında bazı tatsızlıkların yaşanmasına da neden oldu.
Sivasspor tempoyu istediği gibi ayarladı. Savunmada dikkatli, orta alanda sakin, hücumda ise akılcıydılar. Çabuk ve ayağa paslarla Belediye defansını aşmakta zorlanmadılar. Uyumlu bir ikili oluşturdukları gözlenen Mehmet -Cvetkov ile tehlikeli ataklar geliştirdiler ve ikisini de değerlendirdiler. 90 dakika sonunda da taraftarlarıyla bütünleşerek İstanbul Belediyesi burçlarına Kırmızı-Beyaz bayrağı diktiler. Sivaslı, tünelin sonundaki ışığı görüyor!

20 Ocak 2008, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bahri Kaya'ya kurulan tuzak‘’

Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir rezalet yaşandı geçtiğimiz hafta... İşin içinde adına gazete demeye bin şahit lazım bir spor gazetesi var; kokuşmuş bir gazetecilik anlayışı var; yalanla, iftirayla, şantajla, asparagasla, menfaat ilişkileriyle basın camiasını için için çürüten müptezel bir güruh var; kendilerine iyi-kötü hizmet etmiş bir hocayı arkadan bıçaklayan bir kaç kulüp yanlısı var...
Bahri Kaya tipik bir futbol emekçisidir. Karınca kararınca Anadolu’nun çeşitli kulüplerinde teknik direktörlük yapar. Mütevazıdır, disiplinlidir, ilkelidir... Kimseye kaypaklık yapmaz, işsiz kaldığı zaman meslektaşlarının ayağını kaydıracak manevralara girmez. Kapısını çalan olursa, asgari müşterekte de anlaşılırsa gider bir kulüpte çalışır.
Bahri Kaya geçtiğimiz hafta alınan Altay mağlubiyetine kadar Orduspor’un hocasıydı. Ancak hafta içinde öyle bir iftiraya maruz kaldı ki, duyanlara “yuh” dedirtecek cinstendi. Sözde spor gazetesi, 12 Ocak tarihli sayısında, “Bahri Kaya’nın İddaa Kuponu” diye bir kupon yayınlar. Kuponda o hafta sonu oynanacak Orduspor-Altay maçının tahmini de vardır ve bu tahmin maçı Altay’ın alacağı yolundadır. Yani Bahri Kaya, sözde kuponunda teknik direktörlüğünü yaptığı Orduspor’un maçı kaybedeceğini ön görmektedir. Bahri Kaya, adının kullanıldığı tamamen asparagas olan bu kupona ertesi günü hemen itiraz eder ve düzeltilmesini ister. Gazete de küçük bir düzeltme yayınlar.
Hafta sonu maç oynanıp, Orduspor kaybedince epeydir suyu ısıtılan Bahri Kaya görevinden istifa eder. Bunu fırsat bilen Orduspor cephesinden bir grup, Bahri Kaya’ya zarar vermek için bir ajansa konuyu saptırarak yalan bir haber üflerler. Haberde, Bahri Kaya’nın yaptığı iddaa kuponunda takımının mağlubiyetini öngördüğü, yenilgi üzerine de görevi bıraktığı belirtilerek, Bahri Hoca’nın aslında bir iddaa organizasyonu içerisinde olduğu ima edilmektedir. Sözkonusu ajans da hiç bir araştırmaya gerek duymadan haberi servise koyar. Bazı internet siteleri de bu habere sazan gibi atlayarak yayınlarlar. Böylece Bahri Kaya, hayatının en büyük iftirasına maruz kalır.
Şimdi Bahri Hoca hakkını nasıl arayacak. Alnına yapışan bu lekeyi nasıl temizleyecek? Şerefiyle, namusuyla, meslek onuruyla oynayanlardan nasıl hesap soracak? Elbette, bu ülkenin mahkemeleri var, savcıları var, hakimleri var... Ancak adalet var mı acaba? Ben kuşkuluyum. Hakkın, adaletin iğdiş edildiği o kadar çok örnek var ki, Bahri Hoca’ya atılan iftira da, atanların yanına kar kalacak. Zaten, suçu işleyenler, burunlarından fitil fitil geleceğini bilseler, hiç suça meylederler mi?
Ne yazık ki, taşların bağlanıp, itlerin salıverildiği bir ülkede yaşıyoruz. Kötüler bütün pervasızlıklarıyla hayatı bizlere zehir etmeye devam ediyor. Olan da, namusuyla, şerefiyle yaşayanlara oluyor.

PAF Ligi rezaleti
Malumunuz, Süper Lig maçlarının yanısıra PAF Ligi de bütün hızıyla devam ediyor. Ancak gözlerden ırak oynanan bu maçlarda neler olup bittiğini genellikle bilmiyoruz. Bundan bir kaç yıl sonrasının Süper Lig futbolcularının top koşturduğu PAF Ligi maçlarına ne kadar önem verildiği, hangi şartlarda oynandığı pek dile getirilmez. Taa ki, hasbelkader şahit olana kadar.
Ben de PAF’ların ne şartlarda geleceğe hazırlandığını pek bilmeyenlerdenim. Geçtiğimiz hafta oynanan Çaykur Rizespor-Galatasaray PAF maçını GS TV’den seyretme imkanım oldu. Gördüklerime inanamadım. Öncelikle genç futbolcuların birbirlerine yaptıkları gaddarca fauller karşısında gözlerim faltaşı gibi açıldı. Antrenörleri tarafından nasıl koşullandırıldıysalar, her biri birer terminatör gibiydi. Tam, bu takımlar bu maçı nasıl sakat vermeden tamamlayacak diye düşünmeye başlamıştım ki, Galatasaray’ın son haftalarda Feldkamp tarafından A takıma alınan defans oyuncularından Semih dizine aldığı bir darbe nedeniyle kenara yığıldı, kaldı. Doktorlar derhal müdahale etti. Uzun bir süre uğraştılar. Belli ki devam edemeyecekti. İki kişi kollarının altına girdi ve Semih’i sektirerek sahanın dışına doğru taşımaya başladı. Çünkü sedye yoktu! Futbolcu acı içinde tek ayakla yürümeye başladı. Başaramadı. Bu kez bir kişi futbolcuyu kucağına aldı ve öyle taşıdı. Sahanın dışına çıktılar. Dışarısı inşaat molozlarıyla doluydu. Futbolcuyu hastaneye götürmeleri gerekiyordu. Bir de ne görelim? Ambulans da yoktu. Bir polis arabası geldi, futbolcu karga tulumba, arabanın içine yatırıldı ve hastanenin yolunu tuttu. Ne yazık ki, futbolcunun diz çarpraz bağları kopmuş. Durum bu kadar ciddi. Ama bu işleri organize edenler ne kadar ciddi acaba? Sonradan öğreniyoruz ki, Rize Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü ile Futbol Federasyonu arasında bir çekişme varmış. Saha değişmiş, saat değişmiş, futbolcular otobüs içinde bekletilmiş, ambulans başka stada gitmiş vs.vs.
Yani her işimiz gibi bu iş de yamuk. Deve misali!..

16 Ocak 2008, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu dünyadaki küçük kız...‘’

Atletizm dünyasının efsane isimlerinden İsveçli Carolina Klüft, 2 Şubat 1983 yılında doğar. Küçük yaşlarda başladığı heptatlonda -ki bu branş atletizmin en zorlu branşlarından biridir- kısa zamanda 1 Olimpiyat, 4 Dünya ve 5 Avrupa şampiyonluğu elde ederek, adını ölümsüzler arasına yazdırır. Carolina, yalnız başarılarıyla değil, sahip olduğu sosyal sorumluluk bilinciyle de spor dünyasının saygınlığını kazanır. Kazandığı her yarış sonrası rakipleriyle el ele tutuşarak tribünleri birlikte selamlamaları, onun eşsiz sportif kişiliğinin sadece bir parçasıdır.
Kenya’daki yoksul çocukların
altın kalpli ablası...

Klüft, 2003 yılında altın madalya kazandığı Dünya Şampiyonluğu sonrasında Monte Carlo’daki gala gecesi davetini reddeder ve kendi ülkesinin dahi medyasını atlatarak Kenya’ya, bakımlarını üstlendiği küçük kızların yanına gider. Neden böyle davrandığı sorulduğunda ise şu unutulmaz cevabı verir: “Oradaki küçük kızların Carolina Klüft’ün bakımını üstlendiği kızlar diye tanıtılmasını istemiyorum. Onların benim ünlü bir sporcu olmamı bilmesini de istemiyorum. Bu, özel bir ilişki ve kalbimle bu iyiliği yapıyorum. Bir gün spor hayatım bitecek ama benim onlarla bağım sonsuza kadar sürecek.”
Klüft hayata ve spora bakış açısını ise şu şekilde özetliyor. “Ben bir yıldız olarak anılmak istemiyorum. Bir şekilde başarılı oldum. Ben sadece bu dünyada küçük bir kızım ve işimi yapıyorum, eğleniyorum.”
Yarış atı gibi yetişen sporcular
birer metaya dönüşüyor

Şimdi, “Durup dururken nereden çıktı bu Carolina Klüft hikayesi” diyeceksiniz. Sporun, yarışmanın, kazanmanın ya da kaybetmenin sadece hayatın bir parçası olduğunu hatırlatmak istedim sadece. Sporda ölümsüz olabilmek için sadece Olimpiyat, Dünya ve Avrupa şampiyonluklarının yetmeyeceğini, çevremize ve içinde yaşadığımız dünyamıza karşı da bir takım sorumluluklarımız olması gerektiğini vurgulama gereği duydum.
Çünkü, biz sadece sporcunun başarısı ya da başarısızlığıyla ilgiliyiz. Onları birer yarış atı gibi görüyor ve öyle yetiştiriyoruz. Böyle olduğu içindir ki, sporcu da meselenin yalnız bu boyutuyla ilgileniyor. Kazandığı zaman el üstünde tutulacağını, kaybettiğinde de yerin dibine batırılacağını bildiğinden, kazanmak için her türlü etik dışı yola başvurabiliyor. Giderek bir insan olduğunu unutuyor ve kendini bir makine, bir meta olarak algılıyor. İçinde bulunduğu çevreye, yaşadığı dünyaya karşı duyarsızlaşıyor, sosyal sorumluluk bilincinden uzaklaşıyor. Sonunda da ruhen ve bedenen iflas ederek, ışığını kaybetmiş bir eski yıldıza dönüyor.
Süreyya ve Atagün olayına
kahrolmamak elde değil

Dopingli çıktığı için dün ceza kuruluna ifade veren Süreyya Ayhan ile daha henüz 21 yaşında olmasına rağmen amatör boksu ve milli takımı bıraktığını açıklayan Atagün Yalçınkaya olayına bir de bu açıdan bakılması gerektiğine inanıyorum. Onlara insan olduklarını hissettirmediğimiz takdirde, daha nice Süreyyalar, Atagünler gelir geçer bu çorak topraklardan.
Klüft’den sadece sporcularımızın değil, hepimizin alması gereken önemli dersler var. Hepimiz bu dünyadaki küçük bir kız veya küçük bir erkek çocuğuyuz. Bir şeyler başarırken, bir şeyler yaparken, bizim sevgimize, ilgimize, ışığımıza muhtaç daha nice küçük çocuklar olduğunu da unutmamalıyız. Bir şekilde uğradığımız şu yaşlı dünyadan geçip giderken, kalıcı izler bırakmanın yolu bu bilince ve anlayışa sahip olmaktan geçiyor. Tabii insan olmanın ve insan kalmanın ilk adımı da...

10 Ocak 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Tuzak...‘’

Kutup ayısını avlamak isteyen avcı, karlar üzerine ağzı jilet kadar inceltilmiş bıçağı ters gömüp etrafına su dökerek buz tutmasını sağlarmış. Buraya taze hayvan kanını sürermiş. Kan kokusunu alan kutup ayısı bıçağı yalamaya başlar ve dili kesilirmiş. Ancak kanın tadı ve soğuk hava nedeniyle dilinin kesildiğini fark etmezmiş. Dili kanadıkça daha çok kan emmek için yalamaya devam edermiş. Her çabasında dili biraz daha parçalanırmış. Kutup ayısı sonunda bitkin düşer ve kan kaybından ölürmüş. Avcı da gelip derisini yüzer, zedelenmemiş kürkü zahmetsizce elde edermiş. Avcılar ayıları kurşunla vururlarsa ayının postu delinir ve bu yüzden çok para etmeyeceği için bu yöntemi denerlermiş.

Ben küçücüktüm, çocuktum. Hayatın elinde kırık bir oyuncaktım. Ve ondan dolayı olacak ki, hep kendi oyunlarımdan kırardım! Ama farkındaydım. Büyükler de bir oyunun parçasıydı. Hatta koca ülke paramparça bir oyuncaktı; başkalarının ellerinde!.. İstedikleri zaman kırıyorlar, istedikleri zaman onarıyorlardı! Yeniden yeniden oynamak için!..
Bir uçtan bir uca savrulan milyonlar sinsi bir tuzağın pençesindeydi. Tıpkı kendi kanını emen kutup ayıları gibi! O zaman yaladıkları bıçağın adı, sağ-sol kutuplaşmasıydı. Evlat babaya düşman oldu; kardeş kardeşi kırdı. Binlerce insan öldü. Sağ-sol zıtlaşmasının yeterli olmadığı zamanlarda devreye alevi-sunni cepheleşmesi sokuldu. Sonunda kendi kanlarını emerek cansız düştüler yere. Avcı da geldi rahatça kürklerini topladı!
Kurşun askerlerin çocukları
kurşuna dizdiği yıllar!..

Büyüdüm, büyük bir çocuk oldum. Başı hülyalı, yüreği sivilceli bir ergendim. Lakin aşka vakit yoktu! Hiç çocuk olmadan büyüyenler, oyunun içlerine beni de kattı. Kurşun askerlerin çocukları kurşuna dizdiği o netameli yıllarda, ben de, adı kominist-faşist kavgası olan yerdeki keskin bıçağı yaladım. Sınıf arkadaşıma, mahallede beraber büyüdüğüm komşu çocuğuna düşman oldum. Onlar da bana düşman kesildi. Bilmiyorduk ki, dilimizde kendi kanımızın tadı varmış. Kanımızın çekildiğini hissetiğimiz anda iş işten geçmişti. Avcı bizi de avlamıştı!
Fatura ağırdı: Evladını kaybeden ebeveynler, öksüz-yetim kalan çocuklar... Ocağı sönen aileler... Bir daha bulunamayan kayıplar... Sönen hayatlar... Hasbelkader ayakta kalabilen ama kırkını göremeden yitip gidecek yarım yamalak insanlar... Ve harap olmuş bir ülke...
Fırtınadan sağ kurtulanlar içindeydim. Yeni bir hayat arıyordum. Uzun ince bir yola vurdum kendimi. Ne var ki, hiç bir yere yetişemeyen bir yetişkindim! Yürüdüm, koştum. Düştüm, kalktım. Kaçtım, kovaladım. Vurdum, vuruldum. Ama çokça dövüldüm! Ve daha da çok kırıldım.
Her tuzağa düşüyoruz,
kendi kanımızı içiyoruz!

Mamafih hiç bir şey değişmedi benim ülkemde. İnsanlar yine aynı. Bu kez yerdeki bıçak sayısı bir hayli fazla. Avcı bizi tamamen bitap düşürmeye yeminli sanki... Önce Türk-Kürt çatışmasını sundular önümüze, sonra dinci-laik. Arada bir de Türk-Ermeni zıtlaşması servis ediliyor. Birinden kurtulan, diğerine yakalanıyor. Hepsini bertaraf eden, bu kez, yüzde yüz yerli avcıların kurduğu tuzağa; futbol fanatizmine teslim oluyor.
Ortalık kin, düşmanlık, sevgisizlik ve nefretten geçilmiyor. Dağlar dağa küsmüş, aşıklar aşıklara... Kardeş kardeşe kinleniyor, dostlar dostları vuruyor.
Yerler bıçak dolu... Ve biz yine o bıçakların başındayız! Her yer kan revan... Bir türlü akıllanmıyoruz. Zavallı kutup ayılarından bir farkımız yok! Her tuzağa düşüveriyoruz. Her tuzakta kanımız biraz daha çekiliyor. Kendi kanımızı, kendimiz içiyoruz. Biraz daha eksiliyor, biraz daha kayboluyoruz.
Birileri de kuytu bir yerlerde bir ulusun çöküşünü ellerini ovuşturarak ve pis pis sırıtarak seyrediyor.
Biraz akıl, izan, insaf ve vicdan lütfen...
Söyler misiniz, bize çok mu uzak?..

Bugün bir yeni yıl yazısı yazmak için klavyemin başına oturdum. Ancak yazacağım yazının eskilerden birinin benzeri olacağını farkettim. Ve benzerini yazmaktansa, aslını bir kez daha koymayı uygun buldum. Affınıza sığınarak... Yukarıdaki yazı 07.03.2007’de bu köşede yayınlandı. 2007’yi gözümüzün önüne getirdiğimizde ne yazık ki değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Bir kez daha uğursuz bir tuzağın içinde çırpınıyoruz. Ve bunun farkında değiliz. Kutuplaşmalar, zıtlaşmalar, kamplaşmalar, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, kin, nefret, düşmanlık ve şiddet... Kime karşı? Birbirimize. Ben 30 küsür yıldır bu filmi izliyorum. 2008’in şu ilk günlerinde içinde bulunduğumuz tehlikeye bir kez daha dikkat çekmek istedim. Kanımız daha fazla çekilmeden!..

03 Ocak 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Biat kültürü‘’

Biat kelimesi Arapça olup, peygambere bağlılık sözü vermek anlamına gelmektedir. Hz.Muhammed önemli dini-siyasi olaylar arefesinde, veya İslamiyet'i kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde el sıkışarak biat almıştır. Biatta asıl olan, meşru devlet başkanını tanımak, kendini ona bağlı hissetmek ve bu hissi hayatının sonuna kadar korumaktır. Biat, Hz.Muhammed'in vefatından sonra ise, daha çok siyasi bir karakter kazanmıştır.
"Biat kültürü" ortaya çıktığı koşullarda dini hiyerarşinin sağlanması açısından gerekli olmakla beraber, bugün de özellikle doğu toplumlarında farklı karakterde varlığını sürdürmektedir. Elbette ülkemizde de... Bilhassa, siyasette çok sık karşımıza çıkan "Biat kültürü", zamanla ast-üst ilişkilerinin olduğu tüm toplumsal yapılara sirayet etmiştir. Biat kültürünün olduğu ilişkilerde yapının en üstünde olan lidere kayıtsız şartsız bağlılık gösterilir. Kararları asla sorgulanmaz. Doğru-yanlış muhasebesi yapılmaz. İman edilen kişinin her sözü kanundur. Bu durum, hemen hemen tüm örgütlenmelerde böyledir. Tabii, sporda da...

Bilardo ve paralimpikte yaşanan ilginç olaylar
Hasbelkader bir federasyon başkanı olan kişi, kısa zamanda kendisine bir mürit ordusu kurarak, başına geçtiği camiayı istediği gibi yönetir. Burada biat iki yönlü işleyen bir süreçtir. Kendisi de, daha yüksek bir erke biat ettiği için her türlü denetimin dışına çıkar. Kararları keyfidir. Bütün tasarrufları iktidarını korumak adınadır. Bu uğurda karşısına çıkan herkesi ezmek, yok etmek ana düsturdur. Yasalar, yönetmelikler, kurallar, etik metik hak getire... Her eylem bir şekilde kılıfına uydurulur. Aslolan, kendisini önemli kişi hissetmek için ihtiyacı olan stütüyü kaybetmemektir. Gözü dönmüş bir hırsla yollarına devam ederler. Taa ki, "Yedi Ölümcül Günah"ın en ölümcülü olan ihtirasın dipsiz uçurumuna yuvarlanana kadar... Yalnız burada bir nüans farkı vardır. O uçurumdan yuvarlanan yalnız kendileri olmaz, müritleri ve başında oldukları camiayı da aşağıya çekerler.
Türk sporu, son yıllarda böylesi bir ihtirasın iki örneği ile karşı karşıya... Biri Bilardo Federasyonu Başkanı Uğur Kurugöllü, diğeri ise Türkiye Milli Paralimpik Komitesi (TMPK) Başkanı Perviz Aran...

Türk bilardosunu bitiren adam: Uğur Kurugöllü
Memleketi Sivas'ta kulüp ve sporcu, dolayısıyla delege sayısını 15 gün içinde patlatarak (!) seçim kazanan Uğur Kurugöllü'nün ilk icraatı, başta Semih Saygıner olmak üzere seçimde kendisine muhalif olan Türkiye'nin en elit sporcularını derdest etmeye çalışmak oldu. Ne yazık ki, bunu başardı da... Sporcular milli takımdan uzaklaştırıldı, ceza kurullarına verildi, ceza almaları sağlandı. Türkiye'nin en başarılı branşlarından biri olan bilardo, 3 yıllık Kurugöllü döneminde yerle yeksan oldu. Eski bakan Mehmet Ali Şahin'in talimatıyla GSGM Teftiş Kurulu tarafından soruşturulan ve bir çok icraatından dolayı kusurlu bulunup GSGM Ceza Kurulu'na verilen Kurugöllü'nün dosyası aylarca sümenaltı edildi. Hükümet değiştikten sonra yeni bakan Murat Başeskioğlu'nun henüz konulara vakıf olmaması fırsat bilinerek apar topar görüşüldü ve Kurugöllü aklandı!
Bilardoda kaos bugün de sürüyor. Ülkemize sayısız dünya ve Avrupa şampiyonluğu kazandırmış sporcular yine ceza tehtidiyle karşı karşıya... Ve sporu bırakmak üzereler. Hatta fiilen bıraktılar da... Burada Kurugöllü'nün yaptıkları bir nebze olsun anlaşılabilir. Çünkü tıyneti belli! Asıl sorgulanması gereken, bütün bunlara göz yuman, hatta Kurugöllü'yü başarılı (!) bulan GSGM Müdürü Mehmet Atalay ile camiada körü körüne onu destekleyen bir takım insanların tutumudur.

İhtirasın diğer adı: Perviz Aran
Geçelim diğerine:
Perviz Aran TMKP Başkanı seçildikten 1.5 ay sonra muhalefet olağanüstü genel kurul için imza topladı. Yeterli sayıya ulaşıldı. Yapılması gereken, ilk toplantıda yönetimin istifa ederek genel kurul kararı almasıydı. Ancak böyle olmadı. Aralarında iki federasyon başkanı ile benim de bulunduğum 6 yöneticinin muhalefetine rağmen 8 üyenin oyuyla istifa edilmedi, imzalar da işleme konmadı. Bir sonraki toplantıda ise, genel kurulda çoğunluk sağlamak için Aran'ın isteğiyle 89 yeni üye, ciddi tüzük ihlali ve itirazlara karşın 5'e 7 oyla oyla kabul edildi. Genel kurul tarihi de Perviz Aran'ın keyfiyetine göre belirlendi. Genel kurul öncesi yapılan son yönetim toplantısıda ise Türkiye'nin en önemli spor adamlarından birinin yönetim kurulu üyeliği için yaptığı başvuru, muhalefetin yönetiminde olacağı için yine Perviz Aran ve ona biat eden aynı üyeler tarafından reddedildi.
Ben böyle bir "Tiran"lık görmedim. Burada üzüldüğüm, yüksek eğitim görmüş pek değerli yönetim kurulu üyelerinin Perviz Aran'a kayıtsız şartsız bağlılık göstermesi ve her kararını sorgulamadan onaylamasıydı.
Engelli sporunun başındaki ihtiras tramvayının raydan çıkacağı günler yakındır. Önemli olan camianın bunu en az hasarla atlatmasıdır.

27 Aralık 2007, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Umudun bittiği yerdeyim‘’

Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard, felsefe tarihinin en önemli eserlerinden biri olarak nitelendirilen "Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk" kitabında insanın varoluşunu, umutsuzluk duygusu üzerinden sorgular ve şu sonuca varır: "Umutsuzluk ölümcül hastalıktır, umutsuzluk günahtır ve umutsuzluk evrenseldir. Bu günah, bu ölümcül hastalık benlik ve ruhun tüm ilişkilerinin de çerçevesini oluşturur. Çünkü nasıl umutsuzluk benliğin hastalığıysa, ölümsüzlük de ruhun hastalığı; dolayısıyla umutsuzluğudur. O halde insan bu olumsuzluktan çıkmak zorundadır. Bu çıkış ise ancak sonluluktan sonsuzluğa geçişle gerçekleşebilir."
Kierkegaard'a göre, insanın sonluluktan sonsuzluğa geçişi umutsuzluk yoluyla gerçekleşir. Felsefeciler 150 yıl boyunca Kierkaegaard'ın bu tezini tartışıp durmuştur. Bir sonuca vardıklarını sanmıyorum. Çünkü tartışma hala sürüyor. Bu görüş doğruysa, yeryüzünde umutsuzluk sarmalında çırpınıp duran milyarlarca işsiz, aç, yoksul, geleceksiz insan sonsuzluğa ulaşmış olurdu! Sanırım Türkiye de, bu konuda en şanslı ülkeleden biri haline gelirdi!

Umutsuzluk gerçekten
ölümcül hastalık mı?

Sonucu her ne olursa olsun, umutsuzluk insana acı verir. Yaşama tutunmamızı engeller. En umutsuz hastaların dahi umut ederek hayata asıldıklarına sık sık şahit olmuşuzdur. Koşullar ne kadar kötü olursa olsun içimizde taşıdığımız en ufak bir umut kırıntısı bile bize güç ve enerji verir. Ancak söz konusu olumsuz koşulların üzerine her geçen gün bir yenisi ekleniyorsa, işte o zaman o umut kırıntısı da kalmaz; ki bu, umutsuzluk denen ölümcül hastalığın bedenimizi sarması anlamına gelmektedir. Hepimizin hayatında zaman zaman bu duyguya kapıldığı anlar olmuştur. Tarifsiz bir kederin içine düştüğümüz umutsuzluk halinden çıkmak, insan hayatının en zorlanımlı eylemlerinden birini gerektirir. Umudu kaybetmek ne kadar zorsa, yeniden bulmak da bir o kadar meşakkatlidir. Lakin umutsuzluk kaçınılmazdır. Bilhassa Türkiye gibi kutuplaşmaların, çalkantıların, kavgaların, kuralsızlığın, arsızlığın, adaletsizliğin, ilkelliğin, barbarlığın, çapsızlığın, katakullinin eksik olmadığı bir ülkenin vatandaşıysanız... Son olarak dünya çapında bir sanatçımızı çekip gitme noktasına getiren de, işte böylesi bir umutsuzluk halidir.

Bundan böyle olan biten
hiç bir şeye şaşırmıyorum

Ve umutsuzluk, hayatın her alanında pusu kurmuş bir eşkıya gibi bizi beklemektedir. Bir an gelir insan kendi geleceğinden umudunu keser, bir an gelir ülkesinin geleceğiyle ilgili umudunu yitirir. Her ikisi de insana yok olma hissini tattırır. Bu öylesine ızdırap veren bir süreçtir ki, yaşarken ölmeyle eş değerdir.
Ben, son bir kaç yıla kadar umut ile umutsuzluk arasında gelgitler yaşayanlardan biriydim. Fakat artık duruldum! Çünkü umudumu sonsuza kadar yitirdim. Bugün umudun bittiği noktadayım. O nedenle bizleri ilkelliğin girdabında boğan hiç bir politikacıya, politikaya, söyleme, eyleme, uygulamaya şaşırmıyorum. Toplumun yaşadağı olağandışı deformasyona da...
Benim şaşırdığım; bu değişimin, dönüşümün değirmenine su taşıyan aklı-ı selim insanların olan biten karşısında neden ağızlarının açık kaldığıdır. Ne umuyorlardı ki, ne buldular?!!

Almina Tude’yi ağlatan
insan müsveddeleri...

Neyse, sözü fazla uzatmadan bir kaç gün önce meydana gelen, ne anlatmak istediğime misal bir olayla yazıyı bağlayayım:
Sivassspor'un hocası Bülent Uygun'un 10 yaşındaki kızı Almina Tude, Ali Sami Yen Stadı tribününde maç seyrederken yanında sürekli babasına küfür edildiğinden yakındı ve çok üzüntü duyduğunu söyledi. Biz de küçük Almina'nın yaşadığı bu drama üzüldük. Bunu yapan insan müsveddelerini lanetledik. Peki, bu kaçıncı benzer vak'a? Yıllardır statlarda ne anamız, ne bacımız kalmadığını unuttuk mu? Fatih Terim'in kızı için tribünde küfür pankartı açılmış ve buna kayıtsız kalınılmış bir ülke burası. Aklın, sağduyunun, bilimin, çağdaşlığın bilinçli politikalarla yavaş yavaş hayatımızdan çıkarılıp, bu barbarlığa, rezilliğe yol açılmasına bunca zaman seyirci kalıp da, şimdi ağızlarından salyalar saçarak küfür edenlere şaşırmaya hakkımız var mı? Kırmızı ışıkta geçip de insan öldüren hayvanla, 10 yaşındaki kızın yanında babasına küfür eden zerzevat, çerçöp tipler arasında bir fark var mı?
Ve söyleyin lütfen, bizleri her geçen gün çağdaş uygarlık düzeyinin gerisine iten bu olan bitenler karşısında sizin hala umudunuz var mı?

20 Aralık 2007, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dürüstlük erdem midir?‘’

Dürüstlük erdem midir?
Evet erdemdir! Eğer bir toplum her alanda yozlaşmışsa, bütün değerleri erozyona uğramışsa; dürüstlük, saygı, sevgi, başkalarının hakkına riayet, hoşgörü gibi normal şartlarda insanda varolması gereken bütün davranış kalıpları erdem olabiliyor. O nedenle insan olmanın gereğini yerine getirenler, insanca yaşayanlar, çağdaş bir insan gibi davrananlar, ülkemizde kolaylıkla kutsanabiliyor. Son yıllarda ülkemizde bunun örnekleri o kadar çoğalmaya başladı ki; kaybettiğimiz değerlerimize ağıt yakar gibi normal bir davranış olan dürüstlüğü ödüllendiriyoruz, övgüler düzüyoruz.
Son olarak Galatasaray Cafe Crown’lu Cüneyt Erden, Sırp Hemofarm takımıyla geçen hafta oynanan ULEB Kupası maçında hakeme giderek topun kendisinden dışarı gittiğini söyledi ve topun rakibe verilmesine sağladı. Bunun üzerine Galatasaray Kulübü, resmi internet sitesinde Cüneyt Erden’e bir teşekkür yazısı yayınladı. Oysa Cüneyt Erden’in yaptığı, zaten yapılması gerekendi. Cüneyt Erden insanlığın gereği olan bir davranışı sergilemişti sadece... Çünkü çağdaş toplumlarda insanlar birbirine karşı zaten dürüst olmak zorundadır. Dürüst olmamak ayıplanır. Ve kimse, kimseye bana dürüst davranıyor diye hayranlık duymaz. Bir insan dürüst diye ödüllendirilmez.
Ama bizde hayat tersine tecelli ediyor. İşin ironik yanı ise; toplumsal ilişkilerimizde alabildiğine iki yüzlü davranırken, dürüst insanları baştacı edebilmemiz, sadece dürüst oldukları için onları kaldıramayacağı yüklerin altına sokmamız. Ve en acısı ve anlaşılamayanı da; onlara bu kadar hayranlık duyarken, onlara benzememek için elimizden geleni yapmamız!..

Gazanfer amca...
Hayat, insanın sonsuzluğu arama serüveninden başka bir şey değildir. Bütün ömrümümüz bu nafile çabayla geçer. Lakin ölümsüzlük iksiri masallardadır! Bir gün bir cenin olarak ana rahmine düşeriz; ama kısa, ama uzun bir hayat sürer ve bir ışık huzmesinin içinde kayboluruz. Dönüşü olmayan bir yoldur o yol.
Yorucu bir mücadeledir, ölümsüzlük arayışı... Ancak bu arayışın insanoğluna kazandırdığı bazı değerler de yok değildir. Sonsuzluğun mümkün olmadığının ayırdına varanlar, bunu kısmen gerçekleştirmenin yollarını ararlar. Ve bulurlar da: Yeryüzünde bir iz bırakmak kaydıyla...
Bilim adamları, sanatçılar, liderler sıra dışı yetenekleriyle tarihe çentik atarlar... Böyle bir şansı olmayanlar ise, sahip oldukları maddi-manevi zenginlikleri insanoğluna miras bırakarak, cisimlerini olmasa bile isimlerini ölümsüzleştirirler. Geride bıraktıkları, sonsuza kadar yaşamalarını sağlar. Türk güreşinin efsane şampiyonu Gazanfer Bilge de bunlardan biridir. Onun Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde yaptığı okulları, yurtları; okuttuğu öğrencileri daha önce sütunlarımızda, sayfalarımızda sizlere aktarmıştık. Karamürsel’in ‘Gazanfer amcası’, eğitim hamlesine bugün de devam ediyor. Kazandığı servetini bu uğurda harcamayı sürdürüyor. Lakin son zamanlarda sağlık sorunlarıyla da uğraşıyor Gazanfer amca... 80 küsür yıllık ömrü mücadelelerle ve zaferlerle geçen Gazanfer Bilge’nin, bunun da üstesinden geleceğine şüphem yok. Tabi, ona katacağımız moral değerlerin de katkısıyla... Bugün Gazanfer Bilge’nin her zamankinden çok manevi desteğe ve hatırlanmaya ihtiyacı var. Onu unutmayalım, onu yalnız bırakmayalım; hep yanında olalım. Çünkü bunu çok ama çok hakediyor. Gazanfer Bilge’ler bu ülkeye kırk yılda bir geliyor. Kıymetini bilelim.
Geçmiş olsun Gazanfer amca...

12 Aralık 2007, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Her şey sende gizli‘’

Diye başlamış, umudun şairi Can Yücel... Ve devam etmiş: Yerin seni çektiği kadar ağırsın/Kanatların çırpındığı kadar hafif/Sevdiklerin kadar iyisin/Nefret ettiklerin kadar kötü/Ne renk olursa olsun kaşın gözün/Karşındakinin gördüğüdür rengin/Sakın bitti sanma her şeyi/Sevdiğin kadar sevileceksin/Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın/Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın/Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak/Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın/Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü/Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin/İşte budur hayat!
* * *
Hiç kuşkusuz bu ülkenin en önemli futbol fenomenidir, Fatih Terim... Başarılarıyla, başarısızlığıyla, gerçekleştirdiği ilklerle, futbol felsefesiyle, cesaretiyle, vizyonuyla, hırsıyla, öfkesiyle, sevecenliğiyle, jestleriyle, mimikleriyle, mertliğiyle ve adamlığıyla başlı başına bir vak’adır Terim Hoca... Ona bazen kızarı, bazen severiz, bazen de korkuyla karışık bir saygı duyarız. Ona karşı hissettiğimiz duygularımızın kaynağı yine kendisidir. Ona ne zaman öfkelenmişsek, bilin ki, o bize öfkelendiği; ne zaman sevmişsek de, o bizi sevdiği içindir... Terim Hoca, verdiğinin karşılığını almaktadır. Bu ülkede Terim nefretiyle beslenen bazı muhteris spor gazetecileri konumuzun dışındadır. Terim kibiri ve gururu bir kenara bıraktığı, şefkatli yüzünü gösterdiği anda Türk insanı onu her zaman bağrına basmış, ona her zaman güvenmiştir. Terim’in çevresine yaydığı elektrik, genellikle başarı ve başarısızlığında etken olmuştur. Tıpkı Avrupa Şampiyonası elemeleri sürecinde ortaya çıkan iki farklı Terim fotoğrafı gibi... O iki fotoğraf ki, biri kazandırmış, diğeri kaybettirmiştir. Hem kendine, hem de Türk futboluna... Şükürler olsun ki, arzu ettiğimiz fotoğrafı sürecin sonunda verdi Terim Hoca...
Şimdi haziran ayında yeni bir sınav bekliyor bizi. Ve ben biliyorum ki, her şey Terim’de gizli; her şey Terim’e bağlı... Kupayı kazanmak da, hüsranla dönmek de... Yani Terim, Terim’e karşı! İsviçre’de hangi Terim olacağına kendisi karar verecek Fatih Hoca... Doğru seçimi yaptığı anda Milli Takımımız, Avrupa Şampiyonu apoletiyle Atatürk Havalimanı’na inecektir.
Aksi takdirde...

Size bir özür borçluyuz
Aslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizleri bu ayrıma itiyor. Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız. En azından şimdilik!
Sizleri anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki...
Neler hissettiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki? Sakın sizlere acığıdımı düşünmeyin. Sizleri bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece.
Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizleri yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim.
Bu bir günah çıkarma değil. Sekiz küsur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum.
Ve sizden özür diliyorum.
En azından kendi adıma...
(Bu yazı, Dünya Özürlüler Günü dolayısıyla 07.12.2005 tarihinde yayınlanmıştır. Aradan geçen iki yıllık zaman zarfında değişen hiç bir şey olmadığı için noktası virgülüne aynen yayınlıyorum. Sadece kullandığım fotoğraf farklı. Tabii nicelik olarak...)

05 Aralık 2007, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI