Arama

Popüler aramalar

‘’İki kutuplu dünya!‘’

Her konuda olduğu gibi futbol dünyamız da bize özgü. Hep bir Anadolu ihtilali bekler dururuz, ama olmaz. Bu sezonun devrim sembolü Sivas da teklemeye başladı. Meydan yine iki büyüğe kaldı. Beşiktaş'mı? Onlar bir şekilde kendi kendilerini durdurmayı başarıyor! Devre arasında gönderilenlerin ahı yetişti gibi!

Bir futbol liginin kalitesini belirleyen en önemli parametre, o ligin lokomotifi olan takımlarla diğerleri arasındaki farktır. Eğer bu fark açılmışsa, sonucu baştan belli bir lig oynanıyor demektir ki, bu da heyecanı ve rakabeti bitiren en önemli faktördür. Bizim ana ligimizde yıllardır yaşadığımız sorun da tam olarak budur. Şampiyonluk Üç Büyükler arasında gider gelir. Beşiktaş'ın son 13 yılda 1 şampiyonluğu olduğunu hesaba katarsak, aslında ligin, iki büyüğün kendilerini tatmin aracına dönüştüğünü kolaylıkla söyleyebiliriz.
Son "Anadolu Beyi" Trabzonspor'un 24 yıl önce devreden çıkmasının ardından, zaman zaman bazı takımlarımız İstanbul hegemonyasına son vermek için öne çıktılar. Mustafa Denizli'nin Kocaeli'si, Sakıp Özberk'in Gaziantep'i tam beklenen "Anadolu İhtilali" ni gerçekleştirmek üzereydiler ki, son haftalarda hedefi ıskaladılar. Bu sezon devrim için yola çıkan takımımız ise Bülent Uygun'un Sivas'ıydı.

İki büyüğün tahteravillisi
Ligin ilk yarısını lider kapayan Yiğidolar, son iki haftada tekleyince, beklentiler bir başka bahara kaldı. Sivas'ın teklemesi sadece alınan sonuçlarla alakalı değil. İki maçta oynadıkları kötü futbol, sezon sonunu getireceklerine dair umut kırıntılarını aldı götürdü.
Farklı Fener yenilgisiyle balansı bozulan Kırmızı-Beyazlılar, Gaziantep'te tarihi bir farktan kalecileri Akın sayesinde kurtulurken, her zaman en büyük dezavantajı olarak dile getirilen kadro zaafiyeti bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Bir diğer şampiyonluk adayı Beşiktaş'a gelince... Gerek iç çalkantıları, gerek yönetim hataları, gerekse futbolcu ve teknik adam sirkülasyonu ile Fenerbahçe ve Galatasaray'ın bir hayli gerisine düşen Siyah-Beyazlı ekip, her sezon bir şekilde kendi kendisini durdurmayı başarıyor! Kayseri karşısında sıradan bir takım görüntüsü veren Kartal'a devre arasında harcanan futbolcularının ahı yetişti gibi!
Öyle görünüyor ki, lig yine iki büyüğün tahteravallisine dönüştü. Birinden biri en tepede bitirecek. Yani değişen bir şey yok!

12 Şubat 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Saracoğlu büyüsü!‘’

Şükrü Saracoğlu’nun öyle bir atmosferi var ki, ölüyü bile diriltir!.. Tam bir futbol mabeti... Hani, insanın şortu, formayı giyip sahaya atlayası geliyor. Böyle bir statta hiçbir futbolcunun kötü oynamaya hakkı yok diye düşünüyorum. Fenerbahçe, bu tesisiyle Türk futbolunun önünü açmıştır. Türkiye, Aziz Yıldırım’a teşekkür borçludur.
Şu bir gerçek: Türkiye’de Fenerbahçe ve Galatasaray’la diğer takımlar arasında iyi bir kalite ve kalibre farkı var. Mütevazi kadrosuna rağmen, gerek oynadığı futbol gerekse aldığı şaşırtıcı sonuçlarla evsahibi ekiplerin korkulu rüyası olan Oftaşspor, Fenerbahçe’nin maçın belli periyotlarında yükselttiği tempoya dayanamadı ve havlu attı. Bunda hiç kuşkusuz; başta Aurelio ve Maldonado olmak üzere, Fenerbahçe orta sahasının uyguladığı presiyle yüksek yüzdeli paslaşmaların da etkisi vardı. Son haftaların formda ismi Selçuk Şahin’in hastalığı nedeniyle kendine ilk 11’de yer bulan Maldonado, gösterişsiz futboluna karşın, yere sağlam basan, iyi pozisyon alan, vücudunu iyi kullanan, kazandığı topları da en efektif biçimde servis yapan bir futbolcu. Fenerbahçe’ye faydalı olacağı kesin. Ancak, bir önceki gün Galatasaraylı Mehmet Topal’ı izledikten sonra, önlibero almak için, taaa... Şililer’e gitmeye ne gerek var diye insanın aklından geçmiyor da değil... Ufak bir taramayla pekala ülkemimizde de bulunabilir.
Fenerbahçe’de dün gece kötü oynayan futbolcu yok gibiydi. Kadro hassasiyetine rağmen Oftaş karşısında takım savunmasını iyi yaptılar. Diri bir takım olan Ankara ekibine tek fazla pozisyon vermediler. Attıklarından fazlasını da kaçırdırlar. İkinci yarıdaki gerginlikse artık sahalarımızdaki alışık olduğumuz vaka-i âdiyeden görüntüler.

11 Şubat 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kral çıplak mı?‘’

Hani, elim varmıyor bunları yazmaya ama... Mızrak çuvala sığmıyor ki artık. Tamam, yaşayan bir efsanesin. Türk futboluna, Galatasaray’a olağanüstü hizmetlerin oldu. Hakkını teslim etmemek nankörlüğün dikalasıdır. O nedenle, Hakan Şükür’ün hakkı Hakan Şükür’e! Sadece hakkını vermedik sana... Sevgimizi de verdik. Gönüllerimizin en müstesna yerinde sana yer açtık. Başımızın tacı yaptık. Ufak tefek kusurlarını görmezden geldik. Seni eksiğinle, ziyadenle sevdik, saydık. Kimimiz oğlu gibi gördü seni, kimimiz ağabeyi, kimimiz de kardeşi... Sen hayatımıza öylesine sızdın ki, içimize işledin. Senin sevinçlerinle gönendik, üzüntülerinle kahrolduk. Seninle ağladık, seninle güldük. Başarılarınla coştuk, gururlandık.

Yoksa hep bu muydun da biz mi farkında değildik
Lakin sana bir haller oldu son zamanlarda. Belki o haller daha önce de vardı sende; farkında değildik! Bilirsin, aşkın gözü kördür! Florya’da krallık kurduğun söylendi. Adın hep gruplaşmalarla anılır oldu. Gollerinden, futbolculuğundan çok, dinsel motifli bir oluşumun temsilcisi olduğun ve bu oluşum için genç futbolcuları devşirdiğin gündeme geldi sürekli. Geldi gelmesine de, sen de hiç bir zaman inkâr etmedin ki! Hep dedikodulara çanak tuttun! Bilemeyiz. Günahı boynuna! Konumuz da bu değil zaten.
Hep ağabeylik yapmakla övündün durdun. Bu yönüne sürekli vurgu yaptın. Kardeşlerini hep kucakladığını, onlara yardımcı olduğunu dile getirdin. Bunlar yazıldı, çizildi. Takdir topladın! Gelgelelim, fiili durum böyle mi acaba? Son derbi bizlere bu konuda az da olsa ipucu verdi, sanırım. Maçın bitimine yarım saat varken kenardan kalkan tabelada numaranı görünce, yüzün ekşidi. Başını bir o yana bir bu yana salladın. Haklıydın. Bu değişiklik bir çok futbol otoritesinin yanısıra bana göre de hataydı. Ama ondan sonrası... Kulübeye bakmadan soyunma odasının yolunu tuttun. Sahada mücadele veren gencecik adamları, kulübede oturan 17-18 yaşındaki çocukları ezeli rakibin karşısında yapayalnız bıraktın. Hani nerde kaldı, ağabeylik, liderlik? Galatasaray Kaptanı böyle mi olmalı? Bir kapristir, bir küskünlüktür, bir kırgınlıktır gidiyor. Hocana, yönetime, arkadaşlarına tavır üstüne tavır alıyorsun. Senin suyundan gitmeyeni dışlıyor, sana biat edeni himaye ediyorsun.

Seni sen yapan üstündeki o kutsal formadır...
Seni, 1992’de çiçeği burnunda Galatasaraylı iken gözünü kırpmadan ideal kadroya alan, kaçırdığın gollerle saç baş yoldururken sana arka çıkan, senin kendini geliştirmende büyük emeği geçen Feldkamp’a şimdi cephe alabiliyorsun. 75 yaşındaki adamı sana doğru koşarken elinle iterek, gol sevincine ortak etmeyebiliyorsun. Ne diyelim, helal olsun! Bu da bir tıynettir! Ama biliyor musun ki, bu davranışlarınla Galatasaray’a ne kadar zarar veriyorsun? Seni sevenlere karşı ne kadar antipatik olduğunun farkında mısın? Eminim, değilsin! Sevgili Kral! Hep cepten yiyorsun. Sevgimizi yiyip bitiriyorsun. Galiba sadece kendine kralsın! Kendini merkeze koyuyorsun, Galatasaray’ın senin etrafında döndüğünü sanıyorsun. Yanılıyorsun. Unutma ki, Hakan Şükür’ü Hakan Şükür yapan o üzerindeki kutsal formadır. Seni sevenler de o formanın içinde olduğun için sevdiler. O sevgiye layık ol. Lütfen...

08 Şubat 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kurda kuşa yem olan şampiyon: Saygıner‘’

Bilardoyla ilk tanıştığımda 16’lı yaşlarda bir yeni yetmeydim. O dönemde bazı semt kahvelerinde ve merkezi yerlerdeki özel salonlarda bilardo masaları bulunurdu. Benim yetiştiğim Rami semtinde de sadece Tantana Kahvesi’nde bilardo masası vardı. Rock kültürüyle, devrinin çok ötesindeki mizah anlayışıyla, sportif faaliyetleriyle, bilardo, briç, bezik gibi zeka oyunlarıyla, tipik bir semt kahvesinden çok daha fazla şeyler ifade eden, dahası bir kültür yuvası alan Tantana’da elime ıstaka aldığımda nasıl bir büyülü dünyaya adım attığımı bilemiyordum. Bütün semtin “Reis” diye hitap ettiği, başta ben olmak üzere herkesin hayatında müstesna bir yere sahip olan Tantana Mustafa, bize sabırla bilardo dersleri verdiğinde, aslında hayatı öğrettiğinin farkında değildik elbette.
Bilardo sporu da fena
halde hayata benzer

Bilardonun insanı nasıl eğittiğini, ehlileştirdiğini, insanın stratejik zekasını nasıl geliştirdiğini, kötü alışkanlıklardan nasıl kurtardığını, rakibe saygıyı, tevazuuyu öğrettiğini kavramamız pek de uzun sürmedi. Zira, kısa zamanda ben ve benim jenerasoynumda bir tutku halini alan bilardo, kazanırken de, kaybederken de hilenin-hurdanın, şansın yerinin olmadığı ender oyunlardan biriydi. İyiysen kazanırsın, değilsen kaybedersin.
Reis, Tantana’yı kapattığında bilardodan uzaklaştık. Tabii hayattan da... Herbirimiz bir yana savrulduk. Kimi hayatla başedebildi, kimi havlu attı. Tantana, hepimizin içinde ağrısı yıllarca dinmeyecek ince bir sızı olarak kaldı.
Bilardoyu kahvelerden
kurtaran adam: Semih
Bilardonun hayatıma ikinci kez girmesi Semih Saygıner’le oldu. Ama bu kez bir fark vardı. Bilardonun tipik bir kahvehane oyunu değil, bir spor olduğunu öğretmişti Semih Saygıner. Yalnız bana değil, tüm Türkiye’ye... Saygıner, benim hayatıma ikinci kez farklı bir formatta giren bilardoyu, 80 sonrası kuşağına da, zevkli, keyifli, felsefi boyutu da olan elit bir spor olarak sunmuş ve sevdirmişti. Tırnaklarıyla kazıya kazıya dünya bilardosunun zirvesine çıkan, Türkiye’den de bilardocu çıkabileceğini tüm dünyaya kanıtlayan, başarılarıyla, kendine özgü sihirli vuruşlarıyla, sportmenliğiyle Türk gençliğinin gönlünde taht kuran, ülkemizde bilardo sporununun ve sporcu sayısının patlamasına ön ayak olan Semih Saygıner, adını spor tarihimize altın harflerle yazdıran bir fenomendir. Saygıner, bilardo sporunun ülkemizde lokomotifi, dünyada da herkesin gıptayla baktığı sihirbazıdır.
Istakasını duvara astı
kılımız kıpırdamadı

İşte bu Semih Saygıner, geçtiğimiz hafta ıstakasını duvara astığını, spor hayatını dondurduğunu açıkladı. Çünkü duvara tosladı! Üç yıldır sırf seçimde muhalif oldu diye kendisine kan kusturan Uğur Kurugollü Federasyonu’nu kimseye anlatamadı. Düzmece raporlarla Semih’e ceza aldıran, uluslararası federasyon tarafından Dünya Şampiyonası’na davet edildiği halde onu milli kafileye almayan, harcırah çıkarmayan, dahası ismini akredite etmeyerek kendi imkanlarıyla bile şampiyonaya gitmesine engel olan federasyon, son olarak milli bilardocuya bir kez daha ceza kuruluna vermek suretiyle yaka silktirerek, bir büyük sporcunun bilardodan elini ayağını çekmesine neden oldu.
Türkiye’de bilardo demek
Semih Saygıner demektir

Kendi memleketi Sivas’ta kurdurduğu naylon kulüplerle, naylon delgelerle başkan olan, basına yansıyan icraatları sonucu eski Bakan Şahin’in emriyle Teftiş Kurulu tarafından denetlenen ve 120 sayfalık bir raporla suçlu bulunan, ancak raporun GSGM’de sümen altı edilmesi ve göreve gelen yeni Bakan Başeskioğlu’nun konuya hakim olmaması fırsat bilinerek, ceza kurulu tarafından alelacele aklanan bir kifayetsiz muhteris, Semih Saygıner’i bitirmeyi başarıyor. Yalnız Semih değil, Tayfun Taşdemir, Naci Çoklu, Murat Tüzül, Yılmaz Özcan gibi dünya çapında bilardocuların da defterini dürüyor. Ve Türkiye bu ayıbı seyrediyor. Teşkilata artık sözümüz yok! Çünkü belli ki, hemşehrisi bir milletvekiliyle meclis koridorlarında fink atarak siyasilerin desteğini arayan Uğur Kurugöllü’nün arkasında onlar da var. Peki, bu ülkenin spor bakanı, spor medyası, spor kamuoyu yok mu?
Yıllarca verilen bin bir emek, zahmet, çileyle yetişen değerlerimizi bu kadar kolay mı harcatmalıyız. Kaç tane daha Semih Saygınerimiz var ki, çağdışı bir zihniyetin onu yerle yeksan etmesine göz yumuyoruz? Yazık, günah değil mi?
Ey kamuoyu vicdanı, size basit bir denklemden söz edeceğim: Türkiye’de bilardo demek, Semih Saygıner demektir. Semih Saygıner demek de, Türkiye demektir. Bunun daha ötesi yok. Semih Saygıner’i kurda kuşa yem etmeyin!

31 Ocak 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Florya yeniçeri ocağı!‘’

Aslında olay, futbolcuya dayalı düzeni değiştirmek isteyen Polat-Üstünel-Sezgin-Kalli dörtlüsü ile Florya'nın gerçek hakimi gibi davranan Şükür ve ekibinin ölümcül çatışmasıdır. "Büyük Abi" nin, giden 25 futbolcuya ses çıkarmayıp Sabri'nin gönderilmesine isyan etmesi boşuna değil.

Eğer bir takımda işlerin yolunda gidip gitmediğini anlamak istiyorsanız, gol sevinçlerine bakacaksınız. Gol, futbolun yalnız meyvesi değil, aynı zamanda golü atan takımın aynasıdır da. Kırılan kolun yenin içinden çıkmasıdır, gol sevinçleri. Teknik heyetle veya yönetimle futbolcular arasında uyum sorunu yaşanıp yaşanmadığının şifresi bu sevinçlerde yatar. Dikkatli bir göz, futbolcuların verdiği mesajı gayet iyi algılar. Ülkemizde gol sevinciyle mesaj veren futbolcu ekolünün en önde gelen temsilcisi Hakan Şükür'dür. Bunca kariyerine, başarılarına karşın her dönemde "problem çocuk" olmayı alışkanlık haline getiren Şükür, küskünlüğünü, kızgınlığını gol sevinçleriyle ifade eder. Gerekli yerlere bu şekilde gerekli mesajı gönderir. Alan alır, almayan ise er geç onun gazabına uğrar! Bknz. Fatih Terim!

Terim'in bile gücü yetmedi
Yıllardır Florya'da futbolcuya dayalı bir düzen vardır. Bülent Korkmaz-Arif Erdem-Hakan Şükür üçlüsüyle bu düzen tavan yapmıştır. Galatasaray'ın UEFA ve Süper Kupa şampiyonluğunun devamını getirememesinin altında yatan temel etken de budur aslında. Bu hegemonyayı yıkmaya Terim'in bile gücü yetmemiştir. Son yıllarda kurumsallaşma ve sportif başarı bakımından Fenerbahçe'nin gerisinde kalan Galatasaray'ın bugünkü yönetimi, hastalığı teşhis etmiştir. Görev, her ne kadar arkalarında durulmasa da Adnan Polat-Haldun Üstünel-Adnan Sezgin üçlüsüne verilmiştir. Neşter de Kalli'ye... Amaç, yeniden yapılanma ve kulübü modernize etmektir. Bunun için sezon başından beri 25 futbolcu gönderildi. 26.'sı ise Sabri oldu. Bundan önce gidenlere göz yuman son "Büyük Abi", tam da bu noktada ortaya çıktı ve direnç gösterdi. Bu, manidardır! Çünkü Sabri, "Küçük Kardeş"tir! Yani ekipten! Bu nedenle ligde 4.5 ay sonra gol atan Şükür'ün, sevincini Kalli'yi eliyle iterek kulübedeki gençlerle paylaşması boşuna değildir. Mesaj açıktır: Florya'nın patronu benim, gençler benden sorulur! Galatasaray yol ayrımındadır. Ya olacak, ya da...

29 Ocak 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şark yıldızı...‘’

Orhan Çelik...
O da hayata 1-0 yenik başlayanlardandı. Elazığ'da yoksul bir ailenin 4 çocuğundan biriydi. Bir apartmanın izbe bir bodrum katında hiç kimsenin farketmediği varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Günde iki kez kurabildikleri sofralarında bir tas çorbaya altı kişi kaşık sallıyordu. Hayat zordu, yaşamak oldukça meşakkatliydi hepsi için. Ama ailenin en büyük çocuğu Orhan Çelik'in pes etmeye niyeti yoktu. Umudunu hiç bir zaman kaybetmemişti. Okuyacaktı, büyüyecekti ve iş güç sahibi olacaktı. Hem kendini hem de ailesini bu perişanlıktan kurtaracaktı.

Var gücüyle hayata asılıyordu ki, ikinci büyük darbeyi yiyiverdi. 2000 yılında, henüz daha 8 yaşındayken evin temel direği babasını kaybediverdi ansızın. Bu, o ve kardeşleri için tam bir yıkım olmuştu. Kahve telvesi gibi koyu, karanlık yıllar onları bekliyordu. Annesi ve üç kadeşiyle birlikte kah akrabaların, kah komşuların yardımıyla yoksulluğa direnç gösteriyorlardı. Hiç bir gelirleri ve sosyal güvenceleri yoktu. İşte tam da o zamanlara denk geldi küçük Orhan'ın atletizmle tanışması. Onun yeteneğini keşfeden öğretmeni elinden tuttu, atlet olmasını sağladı. Kısa zamanda arkadaşları arasında sivriliverdi. Katıldığı okullararası yarışmalarda finişi hep en önde geçerdi. Atletizm yeni bir umut olmuştu onun için. Hayalleri artık bir büyük atlet olarak ülkesine madalyalar kazandırmak üzerineydi. Bu şekilde 14'üne kadar geldi Orhan. Kendini her geçen gün biraz daha geliştiriyordu. Adım adım zirveye tırmanıyordu. Parlak bir gelecek önünde simli bir atlas gibi uzanıyordu. Biliyordu ki, atletizm o ve ailesi için tek kurtuluş yoluydu. Ve o nedenle koşuyor, koşuyor, koşuyordu.

Bingöl karayoluna savrulan hayaller
Takvim yaprakları 09.07.2006'yı gösteriyordu. Ağrı'da Doğu'nun Yıldızları Pist Yarışları düzenlenmişti. Orhan da kulübü Elazığ İhtisas ile birlikte o yarışa gitti. 200 metrede piste çıktı ve yarışı birincilikle bitirdi. Bir yarıştan daha zaferle çıkmanın gururunu yaşıyordu. Evine dönünce annesi ve kardeşlerine rakiplerini nasıl geçtiğini anlatacaktı. Yarışlar bitti ve kafile bir minibüsle yola koyuldu. Araçta hüzün ve neşe bir aradaydı. Kazananların sevinciyle kaybedenlerin hüznü birbirine karışmıştı.

Bu şekilde Bingöl-Karlıova yolu üzerinde Derinçay köyü mevkiine gelmişlerdi ki, birden şöför direksiyon hakimiyetini kaybetti. Minibüs şarampole yuvarlandı. Herkes bir tarafa savruldu. Kazanın bilançosu ağırdı. Şöför ölmüş, 17 sporcu da yaralanmıştı. Çoğu hafif yaralıydı. İçlerinden üçünün durumu ise ağırdı. Bunlardan biri de Orhan Çelik'di. Derhal hastaneye kaldırıldılar. Diğer iki sporcu hayati tehlikeyi kısa sürede atlattı. Orhan'ın ise durumunda bir ilerleme olmadı. Üç gün yoğun bakımda kaldı. Narin bedeni çektiği acılara daha fazla direnemedi ve 12.07.2006 gününün öğle vaktinde hayata gözlerini yumdu. Karanlıkta kayan bir yıldız gibi sonsuz boşluğa düşüverdi Orhan'cık... Acıyla, yoklukla, mücadeleyle geçen kısacık ömrü trajik bir şekilde sona ermiş ve geride perişan vaziyette bir anne ile üç kardeşi bırakmıştı.

Orhan Çelik'in annesi ve kardeşleri bugün de yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlar. Ne bir gelirleri var, ne de herhangi bir güvenceleri...

İstedim ki; bugünlerde bir takım atletlerin kepazelikleriyle gündeme gelen atletizmin bir de bu görmediğimiz, bilmediğimiz arka yüzüne ışık tutayım. Türk atletizminin sadece Süreyyalar, Binnazlar vs.'den ibaret olmadığını anlatmaya çalışayım. Büyük bir vefa örneği gösteren ve Orhan Çelik'in ailesine sahip çıkarak bir yardım kampanyası başlatan, havuza ilk olarak da karınca kararınca kendileri su dolduran Atletizm Federasyonu'nun örnek davranışını gündeme getireyim. Ve sizleri de bu kampanyaya destek olmaya çağırayım.

Bir insan bir dünyadır. Bir insan yarat, bir dünya kur. Orada, Elazığ'da sizlerin desteğine, yardımına muhtaç üç küçük kardeş ve yüreği yaralı bir ana var. Onlara el atın, yeni dünyalar kurun.

Dünyalar da sizin olsun...

NOT: Aileye yardım etmek isteyenler şu hesaba para yatırabilir: Türkiye Vaıkflar Bankası GSGM Büro Hesabı Şube Kodu: 484

Hesap No: 001587286179894


İsmail Arslan...
Bu portre de atletizmden... 100 metreci. Milli sporcu. Adı, geçtiğimiz ay Yunanistan'ın başkenti Atina'da yapılan Balkan Salon Atletizm Şampiyonası öncesi yaşanan alkol skandalıyla gündeme geldi. Havalimanında ortadan kaybolan iki sporcudan biriydi. Sonradan öğreniyoruz ki, kaybolan sporcu sayısı üçmüş! Ancak içlerinden sadece biri alköllü gelmiş, kafilenin bulunduğu otele. Biz İsmail Arslan'ın da alkollü olduğunu yazmıştık. Yanılmışız! Çünkü, Ceza Kurulu'na sevkedilen sporcular arasında adı yok! Kafile başkanı zaten hiç bir şey görmemiş! Ceza Kurulu'na sevkedilen Metin Durmuşoğlu için de kafiledeki bir başka yöneticinin raporu üzerine işlem yapılmış. Bu durumda bize de İsmail Arslan'dan bir özür dilemek düşer! Her ne kadar sicili oldukça kabarık olsa da...

25 Ocak 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Baba şefkati!‘’

Baba figürü, hepimizin hayatında çok önemli bir yer tutar. Bizim kültürümüzde babalar genellikle çocuklarına karşı mesafeli olurlar. Duygularını pek açığa vurmazlar. İçin için severler! O nedenledir ki, onlara karşı korkuyla karışık bir saygı duyarız. Onları ulaşılmaz görürüz. Fethedilmesi gereken bir zirve gibidirler. Neredeyse tüm davranışlarımız onların beğenisini, takdirini kazanmak üzerinedir. Başarmak isteriz, ki bizimle gurur duysunlar, bizi şefkatle kucaklasınlar. Lakin, babalar çoğunlukla beklentilerimizi karşılamaktan uzak dururlar. Başkalarının yanında bizimle ne kadar gurur duyduklarını anlatırlar, ama bize bu gururu yaşatmaktan imtina ederler. Gerekçeleri basittir: Şımarmasın!
Globalleşen dünyanın batı kültürünü toplumsal ilişkilerimize empoze etmesi sonucu yeni jenerasyon babalarıyla daha sıcak ilişki kurabiliyor. Ancak ne var ki, bundan önceki nesiller onlar kadar şanslı olamadı. Baba şefkati göremeden ömür tüketenler oldu. Üstelik aynı davranışı kendi çocuklarına da uygulayarak...

Alt yapılar dayakçı zalim antrenörlerden geçilmiyor
Güzel olan her şey gibi “baba şefkati” de süistimale açıktır. Ve sık sık bunun örnekleriyle karşılaşırız. Babacan gibi yaklaşıp da, karşısındaki insanı istismar edenlerin haberleriyle doludur, gazetelerin üçüncü sayfaları. Bu türden istismarın değişik versiyonları da vardır elbette. Eline düşen biçarelere sözlü veya fiziki şiddet uygulayıp da, yediği haltı “baba şefkati” kisvesine büründürenler de çıkabiliyor. Tıpkı Tekirdağ’da rakibine yenildiği gerekçesiyle 17 yaşındaki kız güreşçiyi tokatlayan antrenör gibi... Bu olay aslında buzdağının görünen yüzü. Sporcusunu herkesin içinde tokatlayacak kadar pervasız, çirkin davranışını “baba şefkati”yle izah edecek kadar da arsız olan bir adamın, gözlerden uzak kuytu yerlerde neler yapabileceğini varın siz hesaplayın. Hadi bu adamın tıyneti böyle, diyelim. Ona değil antrenörlük yaptırmak, sporcunun yanına bile yaklaştırmaması gereken kulübünün de aynı şekilde bu sözde antrenörü savunması nasıl izah edilebilir? Güreş Federasyonu Başkanı Osman Aşkın Bak, ceza kurulundan filan söz etti. Bana göre yetmez. Bu adamın antrenörlük lisansı iptal edilmelidir. Ki, onun gibilere akıllarını başlarına toplamaları gerektiği mesajı verilsin. Zira, “baba şefkati” maskesiyle altyapılarda cirit atan öyle zalimler duyuyoruz ki, bu sözde antrenöre rahmet okutacak cinsten...

Yüreğimize düşen kor ateş...
Bir gün evden çıkıyorsunuz. Hava günlük-güneşlik. Yaşama sevincinizi artıracak kadar güzel bir gün. İşinize gidiyorsunuz. Kafanızda, gelecek planları. Sevdiklerinizle birlikte daha mutlu, daha müreffeh bir hayat tahayyül ediyorsunuz. Dalgınsınız. Birden karşıya geçmek için yola atlıyorsunuz. Ve süratle gelen bir arabanın altında kalıyorsunuz. Ve ölüyorsunuz.
Hayat bu kadar basit midir? Ölüm bu kadar ucuz ve yakın mı olmalı insana? Azrail’in nefesi bu kadar mı ensemizde soluyor? Yaşanan onca yıl, harcanan onca emek, onca sevgi, onca şefkat, onca umut, onca sevenler... Kağıttan kale gibi bir fiske de yıkılmalı mıdır hepsi? Sahip olunan herşeyi geride bırakıp aniden geçip gitmek bu kadar kolay mıdır? Nasıl anlatmalı, nasıl izah etmeli bu zamansız ölümleri? Neden güzel olan herşeyin ömrü gibi kısadır, güzel insanların ömürleri de? Yoksa ömür dediğimiz cevabı olmayan sorular bütünü müdür? Albert Camus haklı mı acaba? Hayat gerçekten boş ve anlamsız mıdır? Bilinmez. Ama bildiğimiz bir gerçek var ki, eğer hayat gerçekten anlamsızsa, kaybettiklerimizin yarattığı boşluktur, hayatı anlamsız kılan...
Tıpkı, bu ülkenin güzel insanı, değeri, beyzadesi, dünya efendisi, akil adamı Cüneyt E.Koryürek’in hayatımızda bıraktığı o derin boşluk gibi... O boşluk ki, ruhumuzda açılan bir kara delik adeta... Hayatımıza mana katan herşeyi içine çekip yok edecek bir kara delik.
Türk sporunun başı sağolsun. Nur içinde yat Cüneyt Abi...

23 Ocak 2008, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yerli malı!‘’

Bir hafta içinde ne değişti, anlaşılır gibi değil. Hangisi gerçek Galatasaray? Rize ekibi, dünkü mü? Bilinmez. Ancak çok iyi bilinen bir gerçek var ki, Galatasaray beklenen istikrarı bir türlü sağlayamıyor. Sarı-Kırmızılı takımın şampiyonluk yarışında en büyük dezavantajı da bu sanırım.
Tabii bunda, yabancılarından üst düzey verim alamaması da önemli bir etken. Dün gece 6 yabancı oyuncusundan sadece bir tanesi sahadaydı! Bu da ayrıca sorgulanması gereken bir durum tabi...
Galatasaray’ın, farklı Rize galibiyetinin de etkisiyle uzun zaman sonra, Ali Sami Yen’i tıka basa dolduran seyircisinin önünde, kısır bir futbol sergilemesinde en büyük faktör, orta alanın iyi top kullanamamasaydı. Lincoln’ün yokluğunda oyun kurucu olarak görev alan Arda’nın, ayağında top çok ezmesi, oyunu süratlandirememesi, her maçta rekor sayıda gol pozisyonu bulan Sarı-Kırmızılar’ı dün gece frenleyen önemli bir unsurdu. Buna, kanatların verimli çalışmaması, Barış ve Volkan’ın kötü futbolu, duran topların yine faciaya dönüşmeyisle, Galatasaray’ın atacağı gol ya da goller, rakip savunmanın yapacağı hatalara veya Hakan Şükür ve Nonda’nın kişisel becerilerine kalmıştı.
Nitekim gol de o şekilde geldi.
Galatasaray’da dün gecenin en iyi ismi, yine Servet. Şu anda sadece Türkiye’nin değil, belki de Avrupa’nın bile en formda stoperi olan Servet, duran Galatasaray’ın çalışan tek dişlisiydi.
Tecrübeli futbolcuya ayak uyduran bir de Nonda vardı.
Bursaspor ise, son haftaların en etkili futbolunu oynadı. Ancak, buldukları pozisyonları değerlendiremeyince Yeşil-Beyazlı takım, iyi futbolunun karşılığını alamadı. Her iki takım oyuncularının, maç boyunca birbirlerine karşı yaptıkları sert fauller, iyi niyetli olmamalarından kaynaklanan bir durumdu. Doğrusu bu çirkinlik, iki takım futbolcularına yakışmadı.

21 Ocak 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI