‘’Yapı değil altyapı!‘’
Bu sezon nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, akıllarda 'YAPI' şeklinde kamuoyuna lanse edilen iksir slogan kalacak. Merkez ve sosyal medya trolleri kullanılarak dezenformasyon ve manipülasyon yoluyla rakibi yıpratmak, hakemleri baskı altına almak, rakibinin oynayacağı takımları motive etmek için başvurulan bir yöntem bu. Bir Ortadoğu kültürü! Galatasaray'a atfedilen ancak içi bir türlü doldurulamayan bu hayali mekanizmayla aslında Sarı-Kırmızılı futbolcuların ve teknik heyetinin alın terine ve emeklerine de saygısızlık yapılıyor bir bakıma.
Yunus'un futboluna saygı lütfen
Örneğin; Galatasaray altyapısının ürünü Yunus Akgün'ün sezonun yıldızı olmaya aday müthiş performansını nasıl uyduruk bir yapı söylemiyle çöpe atabilirsiniz ki? Genç futbolcunun her maçta tam oyunun tıkandığı anlarda sorumluluk almasını, olağanüstü golleri, asistleri ve kilit paslarıyla rakibin gardını düşürmesini nasıl saha dışı organizasyonlara bağlayabilirsiniz ki? Akıl ve izan sınırlarını aşan bir körlük içindeyseniz ancak bunu yapabilirsiniz.
Galatasaray altyapısından yetişip de Arda Turan'dan sonra en heyecan verici bir hikâyenin kahramanı olmaya doğru hızla ilerliyor Yunus Akgün. Her hafta üzerine koyarak gidiyor. Messivari bir futbol resitali sergiliyor. Attığı ve attırdığı goller, takımını rakip ceza alanına taşıması aynı anda iki üç rakibini birden oyundan düşürmesi, topu saklaması Arjantinli süperstardan esintiler taşıyor.
Messivari bir resital sunuyor
Dün de Kayseri'de sahne aldı genç oyuncu. İlk yarı Kayserispor karşısında etkisiz bir futbol sergileyen, bir türlü kendi klasiğini sahaya yansıtamayan, pas bağlantılarını sağlayamayan, özellikle orta sahada çok top kaybeden, ikili mücadelelerde başarılı olamayan, rakip ceza sahasına çok az gidebilen ve kalesinde tehlikeler yaşayan Galatasaray, soyunma odasına 2-1 önde gittiyse bunu 29. dakikada sazı eline alan ve takımını gol pozisyonuna sokan Yunus Akgün'e borçludur. İkinci yarının başında da bocalayan takımını 51. dakikada attığı harika golle rahatlatan ve Kayserispor'un gardını düşüren de Cim Bom'un genç yıldızıydı. Kalan dakikalar Galatasaray için artık çok daha kolay geçti ve başrolde yine Yunus Akgün vardı. Oynadı oynattı, attı attırdı. Osimhen'e ve Barış Alper'e yaptığı asistleri bu sezon çok seyredeceğiz. Geçen hafta da benzer bir golü Mertens'e attırmıştı.
Osimhen ve Davinson klasiği
Bir galibiyeti tamamen bir futbolcunun performansına bağlamak elbette doğru bir yaklaşım değildir. Futbol bir takım oyunudur. Maçı farklı kazanan da Galatasaray takımıdır. Ancak bunda Yunus'un payının çok büyük olduğunu belirtmezsek genç futbolcuya haksızlık etmiş oluruz. Onun yanı sıra Osimhen'in ve Davinson'un performansı, bu maçta çok top ezmesine rağmen Barış Alper'in bitiriciliği, oyuna iyi başlamamasına karşın ilerleyen dakikalarda kendini bulan Abdülkerim'in yerinde müdahaleleri ve Muslera'nın kritik kurtarışları da Sarı-Kırmızılı takımı farka taşıyan etkenlerdi.
Penaltı kararı çok ağırdı
Hakkında hafta içi çok spekülasyon yapılan genç hakem Mehmet Türkmen maçın genelinde başarılı bir yönetim sergiledi. Bana göre iki büyük hatası vardı. Galatasaray lehine verdiği penaltı kararı çok ağırdı. Devam dese kimsenin itirazı olmazdı. Maçın ilk yarısında Mertens'e yapılan ve yüzde yüz sarı kartı gerektiren, belki de kırmızı bile olabilecek pozisyonda faule düdük çalmadı. Ancak, maç öncesi bu kadar baskı altına alınan genç bir hakemin yaptığı bu hataları da yadırgamamak gerekiyor. Türkiye'de kulüp yöneticilerinin yaptığı hataların yanında böylesine ümit vaat eden genç hakemlerin hataları devede kulak kalır!
‘’İyiler yine kazandı!‘’
Bu sezonun sloganı belli oldu: İyiler Sonunda Mutlaka Kazanır.
Galatasaray Kulübü, bundan birkaç hafta önce haksızlığa uğradığını düşündüğü bir maç sonrası sezonu bu dört kelime ile ifade etmişti. Dün geceki Trabzonspor maçının da özetiydi aslında bu slogan.
Galatasaray gerçekten daha iyi olan taraftı. Daha iyi diyorum, çünkü Trabzonspor da kendi adına sezonun en iyi performanslarından birini sergilemişti. Her ne kadar bir derbi müsabakası olsa da Bordo-Mavili takımın bu sezonki performansı göz önüne alındığında Galatasaray adına kolay geçeceği düşünülen bir karşılaşmaydı.
Trabzon sahaya karakter koydu
Gelgelelim, Karadeniz ekibi büyüklüğüne yakışır bir karakter koydu sahaya ve oyunun belli bölümlerinde rakibine çok zor anlar yaşattı. Maça çok iyi başladı, daha fazla atak yaptı, daha çok pozisyona girdi, daha fazla gol aradı. Soldan Nwakaeme, sağdan da Visca'nın önderliğinde geliştirdikleri ataklarla orijinal bekleri olmayan Galatasaray'ı bir hayli hırpaladılar. Yunus’un harika pasında Mertens'in usta işi golüyle geriye düşmelerine rağmen taktik disiplinden kopmadan kısa zamanda reaksiyon göstermesini de bildiler ve beraberliği yakaladılar. İ
lk yarının kalan bölümünde ise Galatasaray oyuna ağırlığını koydu ve Trabzonspor'u adeta yarı alanına hapsetti. Sahadaki iki futbol aklı Mertens ile Sara'nın öncülüğünde Sallai, Barış Alper ve Yunus ile Trabzonspor kalesini ablukaya aldılar. Uğurcan birçok pozisyonda Galatasaray forvetlerine geçit vermedi, ancak Yunus'un harika golüne yapacak hiçbir şeyi yoktu.
Hakemler bir kez daha etki etti
İkinci yarıya ise iyi başlayan taraf Galatasaray'dı. Oyunun gidişatı, Sarı-Kırmızılı takımın farkı açacağı yönündeydi. Lakin devreye Abdükerim'in inanılmaz bir hatası ile hakem heyeti girdi. Tecrübeli defans oyuncusunun topun dışarı çıkması için perdeleme yaparken Banza'ya kaptırdığı topu Kongolu oyuncu ağlara göndererek durumu eşitledi. Bu golden dört dakika sonra ise sahadaki ve VAR odasındaki hakemlerin dışarıdan çevrilen topu değerlendirmeye almaması sonucu Ozan Tufan takımını bu maçta ilk kez öne geçirdi.
Abdülkerim'in inanılmaz müdahalesi
Artık her şeyin Galatasaray açısından zora girdiği ortamda devreye Okan Buruk girdi. Tecrübeli teknik adam yaptığı müdahalelerle takımını yeniden oyuna ortak etti. Nitekim Sarı-Kırmızılı ekip kısa süre içinde VAR'ın uyarısıyla kazandığı penaltıyı Batshuayi ile gole çevirdi ve beraberliği yakaladı. Kalan dakikalar ise Rus Ruleti gibiydi. Galatasaray özellikle Barış Alper ile bir hayli zorladı Trabzonspor kalesini, ancak Sarı-Kırmızılı takımın karşısında yine kaleci Uğurcan vardı. Trabzon ise yakaladığı kontrataklarla galibiyete o kadar yaklaştı ki, şayet Abdülkerim, Muslera'yı geçen topu inanılmaz bir müdahale ile kale çizgisinden çıkarmasaydı amacına da ulaşacaktı. Bu pozisyon bir bakıma kırılma anı oldu.
Mertens topu Sara'ya bırakınca!
Maçın son saniyelerinde kazanılan bir serbest atışta Mertens her zamanki işgüzarlığını yapmayıp topu Sara'ya bırakınca, Brezilyalının klasik ortalarından birinde Batshuayi'nin zorlamasıyla genç oyuncu Ali Şahin Galatasaray forvetlerinin yıkamadığı Uğurcan'ı ve iyi oynayan tamını yere serdi. Ama bu daha iyi oynayan Galatasaray'ın hak etmediği bir galibiyet değildi, özellikle yediği üçüncü gol göz önüne alındığında! Keşke hakemler bu maçlara bu kadar etki etmeseler, keşke her şey kendi mecrasında akıp gitse, keşke iyiler daima kazansa! Tıpkı dün gece olduğu gibi...
‘’Uyuyan Aslan uyandırıldı!‘’
Sıradan bir lig müsabakası olan Sivas-Galatasaray karşılaşması aslında hafta içi başlamış ve ölüm kalım maçına döndürülmüştü. Galatasaray Başkanı Dursun Özbek'in açıklamalarından sonra TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu'nun, devletin televizyonuna çıkarak pozisyon alması ve alenen bir kulüp başkanını tehdit etmesi bu maçta olacakların işaret fişeğiydi. Her kulübe eşit mesafede olması gereken futbolun başındaki adam bir kulübe karşı pozisyon alır da adalet dağıtmakla mükellef hakemler işaret verildikten sonra kendi pozisyonlarını almaz mı? Aldılar da...
Turgut Doman maçı katletti
Turgut Doman isimli futboldan bihaber bir hakem dün son yılların en facia yönetimini göstererek sahadaki katliama göz yumdu. Mertens'e yapılan kırmızı kartlık harekete faul bile vermeyen, -verse VAR'dan kırmızı kart uyarısı çıkabilirdi- son dakikada Manaj'ın Barış Alper'e yaptığı insanlık dışı faule VAR'da izlemesine rağmen kırmızı kartı çıkarmayan, Metehan'ın kırmızı kartından önce Manaj'ın koluyla düzelttiği pozisyonu değerlendirmeyen, Koita'nın attığı dirsekleri görmeyen bir hakemin iyi niyetli olduğuna kimse beni inandıramaz. Camia içi çekişmeler nedeniyle eften püften sebeplerle bazı hakemler klasman düşürülüyorsa Turgut Doman'a bu yönetiminden sonra ne yapacak MHK bekleyip göreceğiz.
TFF Başkanı böyle istedi!
TFF Başkanı'nın külhanbeyi tavrı sadece hakemlere değil, sahadaki iki takıma da pozisyonlarını aldırmıştı. Sivasspor, aşırı sertlikle rakibini durduracağını planlayarak sahaya çıkmış, Galatasaray ise bunu şampiyonluk yürüyüşüne çevirmek için bir milat olarak kabul ederek kenetlenmişti. 10 kişi kaldıktan sonra mağlup duruma düşmelerine rağmen üç golle geri dönmeleri, daha fazlasını kaçırmaları, maçın genelinde oyunu domine etmeleri takım halinde tek yumruk olmalarının sonucuydu. Sarı-Kırmızılı takımın bundan sonraki maçlarının da bu minvalde geçeğini düşünmek kehanet değildir. Tabiri caizse, Sayın Hacıosmanoğlu ve MHK uyuyan aslanı uyandırdılar. Çok daha ekstrem gelişmeler olmazsa Galatasaray, tıpkı Sivas'ta olduğu gibi bundan sonraki tüm maçlarında savaşmaya ve performansının üstüne çıkmaya devam edecektir
Sara sahanın yıldızıydı
Galatasaray dün sahaya ideale yakın kadrosuyla çıktı. İdeale yakın diyorum, zira tecrübesiz Metehan yerine Nelsson tercih edilebilirdi. Çünkü Danimarkalı stoper, cepheden gelen toplara ilk müdahaleyi çok iyi yapabilen bir özelliğe sahip. Nitekim oyuna girdikten sonra şişirilen bütün toplara Sivas forvetlerinden önce müdahale ederek rakiplerine top aldırmadı.
Galatasaray'ın, eksik kalmasına rağmen oyuna hükmetmesinin ve istediğini almasının en büyük sebebi orta alanda Sara'nın mükemmel oyunu ile Torreria'nın dinamizminin katkısı büyüktü. Form grafiğini her geçen yükselten Sallai ile Barış Alper'in bitmek bilmeyen enerjileri de galibiyete katkı yapan önemli etkenlerdi.
Barış'a yapılan zalimliktir
Yunus attığı gole -daha doğrusu kalecinin yediği- rağmen çok fazla top ezmeye devam eti. Hele bir pozisyonda kaleciyle karşı karşıya kalacak olan Torreria'ya topu çıkarmayıp rakibini çalımlamaya kalkarak kaptırması mental anlamda düşüşte olduğunun göstergesiydi. Muslera'nın ise bu maçta da üzerine gelen bir topu içeri alması, artık iyiden iyiye emekliliğin zamanının geldiğini gösteriyordu.
Galatasaray'ın çok zorlu geçen bir deplasmandan üç puanla dönmesi şampiyonluk yolunda önemli bir eşiğin daha geçilmesi anlamına geliyordu ama Barış Alper'in Manaj'ın zalimce yaptığı hareket sonrası bükülen ayağı herkesin içini burktu. Hafızalardan hiç bir zaman gitmeyecek olan bu görüntü aslında Galatasaray adına sezonun özeti sayılabilir. Umarım milli futbolcumuzun durumu korkulan kadar kötü değildir. Çok çok geçmiş olsun.
‘’Galatasaray'a VAR bariyeri!‘’
Futbol asla sadece futbol değildir, demişti Simon Kuper yıllar önce. Zaman içerisinde Britanyalı yazarı haklı çekaracak o kadar çok gelişmeler oldu ki, futbolun sahada oynanan oyunun ötesinde çok şeyler ifade ettiği bugün artık yadsınamaz bir gerçek. Sahadaki oyun derken, futbolun yeşil çimler üzerinde geçen 90 dakikadan ibaret olmadığını da artık biliyoruz, her geçen gün deneyimliyoruz. Özellikle, Orta Doğu ile Avrupa arasında sarkaç gibi sallanan ve giderek Orta Doğu kültürünün etkisi altına giren bizim gibi kozmopolit ülkede.
Kazanmak için her yol mübah!
Eskiler bilir, bir zamanlar bu ülkede de kazanmak için her şeyi mübah olarak görenler ayıplanırdı. Ama şimdi görüyoruz ki, bu makyavelist felsefe bizim kültürümüzün bir parçası olmuş. Rakibinin bir hafta sonra oyayacağı bir maçta puan kaybetmesi için hafta boyu yırtınanlar, algı operasyonunun en alasını yapanlar, deli saçması senaryolar üretenler, Eyüpspor'u baskı altına almak için başkanına, teknik direktörüne, futbolcularına akla hayale gelmedik iftiralar atanlar dün gece maalesef amaçlarına ulaştılar. Akıl dışı yöntemlerinin başarılı olduğunu gördüler. Bundan sonra da hızlanarak devam edeceklerine dair hiçbir kuşkum yok.
Futbol istatistik sporu değil
Tabi, bu sonuçta Galataraylı futbolcuların kale önündeki beceriksizliklerinin yanı sıra muazzam bir performans gösteren genç kaleci Berke'nin de payı büyüktü. Berke, aslında haftalardır böyle oynuyordu ama bu maçta performansı pik yaptı. Bence Türkiye çok önemli bir kaleci kazanıyor. Umarım Milli Takım teknik heyeti de gerekli şansı tanır bu çocuğa.
Aslında Okan Buruk en ideal kadrosuyla maça çıkmıştı. Maçı kazanabilecek bütün aksiyonları da sahada sergilediler. Gerçekleştirdikleri hücum varyasyonlarıyla istatistikleri alt üst ettiler. Gelgelelim, futbol asla bir istatistik oyunu değildir. Kazananı genellikle psikolojik, fizyolojik ve saha dışı faktörler belirler. Hafta içi yapılan manipülasyonlarla ekstra motive olan Eyüpspor'un verdiği müthiş mücadeleye karşın, başta Yunus ve Barış Alper olmak üzere Galatasaraylı bazı oyunculardaki mental-fiziksel düşüşün yanısıra MHK'nın Galatasaray'a karşı kurduğu VAR bariyeri Galatasaray'ın muazzam saha içi istatistiğine rağmen sonucun 2-2'de kalmasına sebep oldu. Günler öncesinden bu kadar speküle edilen bir maça Okan Buruk'la inatlaşarak aynı hakemi atamak, Avrupa maçından sonra bir gün daha dinlenme isteğini geri çevirmek ise Galatasaray'ın bu sene işinin hiç de kolay olmadığını gösteriyor.
İcardisiz bu iş olmuyor
Tabi bir de işin teknik boyutu var. İcardi'nin Galatasaray için ne kadar önemli bir futbolcu olduğu her geçen gün ortaya çıkıyor. Arjantinli yıldız, golcülüğünün yanısıra Sarı-Kırmızılı takımın saha içindeki teknik direktörü, lideri ve en önemli futbol aklıydı. Birçok maçta arkadaşlarını yöneten, yönlendiren bir figürdü. Devre arasında yapılan bir hamleyle yeri dolar mı? Sanmıyorum. Galatasaray bu sezonu İcardisiz tamamlayacak ve onsuz oynamaya adapte olmak zorunda. Son olarak da Muslera'nın alternatifi için bence sezon sonu beklenmemeli ve devre arasında bu iş çözülerek Uruguaylı eldivene yavaş yavaş teşekkür edilmeli.
‘’Efektif Galatasaray‘’
Algı imparatorluğu adını verebileceğimiz bir illüzyonun içinde yaşadığımız günümüz Türkiye'sinde bazı realiteler vardır. Bunlardan biri de futbol 90 dakikadır ama sonunda Galatasaray kazanır gerçeğidir. Geçmişte bu söz İngilizlerin unutulmaz yıldızlarından Gary Lineker tarafından Almanlar için dile getirilmiştir. Tabi Lineker bu tespitte bulunurken salt saha içine odaklanarak Almanların kazanma kültürüne atıfta bulunuyordu. Bizim ülkemizde ise saha içinden ziyade futbol saha dışında oynandığı için aslında futbolu 90 dakika olarak nitelendiremeyiz. Hele söz konusu bir derbi müsabakasıysa ve içinde Galatasaray varsa! O derbi günler öncesinden başlar ve günler sonrasına kadar devam eder.
Aslan-Kartal kardeşliği!
Konuyu biraz açayım. Benim gençliğimde çok ilginç bir sezon yaşanmıştı. Hangi sezon olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama 80'lerin sonu, 90'ların başı olabilir. Galatasaray lig, Beşiktaş da kupa şampiyonu olmuştu ve sokaklara Galatasaray ile Beşiktaş'ın kardeş takım olduklarına dair Sarı-Kırmızı ve Siyah-Beyaz renklerle donatılmış pankartlar asılmıştı. Aslında olan, Fenerbahçe'ye karşı güç birliğiydi. Çünkü ikisi de Fenerbahçe'ye karşı kazanmıştı ve dönemin muktedir takımı Sarı-Lacivertli ekipti. Yani zamanın ruhuna uygun, bir nevi ezilenlerin psikolojisi!
Başarı yalnızlaştırır!
Fazla uzatmayalım, gün geldi devran döndü. Bugünün muktediri de Galatasaray. Beşiktaş'ın 4, Fenerbahçe'nin sadece 2 şampiyonluk alabildiği son 15 sezonda elde ettiği 7 şampiyonlukla ligi domine eden Galatasaray, makasın daha da açılmaması için doğal olarak hedefte ve saha dışında gerçekleştirilen algı operasyonlarına en çok maruz kalan takım.
Futbol 90 dakika değildir!
Eften püften nedenlerle hocasının, futbolcusunun ceza kuruluna gönderilmesi, futbol ulemaları tarafından Beşiktaş'ı yenerse ligin biteceğinin ilan edilmesi, puan farkının açılması halinde play-off uygulamasının getirileceğinin kulaklara üflenmesi, hakem atamalarında dönen kulisler, Beşiktaş kongresinde Galatasaray'a yapılan küfürlü tezahüratlarla ortamın gerilmesi bu derbi öncesi sahnelenen oyunlardı. Görüyorsunuz bir türlü 90 dakikaya gelemedik, çünkü Türkiye'de futbol asla 90 dakika değil! Ama saha içine bakınca bir başka illüzyonun daha perdesinin kalktığını görüyoruz. Topa sahip olma oranı yüzde 61'e yüzde 39 Beşiktaş lehine. Pas yapma oranı da 270/441 ile yine Beşiktaş lehine ve keza pas isabet yüzdesinde de 74/79 ile konuk takımın üstünlüğü var. Ancak diğer tüm istatistiki değerlerde Galatasaray'ın ezici üstünlüğü var. Toplam şut, kaleyi bulan şut, rakip ceza sahasında topla buluşma, korner vs. Yazıyı istatistiğe boğmak istemiyorum, meraklısı zaten bulur rakamları.
Çok pas değil, doğru pas
Bu bize şunu anlatıyor: Topa ne kadar sahip olduğun, ne kadar çok pas yaptığın, pas isabet oranının ne kadar yüksek olduğu değil, ne kadar efektif oynadığın önemlidir. Dün gece Galatasaray da bunu yaptı. Özellikle ilk 15 dakika inanılmaz bir dominasyon koydu sahaya. Tempo, pozisyon zenginliği ve nihayetinde bulduğu bir golle skor avantajını ele geçirdi ve oyunu rölantiye aldı. Maç boyu da bu oyununu sürdürdü. Osimhen'in golüyle de fişi çekti. Geçmişte iki-üç farktan maçı vermek ve Beşiktaş'a karşı alınan 5-0'lık travmalara takılmadan bunu başardı. Üstelik, son anlarda kalesini bulan iki şuttan birinin gol olmasına rağmen. Orijinal sağ ve sol beklerden yoksun olmasına karşın bu handikapı ortadan kaldıran forvet oyuncusu Barış Alper Yılmaz'ın bu hikayesi ise sanırım ileride kitaplara, belgesellere konu olur. Her iki takımda da öne çıkan futbolcular vardı, ancak bütün bunlara karşın hakemler rol kapmayı başardılar. Her iki takım aleyhine verdikleri, sonuca etki edebilecek yanlış kararlarla... Sonuçta bu illüzyon çağının en büyük aparatı ve kurbanı onlar değil mi!
‘’Hayatın öte yakası 2‘’
Ötelediklerimiz. Ötekileştirdiklerimiz. Görmezden geldiklerimiz. Acıma duygusuyla, hatta nadir de olsa tiksintiyle baktıklarımız. Aslında bir gün aralarına katılmaktan korktuklarımız. Engelliler. Onlar bize göre karşı kıyının insanları. Ama görüyorsunuz nasıl tarih yazdılar. Görülmemiş başarılarıyla Paris’in nasıl altını üstüne getirdiler. Bize ders verdiler.
Paralimpik’e giden gazeteci!
2004 yılının Eylül ayıydı. Atatürk Havalimanı’nın Dış Hatlar Terminali’nde uçağa yetişmek üzere koşturuyordum. Birden karşıma Türkiye Milli Paralimpik Komitesi Başkanı Yavuz Kocaömer çıktı. Hayırdır, ne bu telaş, nereye böyle, diye sordu. Atina’ya, diye cevap verdim. Atina’ya mı, diye şaşkınlıkla bir kez daha sordu. Evet, dedim. Niye gidiyorsun Atina’ya diye sorularına devam etti. Paralimpik Oyunları’na gidiyorum, diye cevapladım. Ciddi misin, dedi ve devam etti: Benimle dalga geçmiyorsun değil mi? Hayır, dedim. Yüzündeki yarı gülümseme yarı hüzünlü ifadeyle bana şöyle bir baktı ve “Gel sana bir sarılayım,” diyerek sarıldı. Kutluyorum seni, dedi ve birlikte yolculuk yapacağımız uçağın yolunu tuttuk.
Sakatın sporu mu olur!
Yavuz Kocaömer’i bu kadar şaşırtan ve duygulandıran bir Türk gazetecisinin kendi iradesiyle Paralimpik Oyunları’na gidiyor oluşuydu. Oysa, bırakın Paralimpik kavramını, Paralimpik Oyunlarını, engellilerin yok sayıldığı, görmezden gelindiği, ötekileştirildiği, hatta feodal düzenin hüküm sürdüğü bazı yörelerimizde Allah’ın lanetlediği bireyler olarak kabul edildiği bir coğrafyada yaşıyorduk. Ve olmayan engellinin sporu mu olurdu! Böyle düşünen spor yöneticilerimiz bile vardı. Paralimpikle ilgili yapılan toplantılarda, “Sakatın sporu mu olur, bunlar dandik insanlar, onların yaptığı spor da dandik bir spor,” diyebilecek kadar cahil, liyakatsiz ve küstah yöneticilere sahipti bu ülke.
Kocaömer ömrünü verdi...
İşte Yavuz Kocaömer bu zihniyete karşı yıllarca yel değirmenlerine savaş açan bir Don Kişot gibi savaştı. Bu uğurda ömrünü tüketti. Sonunda da aniden göçüverdi bu dünyadan. Ama bu savaşı kazandı. Sadece 8 sporcuyla yarıştığımız Atina’da Korhan Yamaç’ın atıcılıkta aldığı 1’i altın, 1’i bronz 2 madalyaya çılgınlar gibi sevinmiştik Yavuz Ağabey ile birlikte. Emeklerinin boşa gitmeyeceğini orada fark etmişti. Zira öncesinde hiç yoktuk. Barcelona 1992 ve Sydney 2000’de sembolik olarak 1 sporcuyla yer almıştık.
Tarihin en büyük başarısı
Sonra katlanarak gitti bu rakamlar. Tokyo 2020’ye 87 sporcuyla gitmiş, 3’ü altın olmak üzere toplam 15 madalyayla rekor kırmıştık. Bereket, Yavuz Ağabey bu gurur tablosunu görmüştü. Paris 2024 ise kabaran dalgaların tsunamiye dönüştüğü bir organizasyon oldu. 94 sporcudan oluşan Paralimpik Team, 6 altın, 10 gümüş, 12 bronz olmak üzere toplam 28 madalya alarak Türk spor tarihinin en büyük başarısına imza attı. Türkiye’de artık bir Paralimpik gerçeği olduğunu tüm dünyaya ispat ettiler. Türkiye’nin bir Paralimpik ülkesi olduğunu da... Biz de varız, diye haykırdılar. İmkanlar arttırıldığında çok daha fazlasını yapabileceklerini de gösterdiler spor yöneticilerimize.
10 milyon engellimizle...
Artık görev yöneticilerimize düşüyor. Engellilerin daha iyi spor yapabilecekleri koşulları oluşturmak, evlerine hapsolmuş tüm engellilerimizi spor alanlarına çekmek, bundan sonraki Paralimpik Oyunları’nda katılım ve madalya sayılarını üç haneli rakamlara çıkarmak, hayatın öte yakası ile beri yakasını birleştirmek sadece spor değil, genel, yerel tüm yöneticilerimizin asli görevlerindendir. Bu mesele sadece TMPK Başkanı Murat Aksu ve yol arkadaşlarına bırakılmayacak kadar büyük bir meseledir. Türkiye yüzde 12’lik engelli nüfusuyla bir engelli ülkesidir. Onları yok saymak, Türkiye’yi yok saymaktır.
‘’Çare insana yatırım‘’
Meslek hayatım boyunca bıkmadan, usanmadan kullandığım argümandır; insana yatırım yapmak. Çünkü modern toplumların gerisinde kalmamızın en büyük nedenlerinden biridir insana değer vermemek, insan odaklı yatırım yapmamak. Doğa, çevre, diğer canlılar gibi konulara hiç giremiyorum bile! Zira önce sağlıklı bir toplum meydana getirmeliyiz ki, sıra diğerlerine gelsin! İnsan odaklı düşünmemenin en son yansımasını sporda; Paris 2024 Olimpiyat Oyunları’nda gördük. Paris’te yine bize hüsran düştü. Tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi. Aslında biz olimpiyatlarda hep başarısızdık. Madalya sayımız 8-10 bandındaydı.
Tokyo’dan farkımız karateydi
Güreşte dünyanın tozunu attığımız yıllar hariç bunların biri ya da bazen iki-üç tanesi altın olurdu; o da sıra dışı sporcularımız sayesinde. Bu kez 40 yıl aradan sonra bir altın çıkaramadık; Paris’te üç olimpiyat şampiyonumuz sahne almasına rağmen... Tokyo’yla tek farkımız altın madalya değildi tabii. Tokyo’da alınan 13 madalyanın 4’ü karateydi. Paris’te ise karate yoktu. Breakdance gibi bir saçmalığı olimpiyat programına alıp da karate gibi kadim bir sporu devre dışı bırakmak IOC’nin ayıbı tabii, o ayrı mesele.
Gerçek olan şu ki 64.sıradayız!
Paris’in bir farkı ise sporculara sunulan imkanların diğer oyunlara nazaran çok daha fazla olmasıydı. Hemen hemen her şehirde yapılan modern tesisler, 5 yıldızlı kamp merkezleri, olimpik branşlarda da devreye giren sponsorlar Paris öncesi beklentilerimizi yükseltti. Ancak bütün bunlar madalya sayımızın artmasına yetmedi, bilakis daha da iç karartıcı bir tablo ortaya çıktı. Her ne kadar birçok branşta ilk 8’lerde kendimize yer bulduysak, Kuzey Tunçelli, Ersu Şaşma gibi gelecekte madalya adayı genç sporcularımız ortaya çıksa da bütün bunlar Türkiye’nin oyunları 64. sırada bitirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Ve sapır sapır dökülen güreş ve atletizm gerçeğini de...
İnsan odaklı düşünmemiz lazım
Evet, kaynaklarımız, tesislerimiz, sponsorlarımız ve potansiyelimiz var ama olmayan nedir? İnsan odaklı düşünmememiz. Sporcuları eğitimli, liyakat sahibi eğitmenlere teslim etmememiz, çağdaş ve bilimsel metotlarla yetiştirmememiz. Çocukları bir yarış atı gibi yetiştirmemiz. Onları, fiziksel ve mental açıdan doğru ve bilinçli şekilde donatmamamız. Çağın gerisinde kalmış, farklı ajandalara sahip, kendilerini dahi eğitememiş insanları sağdan soldan getirdikleri kartvizitlerle alt yapılara, teknik kurullara, federasyon yönetimlerine doldurmamız. Başarısızlığı ve iş bilmezliği arşa çıkmış adamların delege oyunlarıyla, dış müdahalelerle defalarca federasyon başkanı seçilmesi. Adam kayırmanın, torpilin alıp başını gitmesi.
Aklı ve bilimi temel almalıyız
Önce yapmamız gereken bütün bu Orta Doğu tarzındaki yapıyı yıkmamız ve yerine aklı, bilimi, teknolojiyi, liyakati, hakkaniyeti, adaleti ve her şeyden önemlisi insanı temel alan çağdaş bir sistem kurmamız. Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. İleri spor ülkelerine bakalım yeter. Onlar nasıl yaptıysa, biz de yaparız. Yeter ki isteyelim!
‘’Vurun Rıza'ya‘’
Kırın, dökün, ezin, un ufak edin, yok olana kadar tepinin üzerinde. Nasıl olsa memleketin her köşesinden bir Rıza Kayaalp fışkırıyor! Ekonomik enflasyonumuzun yanında bir de Rıza Kayaalp enflasyonumuz var! O kadar çok ki Rızalar!.. Ayıp olmuyor mu hanımlar, beyler? Rıza Kayaalp bu ülkenin yetiştirdiği en değerli sporculardan, en önemli şampiyonlardan biri değil mi? Çeyrek asırlık spor yaşamına 5 Dünya, 12 Avrupa Şampiyonluğu, 1’i gümüş, 1’i bronz olmak üzere 2 Olimpiyat madalyası sığdırmış kaç sporcumuz var?
En başta sorumlu olanlar...
Tedavi amaçlı, doktor kontrolünde kullandığı ilaçta yasaklı madde varsa bu sadece onun suçu mudur? Rıza’dan önce en başta kulüp ve kamp doktorları sorumlu değil midir bu durumdan? Sorumluluk aldıkları alana hakim olmayan, yeterli denetimleri ve sporcu bilinçlendirmesini yapmayan federasyon ve kulüp yönetiminin, antrenörlerin, kamp müdürünün hiç mi suçu yok yaşanan bu gelişmelerde? Herkes bir anda sütre gerisine çekilirken, ortalıktan toz olurken açıkta bir başına kalan Rıza Kayaalp’in birtakım mihraklar tarafından rövanşist duygularla böylesine vahşice ve acımasızca recmedilmesi reva mıdır? Tedavi için kullandığı ilaçta yasaklı madde çıktı diye böylesine muhteşem kariyeri olan bir sporcuyu tarihin karanlık denizlerinde boğacak mıyız?
Halil Mutlu ve Hasan Şaş
Halil Mutlu da kariyerinin sonunda buna benzer bir sebepten ceza aldı ama bu onun 3 Olimpiyat Şampiyonluğu’nu götürdü mü, itibarını yerle bir etti mi? Kaldı ki bu tür kazalar her sporcunun başına gelebiliyor. Hasan Şaş da ‘Aferin’ isimli soğuk algınlığı ilacını kullandı diye 6 ay ceza aldı, ardından da UEFA Kupası’nın kazanılmasında, Milli Takım’ın Dünya 3.’sü olmasında önemli roller üstlendi. Halil Mutlu da Hasan Şaş da bugün aldıkları doping cezasıyla değil, başarılarıyla anılıyor. Doğrusu da budur. Sakın bu yazıyla dopingi savunduğumu düşünmeyin. Anlatmaya çalıştığım başka şey. Lance Armstrong gibi ilacı bilinçli olarak kullanan, dopingi spor yaşamının merkezine oturtan sporcularla ne Halil’i ne Hasan’ı ne de Rıza’yı aynı kefeye koyamayız.
Listeden de çıkarılabilir
Onları böylesine linç etmeye hakkımız yok. Soğukkanlı davranmalıyız, empati kurmalıyız, bir yol kazası olarak görmeliyiz ve onlara her zamankinden daha fazla sahip çıkmalıyız. Başardıkları zaman fotoğraf karesine girmek için tesbih boncuğu gibi yanlarında nasıl diziliyorsak, başaramadıkları zaman da onları kendi kaderlerine terk etmemeliyiz? Dostluk, ahde vefa, insanlık bunu gerektirir. Kaldı ki onların kullandığı ilaçlardaki etken maddeler yarın bir gün Dünya Anti-Doping Ajansı tarafından listeden de çıkarılabilir! O zaman yüzlerine bakacak yüzümüz olmaz!