‘’LuaLua haklı!‘’
Onları gördüğüm zaman ben bu takımlarda niye oynamıyorum diye kendime soruyorum!" şeklinde cevap vermiş. Ve ironi yapmaya devam etmiş: "Fatih Terim'e buradan sesleniyorum. Ben de iyi oyuncu değilim! Beni de gör hocam! İstediğiniz zaman beni arayabilirsiniz!"
Selçuk, Schnider ve Hamit'in yokluğunda Fatih Terim'in dün gece ilk 11'de orta alanı teslim ettiği oyuncuları görünce Lualua'nın bu ülkede ne büyük bir haksızlığa uğradığını çok daha iyi anlayabiliyoruz.
Şu bir gerçek: Fatih Terim bu ülkenin gelmiş geçmiş en başarılı, en iyi hocasıdır. Ülke futbolunun tarihini değiştiren bir isimdir. Yalnız Galatasaray için değil, Türk futbolu için de bir milattır. Bundan sonra da bu ülkeye çok büyük hizmetler vereceğine dair hiç bir şüphemiz yok. Gelgelelim, Terim bazı takıntılardan kendini kurtaramıyor. İnandığı ve güvendiği oyuncularda sonuna kadar ısrar ediyor. Bu, bir ekip ruhu oluşturabilme açısından doğru bir yaklaşım olabilir. Lakin, inandığın ve güvendiğin futbolcular ısrarla ve inatla seni taca çıkarıyorsa o zaman yanlışta ısrar etmenin manası yoktur. Yanıldığını kabul edeceksin ve diğer alternatiflere yöneleceksin. Yanıldığını kabul edemiyorsan şişmiş bir egonun esiri olmuşsun demektir. Eğer kabul ediyor da diğer alternatifleri değerlendirmiyorsan bu kez de adil davranmadığın ortaya çıkar. Hem sen kaybedersin hem de takımın... Tıpkı dün gece olduğu gibi.
Antalyaspor maçının gözümüze soktuğu bir gerçek var: Ambrabat, Emre Çolak ve Engin Baytar Şampiyonlar Ligi'nde final hedefleyen bir Galatasaray'ın oyuncusu asla olamaz. Terim'in her bulduğu fırsatta bu isimlerde inat etmesi, Galatasaray'ın bundan sonraki haftalarda da puan kayıpları yaşaması, şampiyonluk yarışına havlu atması, Şampiyonlar Ligi'nde hedeflenen başarıyı yakalayamaması, dahası geleceği de riske atması demektir. Dün gece heba olan bir saatin özeti budur. Ondan sonra gösterilen çabaya panik de eklenince son yarım saat de üç puanı kurtarmaya yetmedi. Bu konuyla ilgili altını çizeceğim bir husus ise futbolu matematiğe sığdırmaya çalışanlarla ilgilidir. Galatasaray'ı gerek futbol, gerekse skor olarak çökerten üç isim, ilk yarının koşu istatistiklerinde takımın en fazla koşan üç oyuncusuydu! Demek ki deli danalar gibi her tarafa seğirtmek futbolda çok fazla bir şey ifade etmiyor! Elbette koşacaksın... Ama doğru zamanda, doğru yerlere koşacaksın. Zeki olacaksın, efektif oynayacaksın. Bir örnekle bu bahsi kapatayım: Fatih Terim'in fizik olarak henüz hazır olmadığını söylediği 18 yaşındaki Bruma, oynadığı kısacık zaman diliminde Ambrabat-Emre-Engin üçlüsünden çok daha fazla katkı yaptı takımına... Elbette bunu Galatasaray'ın bundan sonraki yılları için büyük bir kazanç olarak telakki edeceğiz ve geçeceğiz diğer soruna...
Bir takım için, özellikle de büyük takımlar için en büyük silahlardan biri de duran toplardır. Galatasaray'ın dün kazandığı duran topları nasıl heba ettiğini hep beraber gördük. Bunun sebebi de ne yazık ki taraftarın sevgilisi Drogba'dır. Selçuk İnan'ın bu konuda nasıl ikinci plana itildiğini biliyoruz. Drogba, dün gece kendisinin kullanmaması gereken mesafede topu Burak'a bırakmadı; kendisinin etkili olduğu uzaklıkta da atışı kullanmadı ve topu Burak'a keslim etti. Tabii bütün duran toplar harcandı. Keza kornerler... Son dakikalarda kazanılan köşe vuruşları Sabri tarafından o kadar kötü kullanıldı ki, her biri Galatasaray kalesinde tehlike oldu! Bu görüntüler, büyük bir takıma yakışmayan görüntüler. Fatih Terim'in ivedilikle çözmesi gereken sorunlardan biri de duran toplardır.
Bu tatsız gecede aklımızda kalan en güzel görüntüler Drogba'nın golden sonraki Metin Oktay selamıyla, Bruma'nın yeni Ribery olacağı yönünde verdiği sinyallerdi. Metin Oktay demişken; Burak ve Umut'un onun futbolculuğunu, golcülüğünü ve maç istikrarını örnek almaları kendileri için en büyük kazanç olacaktır. Melo'nun da Taçsız Kral'ın centilmenliğini ve beyefendiliğini örnek almasını dileyeceğim ama böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyorum ve bir dilek tutmaktan vaz geçiyorum!
‘’Neden kaybettik?‘’
İki gündür gazetem FANATİK’te İstanbul’un hangi sebeplerden dolayı kaybettiğine dair sayfalar dolusu yazı yazdım. Oylamadan önce 2020’yi Tokyo’nun alma ihtimalinin yüksek olduğunu, İstanbul’un ise son aylarda patlak veren siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerden dolayı pek şansının kalmadığını hatta kaybedeceğini dile getirme cüretini de (!) gösterdim. Vatan haini damgasını yeme pahasına! Ne yazık ki haklı çıktım. Haklı çıkmaktan da ayrıca hicap duyuyuyorum. Keşke bu sürecin başında olduğumuz günlerdeki gibi her şey güllük gülistanlık olmaya devam etseydi. Keşke Gezi protestolarında kendi insanımıza hoşgörülü davranabilseydik; keşke Suriye politikasında savaştan değil barıştan yana tavır alabilseydik; keşke dopinge karşı son iki yıldır değil, yıllar öncesinden sıfır tölerans politikasını benimseseydik; keşke şikeye karşı da sıfır tölerans gösterebilseydik; projemizde ve tanıtımmızda şehircilik ve tesisler konsepti yerine spor konseptini ön plana çıkarsaydık; keşke asıl ev sahibi olan Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı daha fazla ön plana çıkarsaydık, son sunumda konuştursaydık... İnanın kazanma ihtimalimiz çok yüksekti. Ben bugün burada yine aynı şeyleri tekrarlamak yerine daha farklı ve önemli detaylara değineceğim. İşte o detaylar:
Kocaömer’e yapılan muamele
Biliyorsunuz, artık olimpiyat oyunlarının olmazsa olmazlarından biri de paralimpik oyunlarıdır. Aday kentler, olimpiyat oyunlarının hemen akabinde paralimpik oyunlarını da düzenlemek zorundadır. Projelerinde paralimpikle ilgili de bir konsept sunarlar. Her aday kentin tanıtım komitesi, o ülkenin olimpiyat komitesi ile paralimpik komitesinden temsilcilerden oluşur. Ve her iki komitenin temsilcileri birlikte, eşgüdüm içinde çalışırlar. Bizde ise ne yazık ki böyle olmadı. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK), Türkiye Milli Paralimpik Komitesi’ni (TMPK) tabiri caizse dışladı. TMPK’ye eşit temsil hakkı tanımadı. Neredeyse bu işi tek başına yapıyormuşçasına bir görüntü verdi. Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’nin adaylığını açıklayacağı gün masada TMKP Başkanı Yavuz Kocaömer’e yer ayrılmadı. Türkiye’de engelli sporunu sıfırdan alıp paralimpik şampiyonları çıkarabilecek düzeye getiren Kocaömer, sonraki süreçte de yok sayıldı. Oysa uluslararası etkinliği ve prezentasyonu üst düzeyde bir spor adamı olan Yavuz Kocaömer, lobi çalışmaları sırasında çok büyük katkı yapabilirdi. Ama onun tarzından, etkinliğinden, karizmasından ürktü bazı spor adamları! Onunla çalışmak yerine onunla çatışmayı tercih ettiler. 2020 yolculuğumuzda Kocaömer’i tren kokpitinden uzaklaştırmakla kalmadılar, kompartımandan da attılar! Sonuçta paralimpik komitesinin yer almadığı bir heyetimiz oldu. Orada yer alan paralimpik şampiyonumuz Gizem Girişmen bütün samimiyetiyle eksiği gidermeye çalıştı ama üst düzey temsilci eksiği süreç boyunca sırıttı durdu.
İnsana yatırım yapabildik mi?
Gerek projemizde, gerekse tanıtım filmimizde eksik olan bir şey vardı: İnsan. Oysa olimpiyatların temel amacı insana yapılan yatırımdır. Biz akıllı binalarımızla, çağdaş tesislerimizle, doğu-batı senteziyle, medeniyetler ittifakıyla ve şehircilik konseptiyle IOC’nin karşısına çıktık. O binaları, o tesisleri kullanacak insanımız konusunda en ufak bir ipucu veremedik. Çünkü öyle bir yatırımımız, planımız, programımız yok. Binaları ve tesisleri yapmakla işimizin bittiğini düşünüyoruz. İnsana nasıl yatırım yapacağımız, 2020’nin sporcularını ne şekilde yetiştireceğimiz konusunda ikna edici projeler sunamadık maalesef. Burada önemli olan tesislerin oyunlar sonrası atıl hale gelmemesidir. Sürdürülebilir olmasıdır. Bunu sağlayacak olan da spor bilinciyle donatılmış, spor kültürü edinmiş insandır. Evet, insanımızın yüzde 83’ü İstanbul’a destek verdi ama o oranda bir aktif katılımda bulundu mu? İnsanı merkez alan spor organizasyonları, festivaller düzenledik mi? Hayır. Bu iş öyle son gün meydanlarde ekran başına kalabalık toplamakla olmuyor.
Olimpiyat şampiyonları nerede?
Her aday kentin, her ülkenin sportif bir vitrini vardır. Bizim de sayıları az olmakla beraber bazı özel sporcularımız mevcut. Başta Naim Süleymanoğlu... Naim, bugün dünyada en çok tanınan olimpik Türk sporcusudur. Ne adaylık sürecinde ne de tanıtım filmimizde Naim’e rastlayan oldu mu? Keza, en az Naim kadar yurtdışında şöhreti ve tanınırlığı olan ‘Asrın Şampiyonu’ unvanlı Hamza Yerlikaya. Bugün Güreş Federasyonu Başkanı olarak Türk sporuna hizmet veren Yerlikaya’nın bir kündesi, bir ters taklası, bayrakla minder etrafında attığı tur tanıtım filmlerimizde yer alamaz mıydı? Naim’in 1988 Seul’da ağırlığının üç mislini kaldırdığı müsabaka tekrar tekrar gösterilemez miydi? Her iki sporcumuzdan bütün süreç boyunca faydalanılamaz mıydı? Kuşkusuz, bunların hepsi yapılabilirdi, fakat yapılmadı. Bir bildikleri vardır diye düşünüyordum ama yokmuş!
Avrupa’dan oy beklemek!
İkinci tura kaldığımızda bütün Türkiye kazanacağımıza inandı. Benim gibi gamlı baykuşlar ise kaybedeceğimizi düşünüyordu. Neden mi? Önce siyasi sebepler. Evet, olimpiyatlar bir spor organizasyonudur. Ama arkasında siyasi ve ekonomik güçler vardır. Nihayetinde karar organı IOC de bu güçlerin kontrolündedir. Avrupa da bunun bir parçasıdır. Mısır darbesi ve Suriye kriziyle ilgili Başbakan Erdoğan’ın tutumunu hatırlayın. “Ey Batı!” diye atılan nutuklar hala belleğimizde. Hem bütün kötülüklerin müsebbibi olarak Batı’yı göreceksin, Batı’ya efeleneceksin, hem de Batı’nın oylarıyla olimpiyat alacaksın! Bir de işin teknik kısmı var. Roma, Berlin, Paris, St.Petersburg hatta kaybeden Madrid gibi kentler 2024’e aday olmaya hazrlanıyor. Aynı kıtaya iki kez üst üste olimpiyat verilmeyeceği gerçeğinden hareketle Avrupalı delegelerin bize oy vermesi mümkün değildi. Zaten vermediler de...
Jimnastik salonunun akıbeti!
Şimdi ne alakası var diyeceksiniz ama çok alakası olduğunu düşündüğüm bir konuya değineceğim. 15 milyonluk İstanbul’un nizami ölçülerde bir tane jimnastik salonu var. İstanbul’daki bütün jimnastik kulüpleri 40 yıldır çalışmalarını, yarışmalarını bu solunda yaparlar. Jimnastiğin mabedi gibidir o salon. Salon Vakıflar’a ait. Her yıl yenilenen sözleşmeyle kullanımı İstanbul İl Spor Müdürlüğü’ne veriliyordu. Sözleşme bu yıl yenilenmedi. Neden yenilenmediği bilinmiyor. Yetkililer de bu konuda açıklama yapmıyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü de salonu yıkıp yerine bir şeyler yapacak, ama spor salonu değil elbette! Ne yapılacağını bilen yok! Toplanan 12 bin imza, açılan kampanyalar da kar etmiyor. İnsanların seslerine kulak tıkanıyor.. İstanbul’un nizami tek jimnastik salonu da böylece tarihe karışmak üzere gün sayıyor. İşte daha önce de değindiğim insana yatırım, insana değer verme olayı budur. İnsan odaklı düşünseydik, eskimiş olan mevcut salonu yeniler, çağdaş hale getirir ve yolumuza devam ederdik. Bununla da yetinmez iki üç tane daha jimnastik salonu yapardık. Çünkü jimnastik olimpiyatın üç ana sporundan biridir. Ve bizim kendi jimnastikçilerimize reva gördüğümüz muamele, 40 yıldır kullandıkları salondan kapı dışarı etmek! Üstelik adaylığımızın oylanacağı günlerde. Ne de olsa Bağlarbaşı kentin göbeği ve rantiyenin iştahını kabartıyor! Ne gereği var jimnastik salonunun!
Neden kazandılar?
Fazla söze gerek yok!
Tokyo’nun olimpiyatı kazanmasında birden fazla etken var. Tesislerinin ve altyapısının hazır olması, güçlü ekonomisi, ABD ile olan siyasi ve ekonomik bağları bunlardan bazıları. Ancak sosyal medyada dolaşan Tokyo Metrosu ile İstanbul Metrosu’nun haritası, iki kentin ulaşım sistemi fazla söze gerek bırakmıyor.
İSTANBUL METROSU
TOKYO METROSU
‘’Altın tepsideydi!‘’
Birkaç ay önce TMOK Başkanı Uğur Erdener 2020 şansımızı şöyle değerlendirmişti: Hamit bey, Olimpiyatı bize altın tepsiyle sunuyorlar ama biz elimizin tersiyle itiyoruz! Adaylık sürecinde yaşananları en iyi özetleyen cümle buydu. Erdener haklı çıktı, altın tepsiyi geri çevirdik! Nasıl mı? Gezi sürecini yüzümüze gözümüze bulaştırdık; Suriye kirizinde en şahin biz olduk; Akdeniz Oyunları’nda 500 altın vererek dopingi patlattık; aynı oyunlarda ırkçı güreşçiye bayrak taşıttık; kadına ayrı, erkeğe ayrı olimpik havuz sözü verdik; şikeden ceza alan takımlara göz yumduk vs.
2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’na adaylık süreci başladığında iki kent ön plana çıkıyordu. İstanbul ve Tokyo. Mart ayında IOC heyetinin kentleri ziyaretiyle startı verilen süreçte en büyük favori olarak İstanbul gösteriliyordu. Bunun da önemli gerekçeleri vardı. Büyüyen ekonomi, siyasi istikrar, yüzde elliye varan genç ve dinamik nüfus, devletin topyekün İstanbul’un adaylığını sahiplenmesi, hükümetin yasalarla teminat vermesi, 19.4 milyar Dolar’lık devasa bütçe, iki kıtada toprağı olan tek kent olması, tarihi ve kültürel önemi, adaylık konusundaki istek, arzu, heves ve coşkusu, kusursuz projesi, halkın yüzde 83’e varan desteği, daha önce 4 kez kaybetmemize rağmen olimpiyat ısrarından vazgeçmememiz, organizasyon düzenleme konusundaki sıradışı yeteneğimiz, adaylık çalışmalarını yürüten profesyonel ekibin bilgisi, birikimi, çalışkanlığı IOC delegelerinin İstanbul’a sempati duymasına neden olan başlıca gerekçelerdi. Başlangıçta her şey iyi gidiyordu. Hiç olmadığımız kadar olimpiyat düzenlemeye yakındık. Madrid’e zaten şans verilmiyordu, Tokyo ise kara kara düşünüyordu. Gerçekten de 2020’yi alacağımıza bu satırların yazarı da dahil olmak üzere toplumun ve yönetenlerin büyük bir kısmı inanıyordu.
İmajımızı yerle bir ettik
Gelgelelim, Mayıs ayı sonunda ve Haziran ayı boyunca başlayan Gezi Parkı protestoları sürecinde yaşananlar bir anda her şeyi ters düz etti. Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükümetin protestoculara karşı hoşgörüsüz tutumu, polisin şiddet uygulaması, bu şiddet sonucu 5 insanın hayatını kaybetmesi, binlercesinin de yaralanması, göz altılar, tutuklamalar Türkiye’nin imajını yerle bir etti. Gezi’yle ilgili sorulara kaçamak cevaplar verildi. Ama mızrak çuvala sığmıyordu. Bu süreçten gerekli ders alınmamış ki, 2020 oylamasının yapıldığı saatlerde ODTÜ’de ve Taksim’de yine polis şiddeti vardı. Ardından patlayan Suriye krizi de aleyhimize işleyen faktör oldu. Türkiye’nin bu konuda topyekün savaştan yana tavır alması, İstanbul ile ilgili endişeleri iki misline çıkardı. Suriye’de patlak verecek bir savaşın bölgeye istikrarsızlık ve ekonomik yıkım getireceği gerçeği hesaplanamadı. İstikrarsızlığın ve ekonomik yıkımın olduğu bir coğrafyaya da olimpiyat vermezler zaten, vermediler de... Elimizi zayıflatan bir diğer konu ise doping patlaması oldu. Akdeniz Oyunları’nda altın madalyaya 500 altın ödül vaat edilince bir doping furyası yaşandı. Son sunum sonrası bu konuyla ilgili sorulan sorular da sabıkamızın göstergesiydi.
Bu kadar defoyla olmazdı
Yine Akdeniz Oyunları’nda yaşanan bir diğer skandal ise ırkçı ifadeler kullanan, Ermeni’ye, Rum’a hakaretler yağdıran güreşçiye ceza vermek yerine bayrak taşıtmamızdı. Bu olayı IOC üyelerinin bir kenara not ettiğini düşünemedik maalesef. Bütün bunlar yaşanırken, giderek dinsel bir argüman kullanan, vatandaşların hayat tarzlarına müdahale eden Başbakan Erdoğan’ın memleketi Rize’de yaptığı son konuşmada kadına ayrı, erkeğe ayrı olimpik havuz sözü vermesi ise bardağı taşıran son hadise oldu. Böyle bir şeyin olimpik felsefede yeri olmadığını bilmemiz gerekirdi. Başbakan daha sonra bunu düzeltme yoluna da gidebilirdi, ama bunu da yapmadı. Kadına ayrı, erkeğe ayrı olimpik havuz yapılmak istenen bir ülkeye olimpiyat verilir mi, varın siz düşünün. Elbette işin bir de şike boyutu var. İki kulübümüz UEFA’den şike cezası aldı, CAS da onayladı. Ama bizim federasyonumuz olanı biteni halının altına süpürüverdi. Hala da görmezlikten, duymazlıktan geliyor. Dopingin üstüne bir de uluslararası arenada ülkece şikeci damgası yiyiverdik. Kısa zamanda bu kadar skandala imza atan, bu kadar defosu olan bir ülkeye olimpiyat verilmesi zaten sürpriz olurdu. Ama o sürpriz olmadı! Yazık oldu, hem de çok yazık. Bir daha böyle bir fırsat ne zaman elimize geçer bilinmez. Tabiri caizse kendi ayağımıza kurşun sıktık. Meslek hayatımın en büyük üzüntüsünü dün gece yaşadım. Maalesef bunu hak etmemiştik.
‘’Favoriydik ama...‘’
Bugün yapılacak seçimde Tokyo, İstanbul ve Madrid’in bir adım önünde gözüküyor. Bunda 2024 ve 2028 planları da önem arz ediyor. 2020 sonrası aday çıkarmayı düşünen Avrupa ülkeleri tercihlerini Japon Başkenti’nden yana kullanabilir. Aynı senaryo Arap ülkeleri için de geçerli. 2020’den elenen Doha, olimpiyatı alan ilk İslam ülkesi olma onurunu İstanbul’a bırakmak istemiyor. Siyasetteki dalgalanmayla ekonomik göstergelerdeki sapmalar da aleyhimize işleyen diğer faktörler
Yıllardır yattığımız olimpiyat rüyası bugün gerçekleşecek mi, yoksa bundan sonra da rüya görmeye devam mı edeceğiz? Arjantin’in Başkenti Buenos Aires’te yapılacak IOC Kongresi’nde TSİ 23:00’de bu soruların cevabını bulacağız. Aday kentler oylama öncesi son sunumlarını yaparak kararsız delegeleri etkilemeye çalışacak. İstanbul bu kez yarışın favorilerinden biri olarak gösteriliyordu. Ta ki, Gezi olayları başlayana kadar. Gezi sürecinde hükümetin sert tutumu ve yapılan gösterilerde polisin göstericilere uyguladığı orantısız güç bir anda havayı değiştirdi. Ardından yanı başımızda patlak veren Suriye ve Mısır kriziyle Türkiye’nin bu konudaki şahin politikası da, tüm dünyayı Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması olduğu görüşüne itti.
Gezi’yle başlayan süreç
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iç politikada giderek otoriterleşen bir dil kullanması, dış politikada ise sürekli İsrail’i ve Batı’yı hedef alan sert demeçleri rüzgarı bir anda tersine çevirdi. Güneydoğu’da uygulamaya konan ‘Barış süreci’nin bir türlü istenilen ivmeyi yakalayamaması da endişeleri artıran etkenlerden biri oldu. Son zamanlarda ekonomik göstergelerde artan negatif değerler ve uluslararası finans kuruluşlarının yaptığı uyarılar da cabası. Oysa 2020 adaylığımızda en büyük kozumuz giderek büyüyen ekonomimiz ve devletin koyduğu iradeydi. Devletin iradesinde bir değişiklik yok. Ancak siyasette ve ekonomide yaşanan olumsuzlukların elimizi zayıflattığını söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan’ın Rize’de yaptığı bir konuşmada “Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı olimpik yüzme havuzu yapılacağı” şeklindeki sözleri de İstanbul için oluşan puslu havayı biraz daha koyulaştırdı. Bunun olimpik ruh açısından kabul edilemez olduğunu, dış basında da manşetlere çıktığını unutmayalım! Lozan’da yapılan son sunumda Tokyo’nun sportif değerleriyle ön plana çıkması, İstanbul ve Madrid’in ise altyapı ve şehircilik konseptine daha çok atıfta bulunması da aleyhimizde etki yapan unsurlardan. Tabi bir de işin doping boyutu var. Doping skandallarının aleyhimize mi lehimize mi işleyeceği tartışma konusu. Türk delegasyonu, yakalanan 31 sporcunun, Türkiye’de ‘dopinge sıfır tölerans’ın bir göstergesi sayılacağı ve lehimize bir hava yaratacağı görüşünde. Umarım haklı çıkarlar.
IOC’deki grift ilişkiler!
Bir de meselenin geleceğe dönük senaryolarla ilgili perde arkasında yaşanan bölümü var. Buenos Aires’te IOC’nin yeni başkanı da seçilecek. 6 aday başkanlık için yarışacak. Seçimin favorisi olarak Alman Thomas Bach gösteriliyor. Hatta, eski IOC Başkanı İspanyol Samaranch’ın da desteklediği Bach’ın seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Samaranch-Bach işbirliğinin, Madrid’in oylarında neden olacağı artışı kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Bir başka yakın temas ise Bach ile Milli Olimpiyat Komiteleri Birliği (ANOC) Başkanı Kuveytli Şeyh Ahmed Al-Sabah arasında gerçekleşiyor. Kuveytli yatırımcılar, Bach’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu şirketin ana hissedarları. Yani Bach ve Al-Sabah etle tırnak gibiler! Doha’nın 2020’de finale kalamadığını, 2024 ve/veya 2028’e daha güçlü hazırlanacağını, olimpiyat ve paralimpik oyunlarını düzenleyen ilk İslam ülkesi olma onurunu İstanbul’a kaptırmak istemeyeceğini düşünecek olursak Buenos Aires’teki hassas dengeleri biraz daha iyi kavramış oluruz. Yani sözün özü şu: Avrupa’nın bir bölümü ile Güney Amerika’nın hemen hemen tamamının Bach-Samaranch yakınlığı nedeniyle Madrid’den yana irade göstereceği, Arap ülkelerinin de Al Sabah’ın yönlendirmesinde Madrid ve Tokyo tercihlerinde bulunacağı beklentileri oldukça yaygın. Tokyo’nun şansını artıran bir diğer etken ise, 2024’e aday olmayı düşünen Avrupa ülkelerinin, aynı kıtaya arka arkaya ikinci kez oyunların verilmeyeceği gerçeğinden hareketle İstanbul ve Madrid’e sıcak bakmamaları.
Girişmen’e sunum yaptırılmalı
Bütün bu karamsar tablodan sonra şu soru akla gelebilir: Peki, bizim hiç mi şansımız yok? Elbette var. Ama çok fazla olan şansımızı biz kendi ellerimizle zayıflattık, zayıflatmaya da devam ediyoruz. Bundan bir kaç ay önce favoriydik. Tokyo ile atbaşı gidiyorduk. Çok başarılı bir ekip çalışmasına, hazırlanan kusursuz adaylık dosyasına, oy kullanacak ülkelerin büyük bölümünün sempatisine rağmen, değişen dengeler nedeniyle favoriyken plase olduk. Şimdi ince hesaplar yapmak zorundayız. Madrid ilk turda elenirse, İspanya ve Güney Amerika’nın oylarını alabileceğimiz hesaplanıyor. Mümkündür. Türk heyetinin Buenos Aires’e gitmeden önce lobi faaliyeti için son seferini Güney Amerika’ya yaptığını düşünürsek kazanmamız açısından İspanyollar ve onların kontrolündeki Latin ülkeleri kilit rolü üstlenecekler gibi gözüküyor. Belki de söylenmemiş son söz vardır ve o da çok etkili olacaktır. Örneğin; sunumdaki sürprizlerden biri Lozan’da ayakta alkışlanan Paralimpik Şampiyonu Gizem Girişmen olabilir. Girişmen’in tekerlekli sandalyesi ile kürsüye çıkıp yapacağı duygusal bir konuşma kararsız delegelerin ruhuna hitap edebilir ve son anda fikir değiştirebilirler. Son olarak şunu söylemeliyim: IOC’nin, çok uluslu dev şirketlerin ve uluslararası finans-kapital kuruluşların kontrolünde içe kapanık, masonik bir organizasyon olduğu gerçeğini aklımızdan çıkarmayalım. Yukarıda sıraladığım ve aleyhimize işleyen politik ve ekonomik parametreleri de bu realite ışığında değerlendirelim!
Hamit Turhan
‘’Burak Yılmaz satılmalı‘’
Süper Lig'de son iki sezonu forse eden Burak Yılmaz, kırılmadık rekor bırakmadı. Kendini de aşan bir performans sergiledi. Gelgelelim bazı eksiklerini hala gideremediği aşikar. Çağdaş bir forvette olması gereken tüm özelliklere sahip değil. Bunun başında da top kontrolü ve koordinasyon geliyor. Bugün birinci sınıf forvetlere baktığınız zaman en önemli meziyetlerinin koordinasyon, top kontrolü, topu ayağında tutma, gerektiği yerde rakibi ekarte etme ve maç içinde devamlılık geliyor. Burak Yılmaz, bir maça çok iyi motive olduğu zaman zihinsel melekelerinin öne çıkması nedeniyle yüzde yüze yakın bir üretkenlik sergiliyor. Lakin, motivasyon konusunda sıkıntı yaşadığı takdirde saç baş yolduracak acemilikler sergileyebiliyor. Geçmişte Arif Erdem'in yaşattıkları gibi!
En zirvede olduğu zaman bile hakkındaki transfer söylentileri eksik olmayan Burak, bu sezonun başından itibaren her gün bir yerlere gidiyor, geliyor. Bu da doğal olarak yıldız futbolcunun maçlara tam olarak konsantre olamamasına neden oluyor. Galatasaray'ın geçen hafta Bursa'da puan kaybettiği maçla, dün gece Eskişehir'de iki puan bıraktığı maç arasındaki tek fark, Burak Yılmaz'ın Bursa'da yakaladığı tek pozisyonu gole çevirmesiydi. Eskişehir'de ise Drogba'nın ikram ettiği bir pozisyonda topu eline ayağına dolaştırdı. Oysa her iki maçta da yüzde 25'le oynamıştı! Bursa'da attığı gol onu 90 dakika sahada tuttu, Eskişehir'de ise ikinci 45'de kulübenin yolunu tuttu. Şu bir gerçek ki, Burak Yılmaz Galatasaray'da kalıp kalmayacağını bilmiyor. Belirsiz bir gelecek de onu ruhen takımından uzaklaştırıyor. Dün sahada olduğu 45 dakikada ayağına gelen 10 topun 9'unu kaybetmesinin başka bir izahı yok! En basit pasları bile kontrol edemedi. Ona giden her top Galatasaray kalesine kontratak olarak geri döndü. Onun bu inanılmaz top kayıpları Drogba'yı da olumsuz etkiledi. Zaten top kontrolü ve koordinasyon konusunda eksik olan Burak Yılmaz kendini kafaca maça veremediği zaman da çekilmez bir hal alıyor. Tamam, futbolun meyvesi goldür ve Burak bunu fazlasıyla yapıyor ama kendine sınıf atlatacak gelişimi bir türlü gösteremiyor. Ne anlatmak istediğimi hala merak edenlere Lovandoski örneğiyle cevap vereyim. Sözün özü şu: Burak Yılmaz derhal satılmalı, yerine de Gaziantep'ten Muhammet Demir transfer edilmeli. Üstelik üçte bir fiyatına alınır ve en az 10 yıl Galatasaray'ın gol sorununu çözer. İnanın, Gerd Müller gibi forvet! Geçelim diğer problemre...
Sakatlığından dolayı ilk 11'de yer alamayan Hamit Altıntop'un yokluğu sanırım hiç bir Galatasaraylı'yı mutsuz etmemiştir! Ama Engin'in futbolu da... Hadi dünkü oyununu maç eksiğine bağlayalım ama Engin artık Galatasaray'ın futbolcusu olduğunu unutmamalı ve daha efektif futbol oynamalı. İlk yarıda hücumda çoğalamayan Galatasaray'da en büyük günah onundu. İkincisi de Selçuk İnan'ın! Selçuk'un geç form tutan bir yapıya sahip olduğunu biliyoruz. Ancak ne var ki, Selçuk'da Burak Yılmaz gibi motivasyon problemi yaşıyor. Duran topların paylaşımında geri plana itilmesi onun maç içindeki performansını da düşürüyor. Selçuk İnan, ilk geldiği sezondaki maçlarını seyretsin, bir de şimdiki Selçuk'a baksın. Fark, geceyle gündüz gibi. Geçen hafta Emre Çolak'la Galatasaray taraftarını kahreden Fatih Terim, dün gece de aynı şeyi Ambarabat'la yaptı. Faslı oyuncu, Galatasaray'da '2.Pinto vakası' olacak gibi görünüyor! Terim, Emre ve Ambramat ısrarından vaz geçip başka alternatifler düşünmeli. Örneğin; dün gece Eboue ve Engin'i kafa kafaya vuran genç Tarık Çamdal gibi. Ya kendi içinden ya da tarama ekibinin tavsiyeleriyle! Tabi böyle bir ekip varsa ve işlevsel ise!..
Her şeye rağmen iki deplasmanda gelen 4 puanlık kayıp Galatasaraylıları endişeye sevk etmemeli. Oynanan takımların, Bursa ve Eskişehir gibi ligimizin üst düzey iki ekibi olduğu unutulmamalı. Galatasaray'ın şu anki temposunun bile ligin üstünde olduğu; Drogba, Sneijder ve Muslera'nın varlığı da... Ayrıca takıma yeni yıldızların transfer edileceği de...
Yani enseyi karartmayın. Mevcut kadronun ligi götürebileceğini ama Şampiyonlar Ligi'nde ise Kopenhag ile üçüncülük mücadelesi vereceğini aklınızdan çıkarmayın. Şampiyonlar Ligi Kupası'nı hedefleyen bir takım bundan en az iki gömlek üstün olmalı!
‘’Trabzon cehennemi!‘’
Realite de... Bunun sağlıklı bir durum olup olmadığı elbette tartışılır. Tartışılmalıdır da... Ülkenin sosyo-ekonomik yapısında, kültürel dokusunda, siyasetinde, tarihinde bu kadar önemli bir yeri olan kentte Trabzonspor'dan başka bir değer üretilemiyorsa ortada bir yanlışlık var demektir. Bir şeylere aidiyet hissetmek insanın doğal gereksinimlerinden biridir. Ama bu aidiyetin marazi boyutlara ulaşması pek de normal karşılanacak bir durum olmamalı. Futbola bugün bütün dünyada 'bussines show' olmasından dolayı gereğinden fazla önem atfedildiği bir gerçektir. Lakin futbolla yatıp futbolla kalkmak, futbolu bir ölüm kalım meselesi olarak görmek ne derece doğrudur? Futbolun hayatın önüne geçmesini nasıl anlamlandırmalıyız?
Konuyu elbette Volkan Şen'in yaşadığı travmaya getireceğim. Volkan Şen tribünlerden küfür yiyen ilk futbolcu değildir, sonuncusu da olmayacaktır. Belki Volkan Şen olayını münferit görenler de olabilir; bütün tribünlere, hatta kente mal edilmemesi gerektiği de dile getirilebilir. Böyle düşünenler haklı da olabilirler. Tribünlerdeki sağduyulu çoğunluğun küfürbazlara tepki gösterdiğinden filan da bahsedilebilir. Fakat bu gibi hadiselerin Trabzon'da çok sık yaşanmasını ne şekilde izah edeceğiz? Geçmişte Trabzon'dan arkasına bakmadan kaçan futbolcular sır değil. Bir futbolcu için en zor kentlerden biri olduğu da herkes tarafından biliniyor.
Trabzon'a ayak basan bir futbolcunun her anının binlerce göz tarafından izlendiğini, kentin her yerinde kontrol altına alındığını bizzat futbolcuların kendileri defalarca deklere ettiler. Trabzon adeta devasa bir BBG evi gibi! Fubolcu orada asla kendi gibi olamıyor, kendi gibi davranamıyor, kendi hayatını yaşayamıyor. Trabzon formasını giyen futbolcu kendinden vazgeçiyor! Bu baskı da doğal olarak futbolcularda aşırı strese ve duygusal bir yoğunluğa sebep oluyor. Volkan Şen'in tribünlere gösterdiği reaksiyon da bu ruh halinin sonucudur. Başkan Hacıosmanoğlu'nun düşündüğü gibi profesyonel davranmamış da olabilir. Ama bu, onların da hepimiz gibi insan olduğu ve o kentte ekmek parası kazanmak için bulundukları gerçeğini değiştirmez. Futbolu bir savaş olarak gördüğümüz, statları da cehennem metaforuyla tanımladığımız müddetçe daha çok Volkan Şen gibi gençleri ağlatırız, kaçırtırız. Futbol basit bir oyundur, o kadar. Trabzon da bile!..
‘’Hamit Altıngol!‘’
Geçirdiği ağır sakatlıktan sonra Real'de bir daha dikiş tutturamayan Hamit Altıntop'un Galatasaray'a transferini de büyük bir memnuniyetle karşılamıştım. Gerek tecrübesiyle, gerek klasıyla, gerekse oyun mantalitesiyle Sarı-Kırmızılı takıma çok şey katacağına inanmıştım. Gelgelelim, bugün karşımızda futbolu iflas etmek üzere olan bir Hamit Altıntop var. Futbolu her geçen gün geriye giden, mavna gibi ağırlaşan, kendi ekseni etrafında dönene kadar üç rakip tarafından çevresi sarılan, adam geçemeyen, sprint atamayan, orta yapamayan, rakip kaleye şut çekemeyen çağdışı bir futbolcu izliyoruz geçen sezondan beri. Adeta Galatasaray kalesine atılmış 'altıngol' gibi! Bir futbolcu kötü oynayabilir, formdan düşebilir, hatalar yapabilir, takımını 10 kişi oynatabilir... Bütün bunlar futbolun içinde olan olağan durumlardır. Ama bir futbolcu ısrarla, inatla haftalardır kötü oynuyorsa; yaptığı hatalarla, kaptırdığı toplarla tribünlere saç baş yolduruyorsa bu olağandışı bir durumdur. Ayrıca Galatasaray'ın maliyeti en yüksek futbolcularından biri olduğunu da unutmayalım. Her şeyden önce aldığı paranın hakkını vermekle yükümlüdür. İş ahlakı bunu gerektirir. Lakin bütün bunlar sanki Hamit Altıntop'un umurunda değilmiş gibi. Öylesine gamsız, öylesine vurdumduymaz, öylesine ruhsuz! Bu kadar kötü oynarken her maç ilk 11'de sahaya çıkması da Fatih Terim'in adaletini sorgulamamıza neden oluyor ister istemez. Dün gece Burak'a yaptığı asist ise bozuk saatin günde iki kez doğruyu göstermesinden başka bir şey değildir.
Galatasaray'ın Bursa'da puan kaybetmesinin elbette tek sorumlusu Hamit Altıntop değildir. Hatta Galatasaray'a dünkü futbolundan sonra puan kaybetti gözüyle bakmamız da doğru değil. Bence Bursa'nın kaybettiği iki puan var ortada. Galatasaray'da çağdışı futbol oynayan bir tek Hamit Altıntop olsa belki sorunlar çözülecek. İkinci yarı oyuna giren Emre Çolak'ı da aynı kategoride değerlendirebiliriz. Keza sezona hiç de iyi başlamayan Selçuk İnan'ı da... Takımın pres gücünü zaafa uğratan Burak Yılmaz'ı da, ileri attığı bütün toplar rakibe giden Melo'yu da, hatta dün gece çok top kaybeden Sneijder'ı da... Bir takımda bu kadar kötü oynayan futbolcu varsa maç kazanması zaten mümkün değildir. Kaybetmediğine şükretmeli.
Futbolda istatistikler her zaman doğru söylemez ama Galatasaray'ın dün geceki performansını çok iyi anlatacak bir rakam vereceğim. Dakikalar 75'i gösterdiğinde Galatasaray'ın rakip cezaalanına yaptığı orta sayısı 5'ti! İkisi isabetli olmuş! Kullandığı korner ise sıfır (0)! Buna karşın Bursa'nın 25 ortası, 7 korneri vardı. Takım Drogba gibi dünyanın en iyi forvetlerinden birine, Burak gibi son iki sezonun gol kralına sahip ama cezaalanına orta yapacak futbolcu yok! Ya da cezaalanına orta yapılabilecek bir futbolu oynayamıyor. Topu ileriye taşıyabilecek bir virtüöze, kanatlardan akabilecek hızlı bekler mevcut değil takımda. Galatasaray'ın en büyük problemi budur. Dün gece ikinci yarının büyük bölümünde Bursaspor'dan baskı yiyen Galatasaray'ın bir tek etkili kontratağı yok. Geriye ve yana paslarla al gülüm-ver gülüm futbolu. Tabi bu durumda top kaptırmak da kaçınılmaz oluyor. Bereket kalede çok formda bir Muslera ve her geçen gün takıma adapte olan bir Chedjou var.
Son bir söz de kulübeye... Eğer bir sakatlığı yoksa Drogba'yı çıkarıp Emre Çolak'ı oyuna sokmanın nasıl bir mantığı olabilir ben çözemedim. Top gelmediği zaman gelip top alan, rakibin duran toplarında bir stoper gibi fayda sağlayan -ki o çıktıktan sonra Bursa'nın stoperi kornerden az kalsın ikinci golü buluyordu- her an maçın kaderini değişterebilecek, takımın saha içi liderliğini yapan bir ismi manasız bir şekilde çıkarmak ve yerine oyuna hiç bir pozitif katkı sağlayamayan birini almak büyük bir teknik adam yanlışlığıdır. Galatasaray'da sadece bazı futbolcular değil, kulübe de çok formsuz! Düşünülmesi gereken bir durum da budur.
Galatasaray açısından tatsız geçen maçın en güzel olayı ise genç Enes'in gol atması ve maç sonunda Burak Yılmaz tarafından tebrik edilmesiydi.
‘’Çare Gekas!‘’
Yıldızlara dayalı sistemden ziyade takım oyununa önem veren Metin Diyadin'in kendi klasiğini yavaş yavaş takımına monte ettiğine tanık olduk dün geceki karşılaşmada. Gençlerbirliği oyunun belli bölümlerinde rakibine karşı bariz üstünlük kurdu. Etkili presle Akhisar'a oyun kurma imkanı vermedi, iyi paslaştı, sahayı iyi parselledi ve iki farklı öne geçtikten sonra da çok adamla tehlikeli kontrataklar geliştirdi. Orta alanda Gosso'nun çalışkan ve enerjik futboluna Nizamettin klasıyla, Jimmy Durmaz da oyun zekasıyla eşlik etti. Akhisar'ın üzerlerine geldiği bölümde de takım savunmasından iyi örnekler verdiler ve haklı bir galibiyete imza attılar.
Ligin ilk haftasında aldığı 3-1'lik Elazığ galibiyetiyle liderlik koltuğuna oturan Akhisar Belediyaspor ise kırılgan orta sahası ve savunmasıyla rakibine kolay pozisyonlar verdi. Aslında en az Gençlerbirliği kadar atak yapan, rakip kaleye şut çeken Yeşil-Siyahlılar'ın maçı kaybetmesinin en büyük nedeni yakaladığı pozisyonlarda üretken olamamasıydı. Hücumda Gekas'ın yokluğunu önemli ölçüde hissettiler. Maçın kırılma anlarında bir gol bulabilseler oyuna tekrar ortak olabilirlerdi. Ama bunu yapamadılar. Ege temsilcisi Yunan golcüyle anlaşmanın yolunu mutlaka bulmalı. Eğer Gekas olmasa bile en az onun kalitesinde bir forveti kesinlikle kadrolarına katmalılar. Aksi takdirde dün geceki gibi farklı skorlarla ilerleyen haftalarda da karşılaşabilirler.