‘’Düşün futbolun yakasından‘’
Duyun da inanmayın. Yönetim açısından kaosta bir kulüp var. Hocasının sözleşmesi yok. Futbolcuların alacağı çok. Teknik adam, futbolcu, malzemeci işine sahip çıkıyor, öte yandan iktidar kavgası, iftira, dedikodu, çelmeleme bitmiyor, hep birlikte yapalım diyemiyorlar. Birbirlerine güvenemiyorlar ve haklılar, güvenilmez insanlar var. Malesef çıkar peşinde olanlar kalabalıklar. O kulübün Türkiye’nin her takımında oynayabilecek bir orta saha oyuncusu var. Bir takım onu istiyordu, alamadılar. Bir yancı, bir menajer arkadaşını arıyor. “Sor” diyor: “Onlar bizim çoçucuğu istiyor mu?” Menajer, “Siz yönetime gelmediniz ki” diye cevap veriyor. “Birkaç gün içinde o iş hallolur, sen sor”, “Sormama gerek yok, çok istiyorlar, ama bonservis ücreti yüksek”, “Bonservis falan yok oğlum”, “Nasıl yani” diyor menajer. Öbürü cevap veriyor: “Ücreti yüksek gerekçesiyle sözleşmeyi karşılıklı feshedeceğiz. Anladın mı? O şekilde herkes kazanacak” Menajer telefonu kapatıyor, futbolcunun forma giydiği kulüpteki arkadaşını arıyor. Durumdan herkes haberdar oluyor. Yanında bu tip çantacıları taşıyan adamlar, spordan çekip gitmiyor. Sporumuzun kaderi bu olamaz. Emniyetin yaptığı teknik takip gibi kulüplerin hesaplarının kuruşuna kadar incelenmesini, kulüpleri soyanların maddi manevi cezalara çarptırılmasını o kadar çok istiyorum ki...
‘’Kalbimizde iziniz kalıyor!‘’
Telafisi olmayan şey ise ölüm. Karıncayı incitmeyen, emek çalmayan, ‘adam’ gibi yaşayan dostlarımız stresin ve sigaranın yarattığı sıkıntılara yenildiler.Benim bugünkü konum da bu...Abimi kaybetmenin acısını atlatmaya çalışırken, yeni haberlerle sarsıldım.
Perşembe gecesi yayına çıkarken hayatta en çok sevdiğim dostlarımdan, mimar kardeşim Ali Güven’in aramızdan ayrıldığı haberi geldi. O geceden cumartesiye kadar ağladım. Siz tanımadınız ama futbolu en az yorumcular kadar bilirdi. İyi bir Beşiktaşlıydı. Aykut Kocaman, ben ve o, 2-3 haftada bir yemek yer, hayata dair her şeyi konuşurduk. Beşiktaş 2003/04 sezonunda Samsunspor maçında 5 kırmızı kartı görüp yokuş aşağı gitmeye başladığı gün, Aykut hoca ve ben, Cem Papila’nın duruşunun Türk hakemliği için bir milat olacağı sevincini yaşarken, Ali Güven ısrarla Papila’nın taraflı maç yönettiğini, nihayetinde futboldan anlasak da, niyet çözemediğimiz gerekçesiyle bizleri eleştirmişti. Biz ise ısrarlıydık. Bir süre sonra bir Galatasaray maçı yönetti. Cem Papila ve Ayhan kameranın kadrajındaydı. Ayhan 2 metreden küfretmek dahil tüm eylemleri yaptı. Papila kart kullanmadı. Ali Güven, aynı kararda olup olmadığımızı sordu. Biz ısrarlıydık! Tek cümleyle bizim değerlendirmemizi yargıladı: Sizin duruşunu en beğendiğiniz hakem hem kör, hem sağır!
Ve o uğruna kavga ettiğim Cem Papila duruşunu bozarak bana tarihteki ilk ve tek özür yazısını da yazdırdı...
Ya İmparator...
Nejat Biyediç de çok şey paylaştığımız teknik adamlardandı. ‘Adam’ sıfatını hakkıyla taşıyanlardandı. Büyük futbolcuydu. Türkiye’ye gelmiş en iyi 10 numaralardan biriydi. Hocalığında da öyleydi. Baliç’i dünya futboluna kazandıran isimdi. Bursaspor’un tekrar şahlanışı ve benim açımdan unutulmaz Avrupa macerası da onun dönemindeydi. “Gel” dediklerinde koşa koşa geldi, “Git” dediklerinde gıkını çıkarmadan gitti. Bursaspor sevgisi bambaşka bir yerdeydi. Anadolu kulüp başkanları 3 büyük taraftarıyken, Boşnak kardeşimiz Bursaspor aşkını hiç terketmedi.O melun hastalığı yenemedi. Onunla da, dün ölüm haberi gelen Cihat Erbil’le de vedalaşamadık.Her ölüm erken ölüm ama canımız çok acıyor... Ailelerinin, temsil ettikleri camiaların ve hepimizin başı sağolsun.
Yazıyı rahmetli abim Cem Can’ın, beklenmedik ölümüyle hepimizin yüreğini dağlayan bir başka dostumuz Tevfik Lav’ın ardından yazdığı yazıdan alıntılarla noktalamak istiyorum: “Ani kopmalar yaşandı. Beklenmedik ve kesin... Bir sakatlık veya ölüm sonucu... Veda şansı bulamadan. Vedalaşmak; belki birlikteliğe doyum sağlama çabası belki de ayrı kalanların hayata karşı bir direniş manifestosu... En yoğun; almaya değil, vermeye dair asil ve insani bir sevgi iletişimi... Yani, yalnızca sevenlerin vedaya ihtiyacı vardır.
Ah Tevfik! Ben bunları yazarken senin böyle çekip gideceğini hiç aklıma getirmemiştim ki...
Fotoğrafını yakamdan çıkartıyorum, göğsümde izin kalıyor...”
‘’Aysal'ın sınavı‘’
Ünal Aysal genel kurulda ayakta alkışlandığı sözü söyleyeli daha çok olmadı. “Galatasaray’ın bu süreçten leke almamasını sağlayan geçmiş tüm yönetimlerimize şükranlarımı sunuyorum” demişti. Sözünü geri alma zamanı. Hem de hemen...
Adnan Polat dün Hakan Ünsal’ın yazdığı gibi, hem Hakan Ünsal’a hem de pek çok medya mensubuna Bülent Tulun’un Sasa İliç transferinde kulübü zarara uğrattığını söylemişti. Hatta hikaye şudur:
Başkanlık görevine gelen Adnan Polat hesapları inceler. İliç’in sözleşmesindeki belirgin iyileşme üzerine Sırp futbolcuyu çağırıp menajerinin iyi iş yaptığını söyler. İliç, “Benim menajerim yok ki” der. Polat, yazılı olarak bu beyanı imzalatır. Sonra İliç’in kağıt üzerindeki menajeri aranır. Menajer, İliç’in menajeri olmadığı gibi Galatasaray’da da futbolcusu bulunmadığını söyler. Halbuki belgelere göre menajer 3 kez kulübe gelerek bir kez de hesabına para aktarılarak komisyonunu almıştır. Menajer, “Ben hayatımda Türkiye’ye de gelmedim” der. Ve bu ifadeyi yazılı olarak da gönderir.
Bunların hepsi iddia. Adnan Polat’a abimin rahmetli olmasından sonra yazdığım ilk yazının ardından gittim. Galatasaray’da yolsuzluk yapan varsa ve yanına kâr kalıyorsa suç ortağı olduklarını söyledim ve her Galatasaraylı muhabirin konuştuğu belgeyi istedim. Önce, “Öyle bir şey yok” dedi, “Yanlış hatırlıyorsun”... Sonra, “Evrakları bir inceleyeyim, bir şey bulursam yardımcı olurum” diye konuştu. Dün emniyette bu konuyla ilgili ne dediğini bilmiyorum.
Bülent Tulun’un, Adnan Polat’a yazmış olduğu mektup ise düne kadar bir şehir efsanesiydi. Gazeteci Tahir Kum’da olduğunu duymuştum ve defalarca kendisinden istedim. O da, “Yok” dedi, nihayetinde o mektup da elimize geçmedi. Ama en sonunda mektubun orjinalini emniyet yetkililerine Galatasaray’ın profesyoneli Bülent Tulun verdi. Bülent Tulun’un mektuptaki iması vahim. Bu dili kullananlar bilirler ki, Bülent Tulun, Adnan Polat’a, “Teşvik primi olarak kulüpten çıkarttığınız parayı inşallah teşvik için kullanmışsınızdır, cebe indirmemişsinizdir” diyor.
Bu mektubu yazan, Ünal Aysal’ın danışmanı.
Muhtemelen iki iddia da doğru. Şantaj kültürünün yansıması olan mektupla, “Siz benim yolsuzluğumu deşifre etmeye kalkarsanız, 1.5 milyon Dolar’ı açıklamak zorunda kalırsınız” diyerek aba altından sopa gösterilmiş. Ve o rest de görülememiş! Adnan Polat emniyette, “Böyle bir mektuptan dün haberim oldu” demiş. Acaba Tulun mektubu yanlış adrese mi göndermiş?
Birincisi; temizlik timsali Aysal, o makbuzlardaki tüm imzaları inceletmeli. O makbuzlardaki imza gerçekten ödendiği iddia edilen kişilere mi ait? Değilse, zaten bu işlemi yapanlar savcılığa önce evrakta sahtecilikten gönderilmeli. İmzalar gerçekten sahteyse paranın nereye gittiği de araştırılmalı. Teşvik primi olarak mı gönderildi, simsarlara mı kaptırıldı, cebe mi indirildi! Çalındıysa geri de alınmalı... Ödemeler gerçekse Galatasaray Başkanı’na bu üslupta yazı yazan profesyonele hesap sorulmalı.
“Arkadaşlar birbirlerine sitem etmişler ya da iftara atmışlar” diyerek kapatılamayacak kadar önemli bir konudur. Tulun’un iddiası doğruysa Adnan Polat, Galatasaray üyesi olarak bile kalamaz.
İkincisi; Adnan Polat’ın gazetecilerle paylaştığı iddia doğruysa -ki kendisine sorup kolaylıkla öğrenebilir- Bülent Tulun’un Galatasaray Kulübü’yle tüm ilişiği kesilmelidir.
Türkiye’nin en önemli sivil toplum örgütlerinden biri olan Galatasaray, samimiyet sınavını Aysal ile verecek.
‘’Her karar doğru, her karar yanlış!‘’
Onların hepsi burada öğrendiler bu oyunun kurallarını...Ofsaytı, taçı değil...
Öbür oyunun kurallarını. Maçı kazanmak için saha dışında yapılması gerekenleri.Teşvik göndermeyi, hakem satın almayı, rakibin teşvik gönderdiği takımların oyuncularını etkilemeyi içeridekiler mi icat etti?
Aziz Yıldırım; Düzcespor’dayken de oyunun kuralları aynıydı, Üsküdar Anadolu’da iken de, Fenerbahçe’deyken de... Hepsi aynı kurallarla oynadılar. Fenerbahçe de, Galatasaray da, Beşiktaş da, Ankaragücü de, diğerleri de... Hepsinin tarihinde deşifre olmuş ama kanıtlanmamış, cezalandırılmamış o kadar çok maç var ki. Saha dışında daha iyi olan genelde hep kazandı. Nadiren de sahada mükemmel olan...
Keşke 2004’de bıraksaydı
İlhan Cavcav, “Aziz Yıldırım ilk duruşmada serbest bırakılmazsa 30 yılı aşkın süredir sürdürdüğüm başkanlığı bırakacağım” demiş...
Keşke; 2004 yılında, “Galatasaray’ın önünü açmak için Beşiktaş’ı yeneceğiz” dedikten sonra bıraksaydı.
Keşke; Gençlerbirliği’nin hakkı çatır çatır yenirken düzeni altüst edecek bir çıkış yapsaydı.
Keşke; “Teşvik primi iyidir” demek yerine, kulübe teşvik primi geldiğinde teşvik primini alanları kovup, verenleri kamuoyunun önüne atsaydı. Keşke; kendi kulübünü soyanlara göz yummasaydı. Gençlerbirliği’ne can verse de Galatasaray sempatizanı olan İlhan Cavcav, Türk Futbol yöneticilerinin tipik bir örneği değil mi? Anadolu’da kulüp başkanlığı yapıp da daha önceden kendi kulübünün coşkulu bir taraftarı olan var mı?
Hangisi?
Hangisi dostlarının tutuklanmasına neden olan oyunları kullanmadı?
Kapulluoğlu’nun önerisi Ünal Aysal’ın, “Başlarını eğdirmediği için” teşekkür ettiği eski yöneticiler mi, diğerleri mi? Federasyon başkanları mı kullanmadı bu yöntemleri?
Türkiye’nin en önemli hukukçularından Kemal Kapulluoğlu seçkinlerin itiraz edeceği bir çağrı yapmış
Cemal Ersen röportajında...
Demiş ki, “Talimatlar değişsin. Disiplin talimatları cezalandırmak için değildir. Ekonomi çökecek, sponsorlar kaçacak, ismi geçen kulüpler Bank Asya’ya düşerse Bank Asya’daki diğer takımlar koca bir sezonu hedefsiz, figüran gibi geçirecek...”
Haklı...
“Ne yani; kanunlar yok mu sayılacak, talimatlar ne olacak” diyen de çok olur haklı olarak.
Ancak şike, bugünün suçu değil ki, hep vardı. Hep de yapanın yanına kâr kaldı! Maalesef...
14 Nisan’a kadar kopya serbest, yakalanmak yasaktı. 14 Nisan’dan sonra kopya da yasaklandı. Ve çok kişi yakalandı.Bu kadar basit...Kanunlara hepimiz saygılıyız. Kanunlar uygulanmalı. Ama herkesi yok etmeden, oyuncuyu koruyarak...Bu cezalar, futbolculara ve çocuklarımıza verilecek dikkatli bakılırsa...Mehmet Ali Aydınlar’ın yerinde kimse olmak istemiyor doğal olarak.Onun hayallerinde hep Fenerbahçe Başkanlığı vardı, sevdalısıydı. “Yürü” dediler, “Arkandayız”... Altyapıdan üstyapıya pek çok atılım yapacaktı. Ama düşündüğü gibi başlayamadı. Sevdiği kulübü başta, birçoğu kurban olarak kucağındaydı. Hazreti İbrahim gibi ilahi bir mucizeyi bekliyor Aydınlar...
Yasalar, talimatlar ve medyaya yansıyan konuşmalar çok açık. Mucize yok, ama çözüm var...
Fenerbahçe’yi ve diğerlerini kurtarmak için değil, sistemin çökmemesi için...Zaman su gibi akıyor
Aynı yöntemleri kullanmış olsalar da dışarıda kalanların vicdanını biraz olsun rahatlatmak için...
Kemal Kapulluoğlu’nun çağrısı ciddiye alınmalı ve tartışılmalıdır.
Tutuklanmalar olduktan sonra, “Sonuç ne olursa olsun, takımlar düşürülsün ya da suçsuz bulunsun, Türk Futbolu’nu sancılı bir süreç bekliyor. Tek ricam, taraftarlar birbirlerini incitecek eylemlerden kaçınsınlar. Kulüpler ceza alsa dahi o kulüplerin büyüklüğü tartışma konusu yapılamaz. Yöneticiler de suçlu mudur, kurban mı bir başka tartışma konusu” demiştim.
Hâlâ aynı noktadayım, ama zaman su gibi akıyor. Fenerbahçe, Beşiktaş ve diğerleri suçlu bulunup düşürülse büyük dert; suçlu bulunup talimat değişikliğiyle ligde tutulsa başka dert, suçsuz bulunursalar bambaşka bir dert... Federasyon hangi kararı verirse versin, tarihte ilk kez karşılaşılan bu olaydan sonra eleştiri yağmuruna tutulacak. Eee... O halde, Özdemir Asaf’ın unutulmaz şiiri Mehmet Ali Aydınlar ve yönetimine gelsin... Aşka gönül ile düşersen yanarsın. Zeka ile düşersen kavrulursun. Akıl ile düşersen çıldırırsın. Duygu ile düşersen gülünç olursun. Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin. Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç.
Kemal Kapulluoğlu ne demişti?
Bir dönem Futbol Federasyonu Başkanvekilliği görevinde de bulunan avukat Kemal Kapulluoğlu, Milliyet Gazetesi’nden Cemal Ersen’in kendisiyle yaptığı röportajda çarpıcı sözler sarfetmiş, bir anlamda “kurtuluş reçetesi” önermişti. İşte Kapulluoğlu’nun sözleri:
Şikeden en büyük zararı futboldan ekmek yiyenler görecek. Oyuncu, teknik adam, medya, suçsuz kulüpler ve sistemin kendisi. Benim önerim bu zararın asgari düzeye indirilmesi ve Türk futbolunun uluslararası platformdaki gücünün korunabilmesi içindir. Talimatlar, günün koşullarına ve futbolun çıkarlarına hizmet etmek şartıyla her an düzenlenebilir.
Disiplin talimatının 4. maddesi “özel durumlarda” cezaların ağırlaştırılabileceğini veya hafifletilebileceğini söylüyor. Mevcut talimatı uygulayarak Türk futbolunun belki de en az 5 yıllık kaderini belirleyeceksiniz. Ancak eylemin ağırlığına göre ceza verme yetkiniz olursa, bazılarını küme düşürmek yerine eksi puanlarla lige başlatarak yine cezalandırmış olursunuz.
Avrupa’daki uygulamalar bu kadar katı değil. Örneğin İtalya’daki şike olayında Juventus doğrudan küme düşürülürken, adı şike ile anılan Milan aynı ligde eksi 15 puan ile başladı. Portekiz’de Porto’nun şike yaptığı saptandı, küme düşürmek yerine puan tenzili yapılarak yola devam etti. Türkiye’de de bu uygulama yapılabilir.
Federasyon talimatları yasa değil. Federasyon başkanının da söylediği gibi, Allah’ın emri değil. Şu anda talimat hazırlama dönemi. Disiplin talimatının ilgili maddesini, “Şike yaptığı saptanan kulüplere puan tenzilinden küme düşürmeye kadar bir dizi yaptırım uygulanır” şeklinde değiştirebilirsiniz. Böylece suçun ağırlığı ve niteliğine göre bir değerlendirme yapma hakkınız olur. Daha önemlisi, sistem suçlulardan daha çok zarar görecekse kimse sizi eleştiremez.
‘’Ah İbrahim Akın ah!‘’
İbrahim Akın. Futbolseverlerin neredeyse tamamının yeteneğine şapka çıkardığı futbolcu...
Şimdi hapiste. Belki de mahkum olacak. Onun mahkumiyetine sebep olan gerçekler de belki iki büyük kulübün küme düşmesiyle sonuçlanacak...
Oysa İbrahim saha içinde kalmayı becerebilecek bir karaktere sahip olsaydı, belki şampiyon sahada değişecekti, kim bilir...
Gitar çalar İbrahim Akın...
İbrahim Akın psikolojik sorunlarını aşmak için psikologdan destek aldığını da ropörtajında söylemekten çekinmez...
Ama tembeldir, ama at sevgisi diye tarif ettiği hobisi onu kumarın pençesine atmıştır.
İbrahim Akın’ı hatırlatacak bir kaç anekdot anlatayım size...
Birincisi Tigana’yla yaptığım röportajdan. İlk önce o vazgeçmişti İbrahim Akın’dan...
Henry, Trezeguet gibi yıldızları dünya futboluna armağan eden Tigana yaptığım ropörtajda şunu anlatıyor ve İbrahim kırılmasın diye yazmamı istemiyordu: İbrahim Akın büyük yetenek. Ağırlık çalışmalarına katılmıyor. Kuvvet ve dayanıklılık antrenmanlarında ofluyor, pufluyor. Müthiş yetenekleri var. Ama çalışmıyor. Erciyes maçında yedekti, ama oyuna gireceğini biliyordu. Ellinci dakikada kulübeye baktım, içinde forması yoktu ve kulübede terlikle oturuyordu.
İkincisi de Tayfur’dan. Jübilesinin davetiyesini vermeye geldiğinde anlatmıştı...
İbrahim Akın da Sergen abisi gibi her gün at yarışı oynamaya başlamıştır. Kulüp personeliyle 8-10 milyar liralık kupon yatırmaktadır. Profesyonellik abidesi sayılabilecek kaptan Tayfur şimdi yolları Metris’te kesişen genç yıldız adayına şu öğütü vermiştir: Niye at yarışı oynuyorsun. Senin kumardan gelecek adrenaline de, paraya da ihtiyacın yok ki! Sana büyük ikramiye zaten çıktı. Çok yeteneklisin. 22 yaşındasın ve Beşiktaş’tasın. 12-13 sene daha üst düzeyde Beşiktaş’ta ya da dünyanın büyük kulübünde oynayabilirsin. Senede 2 milyon dolardan 25-30 milyon dolar kazanır hem kendini, hem ailenin geleceğini kurtarırsın!
Taraftarın sevgisi ve kahraman statüsüne yükselmek de cabası...
Dinlemedi kaptanını İbrahim pek çok kaybolan yıldız gibi. Biz de soruyorduk İbrahim’e her maç yazısında, “İbrahim niye İBB’desin” diye biraz da kızarak...
İşin kötüsü birazcık çalışarak kazanacağı milyonlarca doları elinin tersiyle itti, maç satmak için yaptığı 100 bin dolarlık anlaşma iddiasıyla hapse girdi!
Belki hapis yatacak, belki bir daha hayatında profesyonel futbol oynayamayacak...
Oysa Beşiktaş’ta kalacak, kumar oynamayacak iradeyi gösterseydi, iki büyük kulüp için de tarih başka türlü yazılabilirdi...
Zamanı geriye çevirmek imkânsız.
Yetenekli, şımarık, ben bilirim diyen genç yıldız futbolcu adayları için İbrahim Akın abilerinin öyküsünden ders alınacak, ibretlik bir çok konu başlığı var.
‘’Şike ve ideolojisi‘’
Futbol ve şike ideolojisi tartışmaları bu kez çok kuvvetli bir toplumsal reaksiyon ile karşılandı. Görünen o ki, futboldaki kirli ilişkileri yıllar boyu kullanan bir kitle de müthiş bir şaşkınlık, şok veya panik içinde...
Anlamıyorlar, bütün zihinsel güçlerini kullanıyor anlayamıyorlar. Çünkü onlar şikeye başvururlarken kendilerinden isteneni yapmışlar, başarılı olmuşlar, kitleler tarafından alkışlanmışlardı. Yönetim manevralarının sahanın içine kadar girip oyunu etkilemesi makbul bir şeydi...
Basit bir taktik uygularlar. Sporun ön yüzündeki hiçbir şeyi ellemez, yıpratmazlardı: Spor şikeye ve dopinge karşı ise onlar da şike ve dopinge karşı sözler söylerlerdi. Oysa futbolun sportif değerler değil, vahşi ve illegal bir rekabetçilik ahlakı ile düzenlendiğini herkes bilirdi...
Futbolun vitrinini sportif ölçüler içinde yapılandırmak yeterliydi: Çekici bir vitrin için pahalı takımlar kurar, hiç de beğenmedikleri, çağdaş bilgi ve becerisine güvenmedikleri teknik direktörlere abartılı paralar verirler ama başarıyı sahadaki takımların değil, saha dışındaki yöneticilerin kazanacağına inanırlardı...
Cezalandırmayan hukuk bile kendilerine karşı değilken... Anlayamıyorlar, bu gürültü neden? Profesyonel futbol, “gösterilerin dışında” berbat, yok edici bir sosyal bozuşmanın propaganda alanı haline gelmiştir. Bozuşmanın değerleri futbol üzerinden topluma teklif edilmiş, kabullendirmiş ve normalleştirilmiştir...
Geri bir dünya görüşü, geriletici bir ideoloji topluma futbol üzerinden transfer edilmiştir...
Sahadaki estetiğin büyüsüne uzun boylu kapılmayan “gerçekçi” futbolseverler de aslında başarıdaki belirleyiciliğin daha çok “yönetici becerileri ve yönetim ilişkileri” sayesinde geldiğine inanmış, yıllardan beri futboldaki çekişmeyi “yöneticiler arası mücadele” gibi kabul edip, “idari” alandaki çekişmeden haz almaya başlamıştır. Yönetici isimlerinin takımların ve hatta kulüplerin üzerine çıkışının nedeni de budur...
Hakça mücadeleye, eşitlikçiliğe ve dayanışmacılığa olan inanç yerini ayrıcalıklı olmaya ve ayrımcılığa; kurallara uyma ilkesi yerini kuralları kendine uydurmaya, daha fenası kuralsızlığa bırakmış; dürüstlüğün yerine iki yüzlülük ve yalancılık daha elverişli bulunmuş, barışçılık ve sporun kendisine çizdiği ahlaka bağlı kalmak romantik bir fantezi gibi gösterilip her türlü şiddet ve tehditkârlığın önü açılmıştır. Yönetimlerin çevresinde silahlı fedaileri olan kişilerin bulunmaya başlaması bu dönemdir. Bütün bu toplumsal yozlaşma değerlerinin toplumun her noktasında yaygın bir şekilde ortaya çıkışı, profesyonel futbolda saygın ve üstün değerler gibi sunulmasının ardından gelmiştir...
Spor yönetiminde spora özgü bir uzmanlaşmaya sahip insanlar yerine, “aslında yasa dışı” ama başarılı yöntemleri kullanarak mevki ve para sahibi olmuş kişilerin almasının tercih edilmesi bu doğrultuda ele alınmalıdır...
Toplumsal kokuşmuşluğu yaratan değerlerin önce futbolda onaylamasında, görünüşün anlamların önüne geçişinde medyadaki bazı kanaat önderlerinin rolü de önemli bir yer tutar: “Tarih yalnızca birincileri hatırlar”, “İkincilik başarısızlıktır”, “Başarı herşeydir” ve benzerlerinin mantıklı olduğunu ve en önemlisi, hiçbir kötülüğün değişmeyeceğini, boyun eğmekten başka yapacak bir şey olmadığını, durumun çaresizliğini empoze ettiler. Dopingin bile serbest bırakılması masum bir felsefi tartışma gibi sunuldu. “Şerefli mağlubiyet” spordan kovuldu, aşağılandı. O zaman elinden geleni yapıp mağlup olanlar, küme düşenler İngiltere’deki gibi alkışlanmak yerine lanetlendiler. “Şerefli mağlubiyet” kavramının yok edildiği bir futbolda “Şerefsiz galibiyetin” çirkin olmayacağını defalarca gördük. Küme düşmemek uğruna rakibine “ayağını öpeyim” diye gurursuz ve zavallı yalvarışlarla “hatır şikesi” yaptıranların, kümede böyle kaldıkları maçtan sonra küçük düşmenın üzüntüsü yerine başarı mutluluğu içinde ağlamaları anlamın değil, olsa olsa anlamsızlığın görüntüsünü oluşturdu...
Başarının her şey olduğu bir düstur haline gelince, “Her şey için her değeri” feda edenlerin rol-model haline gelmesinin önü açıldı... “Futbol asla yalnızca futbol değildir” fikri, Türkiye’de hemen kabul gördü ise fantastik versiyonu Türkiye’de sahne aldığındandır...
(30 Ekim 2004)Cem Can
Abicim ellerine sağlık.. 7 sene önce yazdığın yazı bugün bile lazım oldu.. Türk sporu sonunda senin hayal ettiğin gibi olacak.. Rahat uyu......
Hakan Can
‘’Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak‘’
Çok sarsıcı bir hafta sonu... Türk futbolunun son 14 yıldaki en önemli figürü olan Aziz Yıldırım’ın bir pazar sabahı evinden uyandırılıp gözaltına alınması, olayın büyüklüğünü anlamaya yetiyor. TFF’nin Meclis'ten çıkarttığı ve benim eksik bularak eleştirdiğim şiddetle mücadele yasasına eklenen şike ve teşvik priminin suç olarak tarif edilmesi sanıyorum emniyet yetkilerinin elini çok güçlendirdi.
Gözaltına alınan insanların büyük çoğunluğu 14 Nisan’da çıkan yasanın ardından medyada polemiklere konu olan tartışmaların öznesi durumunda. Emenike, Sezer, Bülent Uygun, Ali Kıratlı, Korcan vs... Kamuoyu önünde hepsi tartışıldılar ve kendilerini savundular. Gönlümden, tanıdığım (ve pekçok gazetecinin çoğunun tandığı) birçok sanığın masum olması geçiyor ama maddi deliller oluşmadan bu denli büyük bir operasyonun yapılamayacağını düşünerek de üzülüyorum.
Asıl iş Federasyon'da... Çünkü mahkemeler yargılanan bireylerin suçluluğu hakkında karar veriyor ama şike ya da teşvik primi varsa küme düşme kararı veremiyorlar. Savcılığın elindeki bilgi ve belgeleri TFF ile paylaşması kulüplerin alabileceği cezaların verilmesi açısından hayati önem taşıyor. Avrupa Kupaları ve ligler başladıktan sonra verilecek kararlar önümüzdeki sene liglerdeki yarışmayı sıkıntıya sokacaktır. Onlarca yıldır gözümüzün önünde gayr-ı ahlaki birçok olay gerçekleşti. Ne gazeteciler olarak biz delillendirebildik, ne mağdur olanlar kanıtlayabildi, ne federasyonlar üstüne gidebildi, hatta bazılarında belki de federasyon yetkilileri dahi işin içindeydi. Herkes başarısızlığının gerekçesi olarak federasyon yönetimlerini ve rakiplerinin ayak oyunlarını ileri sürerken, hiçbir başarı lekesiz bırakılmadı. İddialar belki haklıydı ama kimsenin de huzuru kaçmadı...
Sanıkların hepsi beraat etse dahi Türk futbolunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin.
Masum olanların bir an önce serbest kalması dileğiyle...
‘’Aydınlar'ı kandırmışlar‘’
Onun anlattığına göre, futbolcular hakları doğar doğmaz eskiden olduğu gibi federasyona başvuruda bulunabilecek, hakemlerini seçecek, kulübün seçtiği hakemle dosyayı inceleyecek başka ortak bir hakem belirleyeceklerdi. Mevcut UÇK anlaşmazlıkları 6 ayda bitiriyordu. Şimdi süre daha da kısalacak, kimse mağdur olmayacaktı. İnandırmışlar başkanı. Kaba tabirle kandırmışlar... O da tüm iyi niyetiyle kucağında bulduğu bu değişen talimatı savunuyordu. Eski sistemin devam etmesini savunan bir spor yazarı olarak olayın ne sıkıntılar doğuracağını bir kez daha anlatayım.
Davacı olabilmek için uyuşmazlık doğduktan sonra tarafların yazılı olarak anlaşması gerekiyor. Tahmin edileceği üzere dava edilen kulübün bunu kabul edeceğini ummak en hafif ifadeyle saflık.
Mesela 100 bin lira alacağı olan futbolcu var diyelim. Futbolcunun UÇK’da dava açabilmesi için kulüple yazılı bir anlaşma yapması lazım. Kulüple yazılı anlaşmaya varana kadar ödeme konusunda anlaşmaya varırlar. UÇK’ya gelemezse, gidecek devlet mahkemesine. Sürecek de sürecek...
Futbolcu bu koşulda mahkemeyle uğraşacağına hemen icra takibi başlatacak. Kulüp itiraz eder ve mahkeme futbolcuyu haklı bulursa kulüp yüzde 40 inkar tazminatı ödemekle de karşı karşıya kalacak.
Geçici maddeye göre önceden açılmış davalarındeki futbolcu hakları da gaspedildi. 9 ay, 6 ay önce açılan davası var futbolcunun. Şimdi diyorlar ki; “Sen kulübünle anlaş, UÇK’ya bir daha gel, ya da istersen mahkemeye git!”
Mehmet Ali Aydınlar’ı kararlı gördüm. Çözeceği sorunların başında hukuğu tıkayanları sistemden temizlemek gelecektir sanırım. Genel Kurul iptal edilmezse geçmiş olsun, bir sene sonra görüşürüz...
Neyse, delegelerin değişen maddeden haberi yok. Divan Başkanı’nın 201 çoğunluk aramak gibi bir kaygısı yok. Hukukçuların önceden yaptığı bir tartışma da yok. Adı olan kendi olmayan bir profesyonel futbolcular derneği var. Ben niye kaygılıyorsam... Bana ne...