‘’Karamsarlık günlerinde oyunla direnmek!‘’
Amansız pusularda çocuklarımızın can verdiği karamsarlık günlerindeyiz. Şaşkınız!.. Ekmeğin tadı, sofranın tuzu, golün sevinci eskisi gibi değil. Bu karabasandan ne zaman nasıl uyanacağız bilenimiz de az. Hiçbir şey yokmuş gibi yaşayamayız elbette ancak geleceğe olan inancımızı da dik tutmak zorundayız. Yoksa, biliyoruz ki hep birlikte kaybederiz... Dünya kaybeder.
Kaçan toplumsal afiyetimiz dün Kasımpaşa Stadı tribünlerine de yansımıştı. Böylesi bir maç için ‘seyrek’ olan tribünlerde bir köşeye sıkıştırılmış Beşiktaş taraftarı da olmasa ‘sessiz sinema’ izleyecektik. Lakin saha bu denli durağan değildi. Ülke ortalamasının üzerinde tempoyla oynanan bir karşılaşma izledik ilk yarı. Genellikle maçların ilk devrelerini ‘boş’ geçiren Beşiktaş, ayarladığı tempoyla oyunu elinde tutmaya çalıştı. Bir yandan şutlarla gol ararken 20-30 arası rakibini iyice geri itip oyun boyunu kısaltmayı başardı. Fakat golü de bir hızlı hücumla buldu. Burada da Cenk, Quaresma, Aboubakar üçlüsünün seri ve pratik olmaları fevkalade önemliydi.
3 dakikada geriye
Adem Büyük’ün yokluğu Kasımpaşa’nın öndeki etkisini ciddi oranda azaltmış olduğundan belirgin bir Beşiktaş üstünlüğü söz konusuydu ilk yarı. Beri yandan ilk devreyi kendi sol tarafından zorlayan Kasımpaşa adına sahada baskın bir Tunay Torun efektinden söz etmek de gerek...
İkinci yarının hemen başında Kasımpaşa tıpkı ilk yarıda olduğu gibi Beşiktaş’ın sağ kanadını zorlayarak golü buldu. Ardından sadece çıkışlara yardım edip gerçek bölgesinde sıkıntılı bir gece geçiren Gökhan Gönül’ün ‘çift dokunuşu’yla ikinci golü... Üç dakikada geri düşünce de onlar adına oyunu toparlamak güçleşti. Şenol Güneş son bölümde çözüm olarak önce Kerim’i içeri aldı sonra Tolgay/Atınç değişikliğiyle Adriano’yu öne sürdü. Ne varki sekiz dakika sonra Olcay oyuna dahil olunca Adriano bu kez ortaya yöneltildi.
Rakipler çözdü...
Yani iş tamamen doğaçlamaya kalmıştı. Artık sonuç, oyun/düzenle değil ‘yüklenme’nin getireceği ihtimaller belirlenecekti, olmadı. Beşiktaş’ın epeydir gözle görülür bir düzen sorunu var. Hücumdaki çözüm yöntemleri öğrenildiğinden beri, yandan, özellikle öne çıkan defansif problemler takım balansını ciddi anlamda bozuyor. Bu da orta saha organizasyonun devamlılığını haliyle hücumdaki etkinliği sekteye uğratıyor. Güneş ve ekibi ‘gol sorunu’ kadar işin bu yanına da kafa yormak zorunda kalacak gibi... Maçın sonunda Beşiktaş taraftarının mağlup takımlarını tribüne çağırması ise onlar adına işleri yoluna koymanın ilk adımı olarak algılanmalı...
‘’Arzulu oyunu hatırlayınca!..‘’
Dinamo Kiev travmasının krize dönüşmesini engellemek isteyen Şenol Güneş, son dönemde düşüşte görünen Atiba’ya destek için Olcay/Necip ikilisini sürmüştü sahaya. Bu durum hem güvenliği sağladı hem de maçın ilk 30 dakikasında Beşiktaş’ı lig için astronomik sayılabilecek bir yüzdeyle topun sahibi yaptı. Yine de ilk ciddi atak Bursa’dan geldi!.. Çünkü zaten maçların ilk devrelerini düşük ritmde geçiren Beşiktaş, son dönemde iyiden iyiye hücum çeşitliliğini kaybetmişti. Aboubakar’ın yapamadığı ik ‘iş’in yanına bir de 41. dakikada Gökhan Gönül’ü sağda bir başına bırakan organizasyonda Oğuzhan’ın ataleti nedeniyle şutlayamadığı pozisyonu ekleyin, işte ilk devre... İki takım da gayretli ama verimsiz tamamlandı bu bölümü.
Tempo ve kurgu
Beşiktaş ikinci devreye her zamanki gibi yüksek arzuyla başladı. Gazeteciler bu durumu genellikle “Soyunma odasında hoca neler söyledi?” sorusunun yanıtında ararlar. Oysa gerçek neden Şampiyonlar Ligi verilerinde saklı; “Beşiktaş 32 takım arasında en az koşan ekip! Ve Beşiktaş grup maçlarının yaşça en büyük takımı!...” Sanırım bu veriler tek devre tempo ve kurgunun yettiği ligimizi daha doğru anlamamızı da kolaylaştırır.
Yeterli olmadı!
Beşiktaş baştan beri geri ittiği ama ikinci devre ceza sahasına hapsettiği Bursa’yı üst üste gelen iki penaltıyla çözdü. Bu duruma katkı veren en önemli isim de oyuna ikinci devre dahil edilen Tolgay oldu. Beşiktaş maçta baştan sona topu elinde tutup rakibinin oyuna katılımını engelledikçe topun peşinde koşmak zorunda kalan Bursa oyun kuramadı ve ‘mutsuz’ oldu. Bilinir, mutsuz takımdan yaratıcı oyuncu da oyun da çıkmaz... Beşiktaş’ın tempo düşmeye çalıştığı son 10 dakikada oyuna döndüler ve golü de buldularsa da bu yeterli olmadı.
Seke seke atıyor
Beşiktaş bu maçla ‘arzulu oynadığı’ günleri hatırladı. Sahadaki şevki ölçmek için tribüne bakmak yeterli. Pahalı olduğu için seyrek olan ve maçı erken terk eden ‘maraton alt’ dışında İnönü tribünleri eski ruhu geri çağırıyordu adeta.
Ve bitirirken... Sahi şu ‘’Penaltı atışına gelen oyuncu duraklayamaz’’ kuralının nedenini anlayan var mı? Kim yazdı, neden yazdı ve kim kabul etti acaba? Penaltıcılar seke seke atıyor, hakemler bakıyor ve golü veriyor, bizler de bu kuralın hangi durumda uygulanacağını merak edip duruyoruz!...
‘’İlk görev: Yıkıma dönüşmesini engelleme‘’
Şampiyonlar Ligi seviyesinde ‘kötü takım’ yok sadece farkı yaratan ‘çok iyi takım’lar var. Güçlü bir tarihe sahip olan Dinamo Kiev de o, kötü olmayan takımlardan sadece biri. Ne
yazık ki bunu gösterdi... Yönetimi, teknik adamı, yazarı çizeri, taraftarınca ‘tarihi’ olarak nitelenen bir maça çıkan Beşiktaş’ta, oyuncuların bu ruh halinin baskısı altında kalmış olmaları ihtimal dahili. Yine de maçın ilk 30 dakikasında topu kullanma konusunda gayretli, üstün ve estetik olan tartışmasız olarak Beşiktaş’tı. Hem de bu seviyede yenmemesi gereken o ilk golü yemiş olmalarına rağmen. Ancak hangi kitaba sığdığı belli olmayan ‘penaltı/kırmızı kart/gol’ün ardından film tamamen koptu ve devamı bir teferruta dönüştü.
Sorunlar var!
Napoli ve Benfica maçlarında onca pozisyon verilmiş olmasına rağmen Kiev’e büyük umutlarla giden Beşiktaş’ın farklı mağlubiyetinden sonra “Bu seviye zor seviyedir” demek işe yaramaz. Artık Beşiktaş için ufukta bambaşka sorunlar var. Öncelikle, problemler cesurca tespit edilip yapıcı bir strateji oluşturulmalı. Bu skorun uzun sürecek bir yıkıma dönüşmesini engellemek birincil görevdir. Ancak en büyük ve zorlu görev ‘tribünde kimlik değiştirmeye zorlanan’ taraftara düşüyor. Onlar ‘suçlu ya da suçlular aramak’ yerine takımın her üyesini ayakta tutacak bir dayanışma dili bulmak zorundalar ki, bu, Beşiktaş semtinin ve tribününün genetiğine kazınmıştır.
Çok çekti...
Ukrayna’daki planlı faşizan saldırılar ise futbola yuvalanmış gerici, yıkıcı, hayata ve oyuna, insana ve eğlenceye kast eden belalı düşüncelerin başta Avrupa tüm dünyada
kol gezmek için fırsat kolladığını bir kez daha gösterdi. Dünya ırkçı düşünceden çok çekti ama büyük bir kalabalığın tüm acıları unutup, zulmü tekrarlamak için pusuya
yattığı da bir gerçek.
‘’Biz bu maçı niye izledik?‘’
Kadrolar açıklandığında görüldü ki, Beşiktaş neredeyse tüm hücumlarını sahaya sürmüş, oyunun 60’tan sonraki son bölümüne Aboubakar dışında etki edecek bir başka yedek bırakmamıştı. Öyle ki, hafta içi Fenerbahçe sosyal medyasının ablukaya aldığı Gökhan Gönül bile kadrodaydı!.. Oysa bilinir, Beşiktaş maçların ilk yarılarını genellikle ‘nafile makamı’nda tamamlar. Fenerbahçe ise ‘güvenle oynayan’ ve ‘kazanmayı bilen’ onbiriyle sahadaydı. Peki, Şenol Güneş’in bu tercihine neler yol açmış olabilirdi?
Söylemek güç...
Öncelikle Fenerbahçe’nin istatistiki olarak rakiplerine göre topla daha az oynuyor oluşu önemli bir etkiydi. Topu üçüncü bölgede tutmayı başardığı oranda hem gol bulmak hem topu kaleden uzak tutmak birinci hedefti. Beşiktaş stoperlerinin ‘kırılganlığı’ da bu planı zorunlu kılıyordu. Ancak bu planın istenilen ölçüde uygulandığını söylemek güç! Çünkü Josef/Topal hattı başta olmak üzere Fenerbahçe hemen her yerde topu Beşiktaşlılardan alarak onların pas trafiğini etkisiz kılarak tempo yapmalarını da engelledi.
Düşük vites!
Bu çerçevede oyun Alper/Atiba eşleşmesine kilitli gitti bir müddet. Daha iyi savunmacı olan Atiba hücumcu Alper’i alacağı ilk topta kelepçeledi daha iyi hücumcu olan Alper savunmacı Atiba’nın top kullanmasını engelledi. Bu nedenle oyun enine genişletilemediğinden ilk 20 dakika pata pat geçti. Sonra Fenerbahçe milim milim topu öne taşıyıp rakip alana yerleşti. Beşiktaş stoperlerinin de dağınıklığı nedeniyle en azından duran topları da gitgide etkili kullanmaya başladılar. İkinci yarı temposuyla bilinen Beşiktaş ise tahmin edilebileceği gibi ilk yarıyı ‘düşük vites’le tamamladı.
Oynamayı değil
Orta sahaların işlerini sadece savunma yönünde doğru yapması nedeniyle maç ikinci yarıda da tempo kazanmadı. Bunu tribün performansından takip etmek de mümkündü. Onlar da sahadakiler gibi ‘suskun’dularÖ Kaleyi bulan şut atılamadan, iki gol pozisyonu yaratılamadan, oynamayı değil oynatmamayı düşünerek ülke vasatının iyi örneklerinden birini izledik hep birlikte!.. Oynayanlar ve hocalar kazandı ama sahi biz bu maçı neden izledik? Yoksa ‘’Onlar koşup para kazanıyor siz boş boş bakıyorsunuz’’ diyen aneannem Binnaz Hanım haklı mıydı?
‘’İkinci yarı severler!‘’
Ligin sonucu en çok merak edilen maçlarından birinde ‘düzene dayalı oyun’ ile ‘beceri ve tempo oyunu oynayan’ iki takım karşılaştı. İlk yarı boyunca görüldü ki, ‘düzenli Başakşehir’ adeta düşünmeksizin ezbere oynuyordu. İnönü’ye gelene kadar dersine en iyisinden çalışmış, karşılaşacağı problemlere dair bolca örnek çözmüş, yapabileceğinden emin olduğu için de sakin kalma meselesini halletmişti. ‘Geçiş oyunu’ olarak adlandırılan topun el değiştirdiği anda yapılması gerekenleri harfiyen uygulayan takım Emre/Mahmut merkezli savunma/hücum varyasyonlarıyla Mosorro, Visca, Cengiz ve Mehmet Batdal’ı bol bol pozisyona soktu. Bilinir, ev sahibi Beşiktaş açısından son Benfica maçında da olduğu gibi maçların ilk yarıları her daim sıkıntılıdır.
Yaratıcılık artırıldı
Oyun kurmakta, hızlı çıkmakta, bireysel olarak fark yaratmakta ağırlıklı olarak ‘ikinci yarı’ya kurgulu bir takımdır Beşiktaş. Bu nedenle, değişikliklerle gelen akışkanlığın ya da bireysel becerinin ağırlığını hissettirdiği ikinci yarılara alışmış taraftarı da temkinlidir. Maça biri ‘çaylak’ olan Beşiktaş stoperlerine baskıyla başladı Başakşehir ama ‘işi’ daha çok sağ bek Beck’in üzerinden çözdü. Stoper uyumsuzluğu nedeniyle geniş bir alanı savunmak zorunda kalan Beck, hem hataların hem de savuşturmaların adamı olarak göze çarptı ilk yarı boyunca. Ancak devre sonuna kalmadan Emre’nin sakatlanarak oyundan çıkması maçın akışını da hikayesini de değiştirdi. Tahmin edileceği gibi Beşiktaş, ilk yarının son on dakikasında ele aldığı oyunu ikinci yarının hemen başında daha da öne taşıdı. Çünkü artık hem rakibin en önemli oyuncusu Emre sahada yoktu hem de Gökhan çıkmış yerine Tolgay sahaya sürülerek yaratıcı oyuncu sayısı Oğuzhan’la birlikte ikiye çıkarılmıştı.
Ritmi kaybetmeye başladılar
Beşiktaş oyunu akıtıp Başakşehir’i koşturmaya başlayınca da yedek kulübesi sınırlı ve yaşça ‘olgun oyuncular’dan kurulu Abdullah Avcı takımı ritmini kaybetmeye başladı. Bu arada bir hayli ciddi iki gol pozisyonu da buldular. Beşiktaş ise istediği tempoya ulaşamadıkça çözüm üretmekte zorlandı. Bu durum, ikinci yarı tempoya alışmış taraftarı da aşağı çekti. Neticede ligin bu döneme kadar en iyi işleri yapan iki takımı yenişemedi ancak polemik ve tartışmalar ülkesi Türkiye için ‘ağır çekim’ bir fırsat doğdu.
‘’Pes etmedi kaybetmedi!..‘’
Buraya kadar ‘yenilmeyen’ bir takım olarak Beşiktaş maça psikolojik olarak üstün çıkmıştı. Lakin futbolda psikolojik para metreler epeydir ‘tali belirleyici’ konumunda. Aslolan düzen ve o düzeni uygulayabilecek birikim. O da top ayağındayken neyi nasıl yaptığınla ortaya çıkıyor. İlk yarı boyunca topu ayağında daha çok tutan takım Beşiktaş olsa da mesele ‘iş yapmaya’ geldiğinde roller değişiyordu.
Nafile makamında oynamak
Benfica en uçtaki adamı ile kaleci önündeki hattının boyunu 20-25 metre ile sınırlı tutmayı başardıkça Beşiktaş topu ele alsa da nafile makamında oynamak zorunda kaldı. Çünkü böylesine daraltılmış bir düzende adam eksiltme konusunda eksik olan To lgay ile Oğuzhan ister istemez kayboldular ve oyun bir türlü kurulamadı. Bu arada ele geçirdiği topları seri ve basit biçimde aralarında gezdirmeyi beceren Benficalılar ise pozisyon çeşitliliği ve yüksek yüzdeyle maçı ilk yarı kopardı.
Tribünü aşağı çekti!
Bir takım, gol yiyebilir ama aslolan yediği gole gösterebildiği reaksiyondur. Beşiktaş ilk yarı boyunca yediği gollerde ciddi hiçbir tepki gösteremedi. Reaksiyon seviyesinin düşüklüğü aynı zamanda rakibi cüretkar hale getirirken tribünü de aşağı çekti.
Ama bilinir.. Beşiktaş ikinci devre takımıdır. İkinci devreye takımı Gökhan ve Cenk ile tahkim eden Şenol Güneş takımı en iyi bildiği şey olan ‘tempo ya pmaya’ davet etti ve davete icabet eden Cenk’in golü de gecikmedi. Gol geldi ancak Benfica başta gole reaksiyon gösterip her atağa atakla karşılık verince oyun üstünlüğünü kısa sürede ele geçirmek mümkün olmadı. Taa ki 82’deki penaltıya kadar. Quaresma’nın penaltı golü sonrası geri kalan dakikalar bir ‘tansiyon maçı’na dönüşürken Benfica içe doğru büzüştü. Ve bu da baskıyı haliyle de sonucu yani beraberliği getirdi.
Çıta yukarıda...
Böylesi bir maçta skoru beraberliğe getirmek, gerek namağlup unvanının korunması gerek oyunu çevirme gücü, gerekse zorlu maçlar periyoduna girmesi açısından Beşiktaş açısından çok önemliydi. Bir kez daha görüldü ki Beşiktaş tüm eksiklerine rağmen ülke ölçeğinde çıtayı hayli yukarı koyan bir takım. Bundan sonra gruptan çıkma hesapları yapmak kuşkusuz ki önemli ama daha önemlisi bu oyunu ‘garanti kazanan’ bir seviyeye ulaştırmak için çalışmaya ara vermeksizin devam etmek. 3-0’dan 3-3’e getiren bir takımın genetiğinde bunun fazlasıyla varolduğunu biliyoruz.
‘’Üst üste gollerle oyun koptu‘’
Bilinir, ilişkilerin geleceğini belirleyen kavgalar değil kavgaların ardından hangi yöntemlerle barışıldığıdır. Gelecek, barışa bilmek için kurulan cümleler üzerinden kurulur. Milli takımdaki kavgalar neden yaşandı bilenimiz yok. Nasıl barışıldı onu da bilen yok. Haliyle buradan bu teknik ekip ve mevcut kadroyla hepimiz için bir gelecek çıkmaz!
Rakip öne geçebilirdi
Böylesi bir atmosferde grubun ‘en kolay’ görünen maçına çıktı milli takım. İlk yarı boyunca da aradı durdu. Kenarlardan aradı ortadan aradı. Aradı bulamadı. Golü bulamadıysa bu beceriksizlikten değil Kosova kalecisi Samir Ujkani’yi aşamadıklarındandı. Skoru bulamadıkça rakibin direnci de yükseldi. Rakip Kosova ise gücü oranında direnmeye yine gücü oranında hücum etmeye çalıştı. Öyle ki, devrenin son anında yakaladıkları pozisyonda golü bulsalar soyunma odasına önde girebilirlerdi.
Kuru kuru ‘çak’!
İkinci devreye ilk devredeki oyunun güveniyle başlayan milliler golleri üst üste bulunca oyun koptu. Milli takımın sosyal hallerini anlatan an ise ilk golün sevinciydi sanırım. Tanıdığımız Burak golü attıktan sonra genellik gol sevincini tribünlere koşup yalnız yaşardı. Bu kez de öyle yapacakken yarı yolda karar değiştirip Arda’ya yöneldi!.. Aynı anda Fatih Terim ekibiyle kuru kuruya ‘çak’ yapıyordu!
Dışarıda oynayacağımız maç önemli
Bu maç üzerine ‘oyun boyu’, ‘üçüncü bölgede baskı’, ‘kanat organizasyonları’ vb. analizler sanırım o denli anlamlı olmaz. Kosova’ya karşı burada değil esasen orada oynayacağımız maç ‘kendimizi daha doğru tespit etmemiz’ açısından önemli olacaktır.
Yeneceğimiz büyük oranda belli olduğundan galibiyet de ‘ritüel sevinç’in ötesine geçemedi. Sevinç ‘uçucu’ kalırken tribünler kalabalık ama yeterince tempolu değildi. Ancak yine de bu tribünü gören Antalyaspor yönetimi maçlarında aynı yoğunluğu görmek istiyordum sanırım!..
‘’Keyfiyet zafer kazandı‘’
Hangi oyuncunun Milli Takım’a neden çağrılmadığı ya da kimin hangi ölçütlerle kadroya dahil edildiği türünden sorular artık anlamını yitirdi! Çünkü ‘keyfiyet’ bir zafer kazandı. Fatih Terim’in açıkladığı son kadroyla ülke futbolunun son zamanlardaki ‘en yakıcı’ tartışması da sona ermiş görünüyor... Ama bilinir, ‘görünüşler aldatıcıdır’! Bülent Ortaçgil, ‘’Bu su hiç durmaz’’ der ya o misal, bu köprünün altından daha çok su akacak. Kimileri, ‘’Bu tartışma benim açımdan sona ermiştir’’ diyor, televizyonlar da ama kimse bu tartışmanın nereden kaynaklandığını açıklamıyor!.. Ancak alınan kararlar ve açıklanan kadro problemin kaynağının bizzat Fatih Terim olduğunu düşündürtmüyor mu?
Yalçın alındı ama...
Düşündürtmediğini söyleyen birileri varsa Terim’in, ‘’Benden değil Türk halkından özür dilemeliler’’, ‘’Bu aynı zamanda teknik bir karardır’’ mealinden sözleri nasıl yorumlanabilir? Stopersiz çıkılan Avrupa Şampiyonası maçlarının ardından örneğin Yalçın Ayhan’ın bu saatte kadroya dahil edilmesi hangi ‘teknik’ ya da ‘idari’ kararla açıklanabilir? Hatırlanır, sahaya en fazla yerli oyuncu süren Başakşehir Teknik Direktörü Abdullah Avcı yakın zamanda sık sık ‘iğneleyici’ ifadeler kullanıyor. Bunların ardından Başakşehir’den alınan oyuncu sayısının dörde çıkarılmasını nasıl yorumlamalıyız?
Hükmü sonsuz değil
Bütün bunlardan sonra... Hepimize ait olana karşı bu denli vurdumduymaz bu denli keyfi davrananlardan bir özür beklemeyi de hak etmiyor muyuz? ‘’Hakkımız yok’’ diyenler de olacaktır muhakkak. Benim sözüm bizim gibi düşünenlere... ‘Özür’ olsun ya da olmasın, yine de biliyoruz ki ‘keyfiyet’in hükmü sonsuz değildir. Hele ki iş futbol olunca... Hayat er ya da geç kapıya dayanır ve olması gereken mutlaka olur. Kim ne derse desin... Bu noktada Türkiye Futbol Direktörlüğü makamının açıkladığı faaliyet raporu üzerine de bir şeyler söylemek gerekiyor ancak bugünlük ‘yerim dar.’









































