‘’Çalışılması gereken dersler var‘’
Beşiktaş’ın geçen sezondan en büyük farkı; Sosa ve Gomez pozisyonlarını tahkim edememiş olması... Bu nedenle temel prensipler değişmek zorunda kaldığından top hücum alanında önceki sezona göre daha ‘verimsiz dolaşıyor’. Bu durum oyunun ağırlık merkezinin Atiba/Oğuzhan/Sosa düzeninden kanat ortalarına kayışında gözlenebilir...
Beri yandan, Beşiktaş’ın geçen yıldan bu yana ilk devreyi rolantide oynayan bir takım olduğu gerçeğini de göz ardı etmeyelim. O nedenle kadrolar açıklandığında orta sahadaki isimleri gören Beşiktaşlılar sanırım, “İyi de topu kim yapacak?” diye sormuştur. Top yapacak yegane isim Tolgay’dı. Evet, bu kadro topu ele geçirme ve elinde tutma konusunda iş görürdü... Ama ya hücum? Beşiktaş topu elinde tuttu. Orta da attı korner de buldu ama verimli miydi? İşte sorun burada!.
Sıkıntı olabilirdi...
İlk devre boyunca Kayseri’yi zorlayan pozisyonlar takımın yapısı gereği ‘sağ kanat’ olarak gözlendi. Bu nedenle Aboubakar/Cenk ikilisini ortadan yani ‘yerden pas’ ile besleyecek bir organizasyon mümkün olamadı. Tek top yapıcı Tolgay, Kayserili Mijailoviç ve Kubilay Sönmez’in kapattığı orta sahayı doğal olarak aşamayınca da verim düşük kaldı.
Evet yeterince top indirmedi değil ancak top rakibe geçince ne yapılacağı soru işaretiydi. Ve Kayseri, hızlı hücuma çıkabildiği bir kaç pozisyonda ‘iş yapsa’ skor Beşiktaş açısından hayli sıkıntılı olabilirdi.
Bilinmezler maçı çözdü
Kayseri gibi kontradan gayrı hali olmayan, tek boyutlu bir takım karşısında bu denli ‘güvenli oyun’u tercih eden Şenol Güneş, gidişatı değiştirmek için Quaresma/Ömer Şişmanoğlu gibi iki
‘bilinmez’i sahaya sürdü. Sonuçta istediği oldu ancak istatistiklere bakmak yetmez. Oyun hakimiyeti ve sonuç üretme açısından Beşiktaş ligin önünde görünse bile geçen sezon oynanan oyunun hala gerisinde. Bu nedenle Şenol Güneş, örneğin Talisca, Aboubakar, Tolgay gibi oyuncularını daha verimli hale getirecek bir düzeni yakalamak zorunda. Yoksa bu haliyle
Beşiktaş ligde çoğu takıma karşı sorun yaşamaz. Ancak rakipleri de yavaş yavaş savunma formüllerini hazırlıyor. Hali hazırdaki düzeni ve ritmi düşünüldüğünde Beşiktaş’ın çalışması gereken hayli ders var gibi görünüyor.
‘’Tutarsızlık!‘’
Başkan Demirören’in konuşmasında bu kadar çok tutarsızlık barındıran bir sunuma uzun yıllardır şahit olmamıştım. Terim-Arda krizinde sorun prim değil anladık. Ona göre ‘idari’ bile değil, ‘teknik’!
Arda, hocasıyla primi yanlış yer ve zamanda konuştuysa konu nasıl ‘teknik’ olur? Şimdi hepimize düşen yeni imalar ve ‘gizli özneler’le dolu yeni basın toplantılarını beklemek. Bu soru ve yanıtlar anlayana çok şeyler anlatıyor .
Ülke futbolunda işlerin neden baş aşağı gittiğini gösteren enteresan bir süreçten geçiyoruz. Avrupa Şampiyonası’nda başlayıp bugüne ulaşan kriz büyüyerek sürüyor ve her ağzını açan krizi daha da derinleştiriyor. Ne acı ki, krizleri bizzat yaratanlar ortalıkta ‘Çare bizde’ diye boy göstermekten de geri durmuyor!
Fatih Terim’in ‘içi boş’ basın toplantılarından sonra önceki akşam sahne TFF Başkanı Yıldırım Demirören’deydi. Bilinir, bizde basın toplantılarında söylenenler birkaç basın toplantısıyla ancak düzeltilebilir! Kendi adıma konuşmam gerekirse, bugün söylediğinin bir gün sonra tam tersini yapan/söyleyen çok kişiye rastladım. Ancak herhangi bir başlığın başı ile sonu arasında bu kadar çok tutarsızlık barındıran bir sunuma uzun yıllardır şahit olmamıştım.
‘Matematik ve mantık hatası!’
Öncelikle TFF Başkanı’na bir öneri; kadrosundaki ‘entelektüel ekibi’ -şayet varsa- ivedilikle değiştirmeli! Çünkü o röportajda sorulara verdiği yanıtlarla bana, ne kendisinin ne de ekibinin matematik ve mantık derslerine ciddi anlamda devam etmediklerini düşündürttü. Basit bir sosyal medya taramasıyla ne kadar insanın Demirören’in anlattıklarına ikna olduğunu anlamak hiç de zor değil.
Örnekler çok ama bir ikisiyle durumu somutlayayım...
‘Buz gibi ‘idari’ problem’
Şu, nedenini kimsenin gerçekte bilmediği Fatih Terim-Arda Turan krizinden başlayalım. Sorun prim değil anladık! Hatta Demirören’e göre ‘idari’ bile değil ‘teknik’. Peki, Arda kaptan olarak teknik direktörüyle primi konuşabilirse ve bu konuşma yanlış yer ve zamanda yapıldığı için bunlar yaşandıysa bu kriz nasıl ‘teknik’ olabilir. Bu buz gibi ‘idari’ bir problem değil midir?
‘İsim ve grupları açıklayın’
Demirören, “Algı operasyonlarını yapanları Türkiye biliyor” diyor. Bir kez daha hatırlatalım ve sorumuzu yineleyelim; “Bir çoğumuz bu isimleri samimiyetle bilmiyoruz. Bizim futbola da hayata da dair sevincimizi, umudumuzu çoğaltmamız için lütfen bu isim ve varsa grupları açıklayabilir misiniz?”
‘Terim benzeri dil kullanıyor’
Dikkat edilirse Fatih Terim de benzeri bir dil kuruyor ve zaman zaman ‘Dağın arkasındaki sis’in içindekileri görebildiğinden söz ediyor! Kimdir onlar? Belli ki bir o, bir de Yıldırım Demirören biliyor! Biz fanilerin ise futbolun ‘karanlık işleri’ne dair bir şeyler öğrenmesine zaten gerek yok!.. Bize düşen kombine, dekoder, forma almak ve gerisine karışmamak...
‘Kadrodan haberi bile yok’
Demirören ve Terim’in dillerindeki bir başka benzerlik ise ‘bakma’ eylemine odaklı... Demirören, Terim’in kendisine maçtan beş dakika önce gönderdiği ‘kadro’ya bakmamış. Oysa çocuk bile merak eder bakardı!.. Herhalde büyük olduğu için kadroda kim var kim yok bakmadı!... Hatırlanırsa Fatih Terim de federasyonla yapılan sözleşmesine bakmadığını belirtmişti. Çelişkiler listesi uzar gider, sayfalara sığmaz... Şimdi hepimize düşen yeni imalar ve yeni ‘gizli özneler’le dolu yeni basın toplantılarını beklemek. “Nasılsa bir şey öğrenemiyoruz” demeyin, bu soru/yanıtlar anlayana çok şeyler anlatıyor.
Demirören ne demişti?
"Geçen Avrupa Şampiyonası’nda gelen paranın yüzde 30’unu havuza attık. Yüzde 70’ini de dağıttık. Biz arkadaşlara 500 bin TL prim verdik. Ha tartışılır fazladır, azdır. Bu ülkede teknik heyete 15 milyon Euro prim verildi.”
"Kamuoyu kimin ne kadar prim aldığını biliyordu. Neyi tartışıyoruz. Bunlar tehlikeli oyunlar. Biz bunu yapanları biliyoruz. Herkes haddini bilecek. Algı operasyonu yapanlar karşısında hem beni hem de bizim gücümüzü bulurlar.”
"Benim kaptanım prim için kavga etmez. Takım kaptanı, kaptan olarak hocamızla konuşabilir. Ancak konuştuğu yer yanlıştı.”
"Arda, 6 ay Barcelona’da oynamadığı zaman A Milli Takım’a alındı. Arda’yı soruyorsunuz ama Arda ile beraber Selçuk da Burak da Hakan da alınmadı.”
"Avrupa Şampiyonası’nda Arda başarılı mıydı? Değildi... Daha neyi konuşuyoruz? Milli takım kimsenin tapulu malı değil. Radikal değişikliklere de hazır olmamız gerekir. Hocamız Arda’yı Kosova maçında çağıracak mı? İnşallah çağırır.”
"Terim’le ilgili bir istifa konusu olmadı. Hocamızı 3 kez gönderdik, 4 kez geri getirdik. O kadar değerli! Yola beraber devam edip etmeme ile ilgili konuşmak istedi, biz de devam ettik.”
‘’Hocanın yitirdikleri‘’
Kim önerdi, kim uygulattı bilmiyorum ancak izlediği tuhaf iletişim stratejisi bu kez Fatih Terim’in ayağına fena dolandı. Şimdiye değin süreçleri ‘geçmiş başarılı günler’ retoriği ya da ‘ders almam ders veririm’ türü diklenmelerle idare etmişti. Artık ‘kazansa’ bile bu kimseyi kesecek gibi görünmüyor. Aleyhindeki cephe hem genişledi hem hayli keskinleşti. Stratejisi, kendini ‘hesap vermez’ biri gibi göstermeye dayalıydı.. Ve stratejinin kaynağı, onu Türkiye Futbol Direktörlüğü makamına birilerinin seçmeyip, ‘biri’nin oturttuğu algısıydı! Böylece “Hesabı sadece bir kişiye veririm” illüzyonu ile kendine geniş ve denetimsiz bir koruma alanı oluşturdu.
Kaçırılıyordu...
Oysa başta bazı biz gazeteci faniler olmak üzere, vatandaşların önemli bölümü işin bu yanında değildi. İstediğimiz ‘hesap’ değil sadece ‘bilgi’ydi. Onun bildiği ve bizim futbol adına ondan öğrenmeye çalıştıklarımız... Sorumuz değil ama merakımız açıktı; “Neyi, neden yapıyordu?..” “Arda Turan’ı aldı, almadı” türü sadece polemik içeren, öğretici olmayan tartışmalar çoğumuzdan uzaktı. Yapması gereken sadece ‘kabul edilebilir öğreticilik’ti. Bizden esirgediği de bu oldu; öğretmek. Haliyle varılan noktada artık inandırıcı olamayacağı gibi ikna ediciliğini de yitirdi. Örneğin, son maçın ardından sarf ettiği “Arada bir çocuklara mikrofon tutmanız lazım” sözleri... Bu ifadeye sinen acıklı çırpınış hatırlara ilk olarak Avrupa Şampiyonası’nda gazetecilerden fellik fellik kaçırılan futbolcuları düşürmüştür sanırım.
Artık onu aştı
İçi doldurulması gereken açıklamalarından bir diğeri ise “Milli takım herkesi ilgilendirir” demiş olmasıydı. Bu ifadeler de ‘sloganlarla yaşayıp dualarla uğurlanan’ insanların ülkesinde bir gerçekliğe tekabül etmiyor ne yazık ki!... Doğru, milli takım hepimizi ilgilendiriyor. Hem de çok yakından. O nedenle mesele artık elinde sadece içi boş sloganları kalan Fatih Terim’e bırakılamayacak boyuta varmıştır. Artık merakların değil soruların yegane adresi ‘sessizlerin sessizi’ Türkiye Futbol Federasyonu’dur. Kulağımız orada...
‘’Terim denedi ama olmadı!‘’
Futbol malum, ‘topu gezdirme’ temelli bir oyundur. Topla daha az haşır neşir olup pratik oynayarak sonuca ulaşan takımlar da yok değil ama topu oynatmayı becerenlerin kazanma ihtimali her daim daha yüksek.
Dün akşam ilk yarı boyunca oyunda sakin kalıp topu paşlaşarak ayağında tutan takım bizimki değildi! Ukrayna, gerek top bizdeyken gerekse ayaklarına aldıklarında takım mesafesini koruma konusunda ders niteliğinde periyotlar gösterdi. Öyle ki, bir ara ‘tiki taka’nın Kuzey versiyonunu izler gibiydik. Sahanın her yerinde sürekli hareket ederek pas trafiğinin içindekalan Ukraynalı oyuncuların yarattığı pozisyonlar ve kaçırdıkları düşünüldüğünde devre arasına dramatik bir skorla gidebilirdik.
Devre boyunca biri gol olan iki duran top dışında bir varlık gösteremediysek bu, sahaya sürülen oyuncuların pozisyonlarıyla doğrudan ilgiliydi. Örneğin Enes... Pozisyonunda etkisizdi ve bu etkisiz hâl Cenk’i de Emre Mor’u da verimsiz kıldı. Bir diğer örnek takımla çok az zaman geçiren Ömer Toprak. Stoper mevkii ‘iki kişiliktir’ ve burada uyum esastır.
Bireysel beceriyle
Oyuncunun teknik özellikleri kadar ‘vücut dili’, ‘bakış’, ‘konuşma’ bu bölgede uyumu sağlayan olmazsa olmazlardır ve bunlar için bir arada çok zaman geçirmek gerekir. Bu, bizim açımızdan önemli handikaptı ve yenilen ikinci golde önemini gösterdi. İkinci yarıya başlarken yapılan Tolga/Kaan değişikliği de oyuna hükmetme konusunda 70. dakikaya kadar ciddi bir fark yaratamadı.
Orta sahanın iki kenarını Yarmolenko ve Konoplyanka, hücumu da Artem Kravets’le tahkim eden Shevchenko, oyunu başından sonuna elinde tutmayı hedefledi ve son periyot hariç önemli oranda da başardı... Onlar tavizsiz oyun anlayışlarıyla sonuna kadar aynı şeyleri denediler. Milli takım ise ağırlıklı olarak ‘bireysel beceri’ ile işini halletmeye çalışan bir görüntüdeydi.
Penaltıyı almayı başardı
O nedenle pozisyon değilse bile özellikle en öndeki Cenk’in, Çalhanoğlu ile kurduğu olumlu bağ maçın skorunu da belirledi. Bir topu da direkten dönen Cenk, ne yaptı etti penaltıyı almayı başardı. Son dakikalarda biraz da ‘can havli’ makamımda yüklendikçe yüklendik ve özellikle uzatmalarda yakalanan serbest vuruşlarla tabelayı değiştirmeye gayret ettiysek de olmadı.
Bizim açımızdan önemli bir not, maçın en görünen karakteri olan kalecimiz Volkan Babacan’ın performansıydı. Bu, takım olarak düzenimiz, ritmimiz, teorimiz, uygulamalarımız hakkında çok şey anlatıyordu kuşkusuz. Neticede Fatih Terim, değişik zamanlarda değişik örneklerini hepimize yaşattığı belirsizlik, atışma, tartışma, gerilim ortamında bir şey denedi ama olmadı! Artık hepimiz ‘önümüzdeki yeni tartışmalara ve gergin günlere bakacağız’!...
‘’Plânlar tutmayınca...‘’
Futbol düzen, sistem oyunudur kuşkusuz ancak bu kavramlar yaratılacak gol pozisyonları sayesinde gerçek anlamlarına ulaşırlar. Maçta gol olmasa bile bunun adına ‘izlenir futbol’ denir.
Dün akşam ilk yarı boyunca kendini savunan ve bulduğu haniyse tek pozisyonla penaltıyı yakalayan Osmanlı’yla karşı iki üç kırık dökük saldırı düzenleyen Fenerbahçe karşı karşıyaydı. Yani, ‘sistem’in hücumla ilgili bölümü için hayırlı konuşmak pek mümkün değildi.
Kaç maçtır orta sahadaki yaratıcılık sorununu Josef ve Ozan’ı farklı görevlendirmelerle öne sürerek çözmeye çalışan Advoocat’a karşı Reşit Akçay çoğunlukla yaptığı gibi Mehmet Güven ve Musa Çağıran’la ortayı sertleştirerek topu ele geçirmeye uğraştı. Planı da açıktı, o bölgede ele geçirilecek toplarla ‘hızlı hücum’. Ancak karşılıklı planlar tutmayınca geriye sürekli birbirinden top kapan ya da birbirini hataya zorlayan iki takım kaldı. Böylece oyun enine genişleyemedi ve ortaya toplanan oyunda ilk devre boyunca izlence açısından ne tad ne de tuz alınabildi.
Emenike kanadı yıprattı
İkinci yarı Fenerbahçe kenarları daha efektif kullanma hedefindeydi. Soldan Volkan, ilk kez son çizgiye sızarak Van Persie’ye golü yaptırırken devamında Emenike ters kanadı yıpratmaya başladı. Ancak bunlar süreklilik içeremediğinden ‘saman alevi’ hızında eridi gitti. Böylesi durumlarda bekler en önemli oyunculara dönüşüyor ama İsmail ve Şener ortalıkta yok!. Bu futbolcuların milli takım oyuncusu olduğunu düşündükçe ülkede futbolunun seviyesini anlamak daha da kolaylaşıyor.
60’lara doğru yorulmuş görüntüdeki Fenerbahçe oyuna akışkanlık kazandıramayınca geriledi ve Osmanlı ağır ağır ama özellikle 80’e doğru oyuna ağırlığını koydu. Özellikle Erdal ve Ndiaye ile. Ancak onlar da kendilerine katılan arkadaş bulamadıklarından hücumu zenginleştiremekte zorlandılar.
Kondisyon sorunu
Ülke futbolunun kondisyon sorunu dakika 60’ları geçtikçe hemen su yüzüne çıkıyor. Hele ki oyun kora kor giderse. Bu maçta da 70’e doğru özellikle Fenerbahçe’de gözle görülen ritm kaybı buna bağlanmalı. Hala ‘koşu mesafesi’ / ‘faydalı koşu’ tartışması yapılan ülkede buna şaşmamak gerek!. Birileri artık futbolda ‘faydasız koşu’ olmayacağına, koşu mesafesinin kondisyon ve dayanıklılık için olmazsa olmaz koşul olduğunu idrak etmeli. Çünkü futbol spordur ve sporların temeli atletizmdir. Beceri, yetenek de gerçek anlamını atletizmin içinde bulur.
‘’Keyfiyetin pençesi!‘’
Bu tutumun adını koymak zor... ‘Kibir’ mi, ‘kendini herkesten ve herşeyden üstün görme’ mi, ‘bilginin sadece ve sadece kendi tekelinde olduğuna inanma’ mı?.. Bunlardan biri mi yoksa hepsi mi? Hayır bunlar değil de bambaşka gerekçeler mi? Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim, bu ülkedeki tüm vatandaşlara ait takımı yönetirken hangi yöntem ve motivasyonla davranıyor anlamak gerçekten zor. Her karar ve uygulamasına kayıtsız şartsız biat isteyen, soru almayan, yanıtı da olmayan adeta hikmetinden sual olunmaz ‘ilahi bir güç’ karşısındayız.. Ve öylesine çaresiziz ki, dişlerimizi sıkmaktan çoğumuzun çene ağrısı çıplak gözle görünür halde.
O zaman neden yoktu?
Yanıt gelmez ama yine de ‘dipsiz kuyu’ya birkaç soru soralım. ‘Devşirme stoper’lerle Avrupa Şampiyonası oynayıp malum tartışmalara yol açan Terim, o takıma Ömer Toprak’ı neden çağırmadı ve şimdi ne değişti de çağırdı? O tartışmanın merkezinde olan ve cezalı olduğu bilinirken geniş kadroya aldığı Gökhan Töre sadece performans gerekçesiyle mi takıma dahil edilmedi?
Daha önce kadroya almadığı Kadir Hakan Balta, ‘Türk halkından özür diledi’ mi? Ya da ‘ilkesel kararlar’da yapılan değişiklikler başta Arda Turan olmak üzere diğer oyunculara neden işletilmedi? Artık eminiz ki, gerekçe ‘performans’ ile açıklanacak gibi değil!.. Eğer öyle ise ‘seçicinin günümüz futbolu’na dair bilgileri hayli tartışmalı hale gelir!
Açıklama yaparsa...
Yok eğer mesele, sadece birilerinin bildiği ve geniş yığınların hâlâ öğrenemediği ‘prim meselesi’ ise... Bu tartışma/kavganın aslı astarı nedir? Bu primler dağıtılmış mıdır? Dağıtıldı ise kim ne kadar almıştır? Ve sahi... Yeri gelince ‘teknik direktör’ gibi davranan Terim şu büyük ve derin sığınağı ‘futbol direktörlüğü’ makamının görev ve sorumluluk alanını açıklayabilir mi? Ancak rica edeyim eğer tenezzül gösterir ve açıklama yaparsa, biz ‘futboldan yeterince anlamayan’ ama futbolu da en az ondan anlayanlar kadar seven fanilerin anlayacağı dilde olsun! Soruların ‘dipsiz kuyuya’ sorulduğunu söylemiştim değil mi!
‘’Beşiktaş işini zora soktu‘’
İnsan yaşadıkça, dahası yenildikçe öğreniyor. Şenol Güneş hem geçmiş sezonların hem geçen sezonun tecrübesiyle tüm ilk yarı boyunca ‘kontrol oyunu’nu tercih etmişti ki, doğruydu. En büyük yardımcısı da sahada ‘tansiyon aleti’ni eline verdiği Tolgay Arslan oldu. Tolgay geri çekildi ve maçın ritmini hocasının istediği gibi ayarladı. Beşiktaş ilk yarı boyunca gol pozisyonu üretemedi doğru ama Kiev’e gol pozisyonu da vermedi. Rakibinden farkı gol atmış olmasıydı.
Şampiyonlar Ligi seviyesi böylesi bir kurguyu emrediyor. Bir gece önce Dortmund ağır baskılı oynadığı maçta Real’in ilk hücumunda 2’ye 4 yakalanıp golü yedi ve bir puanı 87. dakikada kurtarabildi. Futbol, ‘an’ oyunudur. 28’de Atiba rakibe basıp kazandığı topu Aboubakar’a geçirince Beşiktaş o ‘an’ı da yakalamış oldu. Serbest vuruşta topun başında o işler için biçilmiş ‘üç kaftan’ vardı; Caner/Talisca/Quaresma. ‘An’ı anlamlandıran Portekizli oldu.
Avantajı evinde bıraktı
İkinci devre 60’a kadar benzer düzende geçti. Tempo elde, oyun elde. Hatta Tolgay’ın Beck’i içeri kaçırdığı pozisyonun dönüşünde Tosiç’in ele geçirdiği topta Quaresma avuta vurarak oyuna renk verdi. Ve ardından olan oldu. Arka direkte, artık hangisini kabul ederseniz , ‘unutulan’, ‘gözden kaçırılan’, ‘yerleşim hatasından yararlanan’ Tsygankov golü yaptı. Yani 60’a kadar elde giden oyun birden elden çıktı. Topu elde tutamayan Beşiktaş ileri de gidemedi. Öyle ki, grubun en etkisizi görünen Kiev ikinci yarı tüm oyunu elinde tuttu. Yani Galatasaray maçının tam tersi. Beşiktaş, Portekiz’de eline geçirdiği avantajı evinde bıraktı. Bu haliyle bu turnuvada işini hayli zora soktu. Şenol Güneş kurgu üzerinde biraz daha durmalı...
Birkaç oyuncu notu...
İnönü ruhu geri döndü
Aboubakar: Etkisizdi evet ama bu biraz da takım kendisini çalıştıramadığı içindi.
Talisca: Beşiktaş bu pozisyonu kim olursa olsun etkili hale getiremiyor. O da bir önceki maçta Oğuzhan gibi etkisiz kaldığı için takımı çalıştıramadı.
Fabri: İyiydi. Hele de 86’da çıkardığı karşı karşıya pozisyonda. Yine yenilen golde farkını gösterebilse ‘yıldızlı pekiyi’ olurdu.
Adriano: Daha zamanı var.
Caner: Çalışkan ve gayretliydi. Hatta bir ara Aboubakar ve Talisca’ya pozisyon anlatıyordu!..
Tribün: Galatasaray maçında yaşananlardan çıkan ders hayırlı olmuş. ‘İnönü ruhu’ tribündeki her bir bireyle geri dönmüş. Hoplayan, zıplayan, marşı ve sloganıyla takımı ve birbirini destekleyen o eski, bildik Beşiktaş tribünüÖ Yani dayanışmanın gücüÖ Bir de şu maç sonu takımı alkışlamayı daha gösterişli ve hep birlikte yapabilseler!...
‘’Yeni tribün düzeni: Suskunluk‘’
Yenilenmiş statlarla birlikte onlarca yılda kendini inşa etmiş ‘tribün dinamiği’ de değişime uğradı. Görülüyor ki, futbolu para merkezli ‘televizyon oyunu’na çeviren icraatler muradına erdi. Yeni stadyum düzeninin ‘yeni taraftar’ profili için hazırladığı ‘subliminal mesajı’ şöyle formüle edebiliriz: “Stadyuma gelenler! Tıpkı televizyonda maç izleyenler gibi yerinize oturup sadece sahada olana bakın!..”
Beste okuyacak ortam yok!
Yeni statlarda sistem aşağı yukarı şöyle işliyor: Maç öncesi tepelere yerleştirilmiş devasa hoparlörlere stüdyoda hazırlanmış, tribün duygusundan uzak daha çok çocuk şarkılarını andıran bangır bangır takım parçaları gönderiliyor. Hal böyle olunca, tribünü domine edecek taraftar topluluklarının maç öncesi hazırlanan ‘besteleri’ okumalarının önü kesiliyor. Böylelikle, bir yerde buluşup toplu halde gelmek yerine, münferit olarak direkt stadyuma giren binlerce ‘yeni taraftar’ hoparlörden akan parçalara play back yapmaya zorlanıyor!
Sadece sahaya bakıyorlar!
Ardından maç başlıyor ve tribün hadisesinden uzak, ‘subliminal mesaj’ın etkisindeki taraftarlar büyülenmişcesine sadece sahaya bakıyor!Son Beşiktaş-Galatasaray maçında özellikle Beşiktaş tribünlerinin bu ‘subliminal mesaj’ın etkisinde kaldığını rahatlıkla söyleyebilirim! Neredeyse tüm ilk yarı sadece ‘sahayı gözleyen’ Beşiktaş tribünlerine uzun yıllardır rast gelmemiştim. Galatasaray ataklarında o koca kalabalıktan çıkan sesler sadece ıslıklama ya da ‘ah vah’ın ötesine geçemedi.
İkinci yarı bambaşka oldu
Galatasaray taraftarı ise gerek az olma gerek onca yıl sonra böyle önemli bir maçta stadyumda yer alma gerekse de takımın ilk yarı oyununun verdiği coşkuyla maçtan son ana kadar kopmadı. Öyle ki sık sık, “İnönü sustu bizi dinliyor” sloganları attılar. Ancak ikinci yarı farklı başladı. Devrenin başlama vuruşuyla Beşiktaş kapalı tribünün üst ortasından -eski İnönü Kapalı Tribünü’nü hatırlayanlar için ‘kutu’ya tekabül eden yer- ciddi bir itiraz geldi.
Çarşı, İnönü Ruhu’nu çağırdı!
Takımları iki gol geride ve sahadaki oyun o ana kadar umut vaad etmezken ‘Çarşı’ duruma el koyup, ‘İnönü Ruhu’nu geri çağırdı. Maçta bundan sonraki gelişmeler herkesin malumu!... Bu oyun tribünsüz oynanıyorsa bile tat vermiyor! Beşiktaş-Galatasaray maçı sadece saha içinde değil, tribünde, “Oyun bizim hayat bizim” diyen taraftarların hikayeleri açısından da son derece öğreticiydi. Geriye kalan ise hikayenin görülmesi ve yazılmasıydı...









































