‘’Yenikapı'dan çıkan deplasman dersi!..‘’
Ülke tarihinin en kitlesel mitingi olarak tarihe geçen organizasyon, eksiklerine rağmen bazı bileşenlerinin yokluğu gibi bize bambaşka şeyler gösterdi. Neleri mi? Hiçbir koşulda yan yana gelemeyeceği varsayılan grup ve insanları, yaşamın kimi ‘ortak problemleri’ karşısında bir arada görebileceğimizi... Özeleştiri yapmayı bir tür ‘geri adım atma’ sayanların özeleştiri yapabildiklerinde oluşan ‘yaratıcı iyimserliğin moral gücü’nü... Kürsü dilinin önemini... Nezaket, anlayış ve kavrayışın ortak iş üretebilmek için ne denli gerekli olduğunu... Yine de ‘Yenikapı ruhu’ için düzülen övgüler gerçek hayatta atılacak adımlarla ete kemiğe büründürülmezse korkarım çoğu zaman olduğu gibi bilindiğe dönülecek ve böylesi zamanlar başta ‘darbeciler’ ya da türevleri olmak üzere hayatımızı karartmaya çalışanlar için yeni fırsatlar yaratacaktır!..
Şimdi kendi bağlamımızda şöyle bir soru ortaya koysak, yanıtlar bizi nerelere götürür acaba; “Futbol söz konusu olduğunda ‘Yenikapı ruhu’nu gündelik hayatımıza nasıl uyarlayabiliriz?” İşte benden bir kaç öneri...
1-Geçen sezon çıplak gözle de görülen ‘tribünden kaçmış taraftar’ın en büyük şikayeti ‘Passolig uygulaması’ydı. Artık bu yaptırımı revize etmek gerekiyor. Futbol Federasyonu’nun, mahkemelere kadar taşınan itirazlara kulak verip Passolig’in sancılı yanlarını ivedilikle ele alarak yeni sezon için dışarıda kalan taraftarı içeri davet edecek güçlü bir jest yapması gerekiyor...
2-Yenikapı’da ‘benzemez gibi görünenler’in bir arada olabildiğini gördük. ‘Holiganizm umacısı’yla stadyumlarda yıllardır boş tutulan rakip takım tribününlerinin açılması şart. Yani artık ‘deplasmanıma dokunma-deplasmana özgürlük’ zamanı... Bu büyüklükte miting yapılan bir ülkede insanlar 30-40-50 bin kişilik statlarda kavgasız gürültüsüz maç izlemeyi beceremez mi?! Eğer aralarında sorun çıkaracak biri ya da birileri varsa diğerlerinin huzur içinde takımlarını desteklemelerini sağlayacak olan devlettir. Suçluyu suçsuzdan, kabahatliyi masumdan ayırmak için onca kurumu var modern toplumların. Bundan böyle kimse sorumluluktan kaçmasın!..
3-Benim özel olarak üzerine titizlendiğim bir başka başlık olan, ‘hakemlere karşı tutturulan dil’in de ciddi bir özeleştiri süzgecinden geçirilmesi gerek. Geçmişte yapılan ve adına ‘hakem eleştirisi’ denen hoyratlığını en azından bir yıl ‘nadasa bırakabilirsek’ eminim birbirimizi anlama konusunda çok yol alacağız.
Benimkiler ‘şimdilik’ bu kadar. Peki sizin önerileriniz neler?..
‘’Peki, hala gereği düşünülmedi mi?‘’
Derken, “Biz daha bitti” diyememiştik ki, Avrupa Şampiyonası ‘şıp’ diye bitiverdi. Başlarda üç maç oynadık ve oracıkta kalıverdik. Bir ara birbirimize girdik... Sonra... Çoğu zaman yaptığımız gibi kendi köşemize çekildik!.. Akabinde eller oynadı, biz izledik.
Ardından her daim olan, yani kimsenin artık hiçbir şeye şaşmadığı güzel ülkemizde şaşırtıcı olmayan bir kez daha tecelli etti; sorumlular ortadan toz oldu!
Şimdi bu tatil günlerinde, sindikleri köşelerinde, yakındaki Dünya Kupası elemeleri için ‘yeni bir tiyatro’, yeni kostümler, yeni sözcükler ve yeni bir sahne hazırlıyorlar.
Peki, bizler ne öğrendik bu şampiyonadan?..
* “Motive olursak yapamayacağımız şey yok” türünden içi boş sloganların safsatadan ibaret olduğunu...
* Yeteneğin ‘kalıcı üstünlüğü’ değil sadece bir avantajı ifade ettiğini...
* Geliştirilebilir oyun için futbolcu becerisinin önüne planı, anlayışı, değişimin gücünü, haliyle ‘günün bilgisine vakıf olmayı’ koymanın önemini... Bir başka deyişle futbolun gelişme eğrisi içinde ‘teknik direktör’ün kapladığı yeri!..
Sorunlar uykuya bırakılmasın
Şampiyona sırasında sosyal medyada kol gezen galiz dile haklı olarak öfkelenen Fatih Terim, alınan sonuçlardan ve varılan noktadan sonra tahmin edileceği gibi kendisi ile ilgili herhangi bir özeleştiriye kalkışmadı. “Yakaladığınız her pozisyonu atacaksınız mümkünse de zor gol yiyeceksiniz” türünden futbol klişeleriyle durumu açıklayıp daha çok oyuncu performansı ile ilgili şeyler söylemeyi tercih etti. Sonra da “Gereği ne ise yapılacaktır” türünden puslu bir slogan atıp, konuyu dinlenmeye bıraktı!..
Ve şu apaçık soru ortada kaldı; “Bu işin gereği nedir”?
Örneğin sonuçlara, oynadıkları oyuna ya da daha farklı nedenlere bağlı olarak Roy Hodgson (İngiltere), Vicente Del Bosque (İspanya), Leonid Slutsky (Rusya), Anghel Iordanescu (Romanya), Pavel Vrba (Çek Cumhuriyeti) ‘gereğini yaptı’ ya da ‘gereği yapıldı’. Bazı milli takım hocalarıyla ilgili tasarrufların da ‘eli kulağında’ olduğu yolunda haberler sızıyor!
Bizde ise işler ‘uykuda’...Gerçi Fatih Terim, Türkiye Futbol Direktörü olarak teknik direktörden öte daha çok ‘Futbol Federasyonu Eşbaşkanı’ türünden bir unvana sahip ama yine de ‘yapılması gerekenin ne olduğunu’ açıklamak zorunda sanırım...
Örneğin, takım mı yenilenecek?.. Ülkedeki oyun formatlarına alt yapılardan başlayarak el mi atılacak? Yapısal sorunlara dair projeler mi açıklanacak?.. Yoksa...
‘’Sosa'nın derdi çalışanların derdi‘’
Ligi şampiyon bitiren Beşiktaş yeni sezonun hazırlıklarına sıkıntılı başladı. Önemli oyunculardan Jose Sosa yıllık ücretinde iyileştirme isteyip, idmana çıkmama türü ‘pasif direnişe’ geçince transfer işleri de sekteye uğradı.
Taraftarların çoğu bu tutumu nedeniyle Sosa’ya diş biliyor olsa da mesele futboldaki ‘para üretim süreci’nin karmaşıklığını göstermesi açısından hayli önemli.
Sosa mealen diyor ki; “Performansıma bağlı olarak takım yüklü miktarda para üretecek. Ben de bundan faydalanmak isterim.” Yani sporcu tıpkı emekçiler gibi ürettiği değerden payını talep etme noktasına gelmiş görünüyor. Krizdeki yönetimler bazen bazı futbolculardan ‘feda’ istiyor ya, işte bu da o durumun tam tersi!..
Şimdi gayet tabii ki, “Sözleşmen var ve ona bağlı kalmak zorundasın” denecektir. Tez, buraya kadar doğrudur ve bunu söyleyen aynı zamanda yine buraya kadar haklıdır. Ancak sadece ‘buraya kadar’! Konu bundan sonra “Sosa’nın eski sözleşmesinde ısrar etmek bu noktadan sonra işe yarar mı?” şeklini alacaktır.
Çoğu ‘çalışan’ olan taraftarlar konu takım tutma meselesine gelince kafa karışıklığına düşer. Sosa meselesi bize futbolun (hayatın) üretim/bölüşüm denklemini de gösterir. Yani, ürettiğin zenginlikten hakkını ‘o gün’ al!.. Çünkü yarın bulamayabilirsin. Vermezler ya da veremezler!...
Bu düzen her şeyi bozuyor!
Peki yönetimler cephesinden mesele ne durumda?..
Onlar taraftarı ‘oyun’, ‘zevk’, ‘eğlence’, ‘dayanışma’, ‘bağlılık’ gibi değerlerden sökerek ‘başarı’, ‘kupa’, ‘yıldız’, ‘harcama’, ‘Euro’, ‘prim’ gibi satıcı/müşteri türü ilişkilere ikna ettikçe bu tip çelişik ve içinden çıkılmaz durumların oluşmasına da neden oluyorlar.
Hem “Yeni stat yaptım” diye böbürlenip hem loca satıp hem sponsor bulup hem yayın geliri artırıp hem reklam alıp hem de futbolcunun eski sözleşmesiyle devam etmek!.. O iş bu ‘noktada’ zor görünüyor. Elbet bir de şu var; sen yönetim olarak geçen yıl sattığın kombineleri keyfi olarak iptal edip taraftarına ikinci kez aynı bileti satabiliyorsun da futbolcun sözleşmesinde neden iyileştirme isteyemiyor?...
Görülüyor ki, becerikli, bilgili ve kendine güvenen futbolcu/işçi kafayı kaldırıyor... Ötesi kafayı kaldırmayanların sorunu..
“Yenilsen de yensen de” diyen ve her koşulda stata giden taraftardan “Bana yıldızları satın al” diyen seyirciye!.. Futbolun getirildiği/götürüldüğü yer yani, cehennemi işte tam da burası.. Bu düzen her şeyi, herkesi bozuyor!..
‘’Her yer sorunlu herkes sorumsuz!‘’
Sanıyorlardı ki, ‘biz en büyüklerdeniz’ ve bu nedenle ‘biz bitti demeden bitmez!’ Hayat, ‘kazın ayağının öyle olmadığı’nı bir kez daha gösterdi ne yazık ki... Dağıtılan primleri okuduklarında öfkeden yüzü kızaran, bağırırken boyunlarındaki damarlar mavi mavi açığa çıkan taraftarları, bir noktada -ama her noktada değil- anlayabiliriz. Sonuçta Çek Cumhuriyeti maçını gerçek anlamda ‘biz’ mi kazandık yoksa Fatih Terim ve oyuncular mı henüz belli olmasa bile yaşanan hayal kırıklığına bakılırsa üç maçtan ikisinde ‘hep birlikte yenildiğimiz’ aşikar.
Eski hesaplar hortladı!
Hüsranın ilk günlerinde, yapısal sorunları tartışıp ‘işe koyulmak’ yerine ‘öç alma’, ‘eski hesapları görme’ halleri yeniden hortladı bir ara... Bunun üzerine Türkiye Futbol Direktörü, sorumluluğu tek başına alır gibi yaptı ama konuya sadece değindi geçti. Sanırım çoğu zaman olduğu gibi o da ‘suların durulması’ pozisyonuna, yani ‘beklemeye’ geri döndü. Örneğin, muazzam projesi olan ‘’14 yabancı kuralı’’nın ne işe yaradığını, sonucunun ne olduğunu sanırım hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz!
Yangının ateşçileri!
Beri yandan daha yakıcı sorunlar aynı yerlerinde duruyor. Önceki gün Fanatik Gazetesi’ne konuşan iki teknik adam Rıza Çalımbay ve Mesut Bakkal, hangi yangında nasıl yandığımızı sanki ‘ateşçiler kendileri değilmiş’cesine dile getiriyorlardı!..
Çalımbay diyor ki; “Arda, Barcelona’nın aldığı transfer yasağı sebebiyle yaklaşık 6 ay top oynamadı. O ne yapsın, gücü bu kadardı!..” Oysa Çalımbay’ın kendi belirlemesi üzerinden gerçek sorusu şu olmalı değil mi; “Güçsüz biri neden oynatıldı?” Çözümü ise “Herkes suçlu aramaya başladı. Birbirimize kenetlenseydik, bugün turnuvaya devam ediyor olurduk” formülünde bulmuş.
Milli takım geniş kadrosuna dahi oyuncu sokamayan bir teknik adam formulü ‘kenetlenme’de buluyor!.. Teknikten, taktikten, stratejiden hiç bahis açmıyor... Diğer teknik adam Mesut Bakkal, “Yabancı bir yazarın, Türk futbolcuların haline, kilosuna, fiziki kondisyonuna değinerek eleştirmesi beni çok üzdü. Ama haklı” diyor ve ekliyor, “Bizim tempomuz bu. Milli Takım, Türkiye’deki Süper Lig’in gerçek yüzünü gösterdi.”
Bizim esas sorunumuz...
Kilo ve kondisyondan bahseden öncelikle Fatih Terim’di. “115 kilometre koşmalıyız” ve “Tüm takım üzerinde 50 kilo ağırlık var” bilgileri futbolcularla temas ettirilmeyen gazetecilere milli takım yetkililerden ‘sızdırıldı.’ Çözümün de fiziksel performans departmanı sorumlusu Levent Şahin ve ekibinden değil ABD’li uzman Scott Piri ve arkadaşlarından beklendiği de öyle!..
Çalımbay gibi yıllardır bu ligde takımlar yöneten ve düşen bir çok takımın hocalığını da yapan Bakkal’ın “Bizim tempomuz bu” sözleriyle kimi işaret ettiği ise meçhul!..
Tartışacak çok şeyimiz var kuşkusuz.. Lakin, “Çözeceğim” iddiasında olanların ‘yeni futbol’ konusunda ne kadar bilgisi var işte esas sorun burada...
Beşiktaş’ın stoperlere ihtiyacı var
Avrupa Şampiyonası’nın da gösterdiği gibi ‘vasat hatta vasat altı’ maçların oynandığı ligimiz oyun açısından Avrupalı muadillerinin çok gerisinde. Bu nedenle zorlu geçen yıllara ve üç sezonun yorgunluğuna rağmen Beşiktaş bir parça tempoyla farkını koyup şampiyon olmayı başardı. Hem de defanstaki gözle görülür problemlere rağmen... Gerçi biraz da o problemler nedeniyle UEFA’ya erken havlu attı, onu da atlamamak gerek. Yani takım bu lige yeter ama Şampiyonlar Ligi ya da UEFA için ciddi oranda ‘defansif katkı’ya ihtiyaç var.
Beşiktaş, sorunun bir ayağını, sürpriz bir gelişme olmazsa, Gökhan Gönül ile çözecek görünüyor. Gökhan daha çok ofansif performansıyla anılır ve bu nedenle kendisi için en ideal oynayan takımı seçmiş olur imzalarsa. Solda İsmail sağda Gökhan iyi bir başlangıç...
Euro 2016 gösterdi ki...
Ancak Beşiktaş’ın sorunu defansif kanatlarla bitmiyor. Avrupa Şampiyonası da bir kez daha gösterdi ki, artık stoperler ‘oyun kurgulayan’ oyunculardır (Rami/Koscielny, Boateng/Hummels, Mascherano/Pique vb.)... Beşiktaş topu yere indirip oyunu kurgulayacak (kuracak değil, o daha çok orta sahanın işi) ve haliyle Atiba ve arkasını da savunacak iki yönlü stoperlere daha çok ihtiyaç duyacaktır hedefleri açısından.
‘’Peki şimdi sorumlu kim?‘’
Maç öncesi herkesi kuşatmış olan karamsar hava gözle görülür, elle tutulur haldeydi. Kimseyi tatmin etmeyen Hırvatistan maçı kadrosu -bir oyuncu hariç- aynı düzende daha zor bir maçta sahaya sürülünce hepimiz sorduk; “Öncekinden farklı olarak ne oynayacağız?”
Oysa Fatih Terim, ilk maçın ardından “Ders aldık” dememiş miydi?.. Peki ama alınan ders hangi sınav içindi? Degaj yapan kaleci... Gol koridorunda koşan Oğuzhan’a topu atmayıp terse oynayıp pozisyonu heba eden ‘morali bozuk kaptan’ Arda... Stopere mahkum edilen ülkenin çok boyutlu yegane oyuncusu Mehmet Topal’ın pozisyon hataları... Düşük pas bağı.. Ezberlenmemiş ama ezbere oynamaya çalışan bir milli takım...
Yanıt verecek makam belli!
Bu maçı da bir önceki gibi oyuncu performansıyla açıklamaya çalışanlar elbette ki çok olacak. Şaşırmayın!..
Oysa bu şampiyona açıkça bir ‘teknik direktör turnuvası’dır. Seçilen oyuncular, yerleşim, maç maç kadro seçimi vs...
Biz ‘bir yemin ettik ki dönemedik’... Artık “Neden böyle oldu?” sorusunun yanıtını verecek makam belli... Derdimiz suçlu aramak değil elbet... Sadece bize ait oyunun ve hepimize ait takımın nasıl olup bu denli ‘sorgulanamaz’ bir katılık içinde kurgulanmış olduğu. Elbette bir milli takım ‘kamuoyu yoklaması’ sonucu oluşturulmaz. Lakin bu kadar ‘denetimsiz’ oluşu da sorgulanmaya muhtaç değil midir?
Yürü sen yavrum!
İspanya maçının böyle tecelli etmesi, ülke futbolunun hal-i pür melali düşünüldüğünde, çoğumuz açısından şaşırtıcı değil. Öfkeli ve kırıcı olmaya gerek yok. Yenildik. Ne ilk kez yeniliyoruz ne de son kez.
Elbette bir maç daha var ve biliyoruz ki futbol mucizevi bir oyundur!
Ancak elden bırakmamamız gereken şey, gelişme için gereken şey olan ‘eleştiri’. Kırmadan, dökmeden, sövmeden eleştiri... Bunun muhatapları da belli... Sorular ise açık; “Ne planladık neden uygulayamadık?”
Bunlar açıklanmazsa korkarım Erkin Koray haklı çıkar... Ne diyordu;
“Biliyorum ilerisi uçurum.
Fakat sen yürü yavrum.
Gerisi beter, gerisi malum...”
‘’Tek sorun oyuncular mı!‘’
Fatih Terim, “Buranın seviyesi bu, maçla ilgili beni şaşırtan bir şey yok” diyor. Biz onları, ne yapacaklarını bilecek kadar iyi analiz etmişsek, o zaman tek eksik parça oyuncu performansında mı! Teknik adam ve tercihinde problem yok mu?
Futbolun hakim dili, ülkenin aynası gibi!.. Mottosu da şu; “Karın tamamı benim, zararı bölüşelim. Mümkünse de siz ödeyin!..” Hırvatistan maçının ardından Fatih Terim’in kullandığı dil de bu minvalde. Oyuncuları seçip takımı kurgulayan ve kendi düzeninde sahaya süren Terim sonucun ardından futbolculardan şikayet ediyor!.. Oysa rakip doğru ve farklı da kazanabileceği bir düzende oynadı.
Onlarca yazı var
Yani ortada sadece futbolcuların değil ‘teknik adamlar’ın da karşılaşması vardı. Dikkatli gözlerden kaçmamıştır, gazeteler ve televizyonlarda - başta Şansal Büyüka’nın yazısı olmak üzere - Fatih Terim’in tezini işleyen onlarca yazı var. Çoğu ‘bazı oyuncuların kişisel performansı’na öfkeli. Şimdi... Son Dünya Kupası sahibi Almanya, Ukrayna karşısında müdafaa hattının önünü Khedira/Kross ile tahkim edip ayrıca bu ikiliye oyun kurgulatıyor. Bizim takımın neden Arda, Oğuzhan, Hakan, Selçuk gibi görece daha yumuşak bir orta sahayı tercih ettiğini kimse açıklamaya çalışmıyor!..
Daha iyi anlarız...
Ülkede oynayanlar arasında uluslararası düzeydeki yegane oyuncu Mehmet Topal’ın stoperde ‘tek boyutluluğa’ mahkum edilmesini ya da “Leverkusen’de ağırlıklı olarak hücum arkası oynayan Çalhanoğlu için neden en az oynadığı kanatta ısrar edildiğini” kimse izah etmek istemiyor. Terim, “İlk yarı için iyi oynadığımızı söyleyebilirim ancak ikinci yarıya iyi başlamadık” diyor. Ancak şu soruya yanıt aramak ikinci yarıyı da anlamamızı sağlayacaktır; “Nasıl oldu da Hırvatistan Srna üzerinden Arda/Caner koridorunu duman etti?” Bu ve benzeri durumlarda Hırvatistan’ın bizi ilk yarıda ileri geri, sağa sola koşturarak ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlarız!.. Ve böylece Terim’in, “60. dakikadan sonra gücümüz düştü” tespiti yerli yerine oturur. “Ülkemiz bilmeli ki buranın seviyeleri bu” diyor Terim...
Gelelim hakem konusuna
Türkiye’de bu seviyeleri iyi bilen bunlar için düşünen, yazan, yorumlayan çok insan var. Ancak, ‘Bilmesi gerçekten gerekenler’ kadro tercihi yaparken bu seviyelere yeterince çalışmış mı, işte burası muamma!.. Bunlar bir yana Fatih Terim’in en kritik belirlemesi şu oldu; “Maçla ilgili olarak beni şaşırtan bir şey yok. Ne onlar da ne de bizde...”
Maçın önemini gösterir
Yani biz onların ne yapacağını bilecek kadar iyi analiz etmişsek, eksik parça sadece ‘oyuncu performansı’nda mı? Teknik adamın tercih ve kurgusunda bir problem olamaz mı? Son olarak hakem Jonas Eriksson konusuyla bitirelim. Karşılaşmaya, “En iyi 10 hakem” listesinin - Cüneyt Çakır o listede üçüncü - 8. basamağındaki hakemin verilmiş olması sadece bu maçın önemini gösterir. Ondan gayrısı bizim ülkede çok sevilen “hakem asmaca” oyununa dahildir ki, bu da oyuncuların ‘kişisel performansı’nı yükseltmeye yetmez.
‘’Kaos yetmez teori gerek!‘’
Şampiyonanın başından bu yana izlediğimiz eşleşmeler gösterdi ki, sonuç ne olursa olsun maçlar ‘denge’de geçecek. Bizimki de genel olarak bu ilkeye bağlı yürüdü. Yani ağırlıkla Hırvatlar’ın pozisyon ürettiği karşılaşmayı son anlardaki karambollerde uygun yere düşecek toplar sayesinde pekala berabere bitirebilirdik. Ancak sıkıntılı olan tek ihtimalin bu olması; karambolde uygun yere düşecek top ya da toplar!
Taktikte yokuz
Artık futbolda ‘yetenek’ ve ‘moral’ sadece ayrıksı özellik. Oysa ‘teori’ yani formasyon, taktik kurguya bağlılık ve uygun oyuncu seçimi ‘genel belirleyici’ durumunda. Bunu gerçekleştirmeden ‘ayrıksı’ olmaya kalkışmak işi ağırlıklı olarak tesadüfe terk etmek anlamına geliyor. O nedenle kimse Arnavutluk’un oynadığı oyuna şaşırmıyor.
Bizde ise durum ‘bireysel beceri’, ‘sorumluluk alan oyuncu’, ‘adam eksilten yetenek’ üçgenine hapsolmuş durumda. Tam da bu nedenle ilk yarı boyunca topu bazı bölümlerde elinde tutabilse de taktik ve yerleşim anlamında ‘yokları oynayan’ milli takım ikinci devre o bildik formata rücu etti; ‘kaos futbolu.’
Hırvatlar sakin kalsa...
Oğuzhan ve Arda’nın yokluğunda uzun oynayarak ya da sürerek çıkma girişimlerinin neredeyse tamamı sonuçsuz kaldı. Bu nedenle ceza sahası içine şişirilen topların ikisinde stoper Hakan Balta’nın topla buluşmaya çalışması bir düzeni/kurguyu değil sadece adına ‘kaos’ denilen ‘can havliyle oyun’u göstermekten başka anlam taşımadı. Hırvatlar biraz daha sakin kalabilse ya da son vuruş yüzdesinde yarıya yakın başarı sağlasa bugün moral olarak şampiyonaya havlu atmış bile olabilirdik.
İspanya’dan puan şart
Bu maç bizim açımızdan ‘kilit’ önemdeydi. En azından yenilmemeliydik. Sırada teorik olarak daha zor bir maç var ve en önemli saydığımız özelliğimiz ciddi anlamda örselenmiş durumda; ‘özgüven.’ Çek Cumhuriyeti karşısında ‘geri dönüşlerin takımı’ ya da ‘Biz bitti demeden bitmez’ diyebilmek için İspanya karşısında bir puan şart hatta daha fazlası!...
‘’İnce çizgiye dikkat‘’
“Bir insanın elinden alınamayacakları” listesinin başında ‘anı’ları ile ‘hayaller’i gelir. Futbol da, kendini bu iki başlık altında var eder; “geçmiş mutlu” ve “gelecek güzel” günler. Bilinir ülkemizde taraftarlar, ‘gelecek’ için büyük hayallerin kurulacağı transfer dönemlerini iple çeker. Daha doğrusu ‘çeker di!..’ Çünkü artık transfer hayali kurma da ‘kriter’lere bağlı!
Kartal transferin en tepesinde
Malumumuz, hesapsızca para savrulan futbol piyasasında kimin eli kimin cebinde, bilenimiz yok. Çünkü denetim yok. Bir sezon önce “50 milyon Dolar harcasak şampiyon olurduk ama batardık” dedikten sonra hem şampiyon olamayıp hem de bir sezon sonra “70 milyon Euro harcadık” diyenlere kimse ses çıkarmaz!.. Dahası, alkışlanır el üstünde tutulur!.. Böyle bir ortamda son şampiyon Beşiktaş, ‘gidecek’, ’gelecek’ ve ‘belirsiz’leriyle transfer gündeminin en tepesinde yer alıyor. Çünkü piyasanın diğer güçlü aktörleri peş peşe ‘UEFA kriterleri’ne takılmış durumda.
Transfer kıskacı daraldı
Ancak bu iyimser havaya rağmen unutulmasın ki, Beşiktaş da ‘kriter sahibi’ bir takım. UEFA’ya taahhüdü şöyle; “Şirketimiz, 2015/16 sezonu için azami 20 milyon Euro, 2016/17 sezonu için azami 10 milyon Euro başabaş hesap açığı vermeyi taahhüt etmektedir.” Görüldüğü gibi burada transfer kıskacı geçen yıla göre daha da daraltılmış durumda. Yani öncelikle defansının neredeyse tamamını yenilemek zorunda gibi görünen Beşiktaş’ın ince bir çizgide hareket etmesi gerekiyor. İlk seçenek Oğuzhan, Töre, Tolgay ya da Cenk gibi ‘değerli bonservisleri’ nakte çevirmek gibi görünse de bu durumda ‘sürdürülebilir başarı’nın sekteye uğrama ihtimali büyük.
Kiralama yoluna gidilecek
Haliyle Beşiktaş yönetimi ‘denetimden kaçma’nın diğer yoluna sapacak, taahhüt ettiği sözleşmedeki şu maddeyle iş yapmaya gayret edecektir; “Halihazırda UEFA 2014/15 A listesinde yer alan oyuncular ile, sözleşmesi bitmiş ve serbest oyuncular ile imzalanacak sözleşmeler bu sınırlama kapsamında değildir.” Haliyle bonservisi elinde olan Gökhan Gönül gibi oyuncuların yanı sıra Mario Gomez’de olduğu gibi ‘usule uygun’ kiralama yoluna gidilecektir.
Aceleci davranmamak gerek
Ancak yine de derim ki, transferde aceleci davranmamak gerek. Çünkü yaklaşık bir buçuk ay boyunca hem ‘Copa America’ hem de ‘Avrupa Şampiyonası’ var. Buralarda erken havlu atacak takımların bazı oyuncuları ‘fırsatlar yaratacaktır’. Hatırlanırsa Galatasaray Simoviç’i tam da böyle bir süreçte bulmuştu. Beşiktaş’ın ihtiyaçları düşünüldüğünde işi görece daha da kolay. Çünkü ihtiyacı olan oyuncular yaratıcılık ve yetenek isteyen ‘ön oyuncular’ değil bilgi, disiplin, sezgi ve çalışma ile gelişebilecek ‘defansif’ler. Bu bağlamda en büyük şansı da Şenol Güneş. Beşiktaş takım omurgasını korumak koşuluyla Atiba/Oğuzhan/Sosa iyi planlanmış bir politikayla defansif eksiklerini kapatabilir.
Turnuvalara dikkat edilmeli
O nedenle öncelikle iki şampiyonayı dikkatli gözlerle izlemek, takımların birinci değilse bile ikinci ya da üçüncü konumdaki oyuncularını gözden kaçırmamak önemli. Çünkü bu seviyeler kısa vadede ‘scouting’ten daha yüksek yarar sağlayacaktır. Elbette uluslararası düzeyde ‘oyuncu taramayı’ ihmal etmeden...