‘’Skor bizi aldatmasın‘’
‘Futbolcu kaynağı kıt’ bir ülkede değilmişiz gibi milli takımın yarısından fazlası takımlarında oynayamayan oyuncular!.. Yetmez, takımlarında oynayanların bazılarının - kaleci hariç - pozisyonları farklı.. O zaman planımız neye dayanacaktı? Bizim için bile belirsiz olan çiçeği burnunda Emre Mor’un doğaçlamalarına mı? İlk 10 dakikadaki cılız etkimizi kıran Hırvatlar topu gezdirmeye başlayınca sahadakiler dahil hepimiz olan biteni izlemeye koyulduk! Toplar direklerden dönerken kendini savunmaya çalışan takımımız ‘düşük kalite’ modundaydı. Hırvat takımı çeşitli hücum denemeleri yapıp zaman zaman da etkili olurken, duran top ya da Emre merkezli saldırılarda şut aramaktan öteye geçemedik. Gol dahil bulmadık da değil!..
Topal çekip çevirdi
İkinci yarının ilk 10 dakikasını hasarsız atlatıp da savunma formunu top gezdirmeye evirince ‘marifetli Hırvatlar’ın etkisini de kırmayı başardık. Topu kenarlara taşıdıkça oyun enine genişledi ve böylece topu kapmaya uğraşan Hırvatlar’ın birbiriyle bağları koptu. Orta sahamızın savunma önüne gelme konusundaki çevikliğiyle birlikte oyun kısa sürede dengeye oturdu ve savunmayı çekip çeviren Mehmet Topal’ın kritik son müdahaleleri rakibin hücum arzusunu örseledikçe de tempo lehimize işler hale geldi. Mandzukic’e hedeflenmiş yüksek toplar dışında seçenek üretemiyorlardı ki 70’ten sonra bir ara anlaşılmaz biçimde düzenimiz dağıldı ve yine ‘gömülerek oynama’ hastalığı nüksetti. Ama başta fauller olmak üzere oyun çeşitli vesilelerle durdukça kurduğumuz / yakaladığımız tempo dengesi yeniden oluştu.
Terim’in istediği oldu
Şota Arveladze söylemişti; “Futbolda çok büyük takımlar var ama kötü takım yok” diye. Bu önerme bizim için de geçerli. Hırvatistan çok büyük bir takım değil ama biz de kötü takım değiliz! Ne var ki, bu pek matah bir durum değil. Artık ‘kötü takım’ yoksa çok büyük takım olmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor.
Sonuçta Fatih Terim’in istediği oldu, ‘yenemedik ama berabere kaldık’. Ancak bu bizi aldatmasın!... Bu takım bundan sonraki maçları berabere tamamlayabilir ancak bu düzenle henüz kazanma garantisi veren bir hüviyete sahip görünmüyor.
‘’‘Cogito ergo sum...' (Düşünüyorum, öyleyse varım...)‘’
‘Tutarsızlıklar diyarı’ memleketimiz tanıdık, bildik ve asla şaşırtıcı olmayan, eskimiş kelimeler, yıpranmış sloganlar, nedensiz öfkelerle yeni bir Dünya Kupası yolculuğuna çıkıyor... Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim, çoğu zaman olduğu gibi kendi yarattığı krizleri yine kendisinin çözeceğini vaaz ederek işe koyuluyor koyulmasına da, koca koca sorular ortada duruyor... Merak ediyorum, son basın toplantısında ne anlattığını anlayan oldu mu?
“Liman” dedi, “Tayfa” dedi, “Denize atmam” dedi... Acaba kaptanı olduğunu iddia ettiği geminin rotasının yanlış, ‘denizciliğe dair bilgileri’nin eskimiş olabileceği aklına geldi mi?
Nasıl karar veriyoruz?
“Gereğini yapmak” için federasyon başkanı ile konuştuğunu söyleyip, “Anlayan anlar” dedi. Bir çok fani gibi bu fani de anlamadı, soruyor! ‘Gereğin’ gereklerinden biri olarak örneğin, TFF Başkanı Demirören’e yazılı bir istifa mektubu sundu mu? “Milli takımın kapısı kendini bu formayı taşıma şerefine hazır bulan...” diye devam eden cümleyi kurarken cebinde bir ‘şeref, haysiyet ölçer’ cihazı bulunduğundan emin mi? Ya da soruyu şöyle tanzim edeyim, birbirimizin ‘şerefli’, ‘haysiyetli’ olduğuna nasıl karar veriyoruz?
Futbolcular ne yaptı?
Milli takıma almadığı oyuncuların kendisinden değil, o soyut ‘Türk halkı’ndan özür dilemesi gerektiğini söyledi. Ben çevremdeki bir çok insan ve kendi adıma böyle bir özür beklemiyorum. Yine de Türk halkına ‘özür borcu’ olan futbolcuların hangi yanlış, suç ya da kabahatleri işlediğini çoğu insan gibi merak ediyorum? Sayın Terim, biz aklı fazla ermeyenlerin anlayamadığı bu grift (!) konuya vakıf olabilmeleri için sorunu biraz daha açabilir mi?
Alınmama kriterleri ne?
Kendi dışımızdaki onca düşük ihtimal gerçekleşerek gittiğimiz Avrupa Şampiyonası öncesi verilen taktikleri harfiyen yerine getirerek “13 maç kazanan” oyuncular, şampiyonada sadece ‘yeterince koşmadıkları’, gereken istatistikleri vermedikleri için mi kaybettiler? Futbolcu performansları ölçülebilir değil de sadece ‘motivasyon’ kaynaklı mıdır? Acaba oyuncu seçimindeki ölçme değerlendirme, örneğin şampiyonaya ‘seviye stoper’siz gitmek, kim tarafından hangi kriterler göz önüne alınarak yapılmıştır?
Biliyorum! Sorular havada kalacak
Oyuncuların sadece ‘sosyal problemler’den değil aynı zamanda istatistiklerinden dolayı ‘sınıfta kaldığı’nı söyleyen Terim, takım için tercih ettiği yeni oyuncuların verilerini karşılaştırmalı olarak açıklayarak, bizim futbolu daha doğru kavrayabilmemize yardım etmek ister mi? Tümer Metin, Nihat Kahveci, Tuncay Şanlı’yı yeterlilik seviyesi gözetmeksizin keyfi olarak kadrosuna dahil edip sonra çıkartan... Verdiği kararları dışarıdan daha sakin gözlerle değerlendirebilecek ‘güçlü yardımcıları’ yanına yaklaştırmayan Terim, kadrosuna dahil ettiğini okuduğumuz Nedim Yiğit ve Kerem Yavaş’ı hangi ayırt edici niteliklerinden dolayı tercih etmiştir?
Biliyorum, yanıtı olan ancak sessizlikte kaybolacak sorular soruyorum. Peki neden? Çünkü; * ‘Cogito ergo sum..’
Sorun yine savunma hattı
Te rim’in daha önce defaten denediği ve zaman zaman sonuç aldığını da düşündüğü ‘gerilim politikası’nın yeni versiyonu en azından maçın başında koşu performansı açısından etkili göründü. Ne var ki, milliler tempo yapmaya uğraşsa da gerek bir arada oy nama kültürünün eksikliği gerek oyuna akıl koyacak oyuncu sayısının azlığı harcanan enerjinin verime dönüşmesini engelledi. Göre ce yüksek profilli iki oyuncu Mehmet To pal ve Hakan Çalhanoğlu etrafına kurgulan takım, Emre Mor ve Vo lkan Şen’in kişisel performanslarına endekslenmiş durumda. Büyük sorun ise yine müdafaa hattında. Rusya’nın her kırık dökük hücum girişimi savunmayı savurmaya yetti. ‘Yenilenmiş milli takım’ bu haliyle daha deneyimli ve oturmuş Hırvatistan karşısında hayli zorlanacak gibi görünüyor.
‘’Hem zevkli hem tempolu‘’
İki takım da geçen sezon kaldıkları yerden devam ediyor. Konya hâlâ öncelikle korunaklı.. Beşiktaş ise yine tempolu, coşkulu ve sürekli arayışta... Aykut Kocaman’ın takımı kenarları boşaltıp savunma dörtlüsünün önünde birbirine yakın durarak Beşiktaş’ın iki marifetlisi Oğuzhan/Tolgay’ı etkisiz hale getirdi. Oyunu da 25-30 metreye sıkıştırıp hem rakibin topla hücumunu engellediler hem de Beşiktaş savunması arkasındaki boşlukları gözlediler. Savunma ve hücum dengesi için Beşiktaş’ın en kritik oyuncularından biri Olcay. O, kovalaması gereken Ali Çamdalı’nı kaçırınca zaten kırılgan olan Beşiktaş savunması, Çamdalı’nın ortasında ‘ters ayakta’ yakalandı ve golü yediler.
Stoper sorunu nedeniyle...
Beşiktaş, onca eksiğine rağmen kurgusunu bozmayıp iştahını yitirmiyor. Konya’nın da katkısıyla Atiba/Oğuzhan oyunun boyunu kısa Ntutmayı başardıkça takım olarak hem enerji tasarrufu yaptılar hem de Tosiç’in hedefe ulaşmayan onca ortasına rağmen hücumu çeşitlediler. Bu sıkışıklıkta Tolgay’ın top alamıyor oluşu en büyük sıkıntılarıydı. Bu sorunu da Quaresma’nın yıpratıcı çalımlarıyla halletmeye çalıştılarsa da sadece birinde başarılı oldular. Quaresma, rakip oyuncular için çok can sıkıcı bir futbolcu. Çünkü karşısında durmak zor olduğu gibi ayağından çıkardığı topun nereye ineceğini kestirmek de bir o kadar zor... ‘Konya kenarları boş bıraktı’ demiştik... Bu nedenle ilk devre en çok Tosiç adı duyuldu. İkinci yarı ise Quaresma, ‘stop’ edince öne çıkan Beck oldu... Alman savunmacı, rakip takımın ofsayt hattında iyi adımlama yapan Cenk’i o mesafeden görüp topu ayağına oturtunca tabela yine değişti. Ancak Beşiktaş’ın şu ünlü ‘stoper sorunu’ nedeniyle 6 dakika sonra tabela yine dengeye geldi
Düzen, istem dışı değişti
60. dakikadan sonra ise maçın düzeni biraz da istem dışı olarak değişti. Konya, oyun merkezini öne taşıyıp Beşiktaş’ı kendi alanında bastırmaya başlamıştı ki, Oğuzhan sakatlandı! Kulübeden alacağı katkı, ‘şimdilik’ sınırlı olan Beşiktaş, Rhodolfo’yu stopere Necip’i de Atiba’nın yanına gönderince hücumda tamamen yelken indirdi. Üstelik ilk devre kırmızı karttan ucuz kurtulan Necip, rakibine dengesiz girip kendini attırınca ipler tamamen Konya’nın eline geçmiş oldu. Bundan sonra iki takım da bir kaç pozisyon yakalayıp yenişemediyse bile ülke ortalaması düşünüldüğünde oyun aklı olan, hayli zevkli, tempolu bir maç izledik.
Ve son notlar...
* Övgülerle açılan bu stadın zemininin hali nedir?
* Her konuda itiraz eden futbolculara hakemlerle, ‘ahbap-çavuş’ ilişkisi kurulamayacağını kim hatırlatacak?
* Hakem kararı konuşmayı sevenler için bol malzemeli bir maç olduğunu da ekleyip, bitirelim...
‘’Advocaat bol bol not almıştır‘’
Taraftar bakışından ayrı, Dick Advocaat kenardan takımıyla ilgili neler görmüştür acaba? Herhalde şunu; topu kaptığında sete yerleşen ancak bunu ‘düşük ritm’de yapan bir Fenerbahçe.
Bilinir, bu durum ülkemizin kronik sorunudur. Ve bunu en keskin ifadeyle dile getiren de bir başka Hollandalı Wesley Sneijder olmuştur. Hatırlanırsa Wes, son Dünya Kupası sırasında, “Türkiye’de futbolcular topu üç-dört kez dürtmeden ayaklarından çıkartmıyor” demişti. Ona ilk tepki gecikmemiş, belli ki ‘milli gururu incinen’ o dönemin milli takım yardımcı hocası Hamza Hamzaoğlu, “O, kazandığı paranın hakkını verip takıma savunmada yardım etsin” türünden bir şeyler söylemişti. ‘Doğru söyleyeni kovalamak’ bu olsa gerek!
Advocaat da işte bu soruna takılacak görünüyor. Onun ilk işi ‘pas hızı’ ve topun oyuncu ayağında kalma süresinin kısaltılması olacak gibi...
Sıra ligi çözmekte
Örneğin, Salih ya da Alper ‘yetenek gösterisi’ yapmak yerine daha seri oynamayı düşünseler zaten ilk maçta muradına ermiş Fenerbahçe kendini geliştirmek için iyi bir idman yapmış olurdu. Van der Wiel’in ‘ince işi’nin ardından gelen golle maç koptu ama bunu rakibin ‘çözülmesi’ne bağlamak daha doğru olur.
Eğer böyle düşünürlerse Fenerbahçe’nin sorunlarının ultrasonunu çekip süratle tedaviye geçmek kolaylaşır. Bu maçta Advocaat oyuncuları için çok not almıştır sanırım. Şimdi onun için sırada, ‘öncelikle rakibi oynatma’ sloganıyla sahaya çıkacak bizim ‘temposuz, vasat lig’imizin sırlarını çözmek var!
‘’Güzel başladı!‘’
Anlayan var mı? Sezon açılıyor ve açılışı ‘şampiyon’ yapmıyor!. Ama neden? Yapsana açılışı şampiyonla... Rakibi şampiyonu çıkış tüneli ağzında alkışlasın ve film daha önce hiç başlamadığı bir yerden başlasın!... Çok mu zor? Kuşkusuz, “Sen de bir şeyi beğen be birader” diyecekler olacaktır aramızda ama ben de onlara, “Sen de her şeyi beğenme be kardeşim. Bazı şeylere de karşı çık ki dünya birlikte değiştirmek için yan yana gelelim” diyeceğim... Neyse!.. Kayıplarını onaramamış Beşiktaş bir ilk maç olarak karşılaşacağı en iyi takımlardan birini ağırladı statında. Beşiktaş’ın eksiklerine (!) rağmen kadro yapısı açısından iki takım arasındaki fark okyanuslar değilse bile dağlar ya da denizlerle kıyaslanabilir.
Maçı moral olarak aldı
‘Süper Lig çaylağı’ Alanya karşısında devreyi 2-0 önde bitirirken üç pozisyon alıp bir pozisyon verdiler. Yüzdeleri son derece yüksekti... Oğuzhan’ın golü hayli ilginçti. Taç atışından gelen topta kaleci dahil karşısına geçen üç Alanyalı senkronik olarak ‘birer an’ kaybetti. Peki o zaman ne olur? Gol olur!.. Ya ikincisinde? Sağ bek Beck, ceza sahasından çıkmaya çalışan Alanya’yı ceza sahası çizgisi üzerinde bastırıp topu kaptı ve Olcay’a golü yaptırdı. Hâl böyle olunca devre biterken Beşiktaş maçı moral olarak çoktan ele almıştı bile. Maç esnasında bu duruma erişen bir takım için ‘oyunun boyu uzadı/kısaldı’, ‘kanatların etkisi’, ‘pas trafiği’ türü teknik kavramlar anlamını yitirir. Öyle de oldu.
Birkaç hafta böyle gider
Cenk’in penaltısı sonrası futbolcu coştu, tribün koptu ve oyun her daim olması gerektiği gibi eğlenceye dönüştü. Peki bundan sonra?. İşler birkaç hafta böyle gider. Sonra rakip takımlar savunmada tahkimatları artırır... Adam geçme, arkaya sızma azalır... Bazı oyuncular sakatlanır... Herkes hakemlere saldırır... Yönetimler gerilir... Taraftarlar didişir!... Varsın olsun... Futbol güzel... Biz iyi insanlarız...
Eğer böyle düşünüyorsak sezona Melih Cevdet’le başlayalım;
Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu
‘’Haklı olmak yeter mi?‘’
Beşiktaş Teknik Direktörü Şenol Güneş öyle şeyler söyledi ki, sormayın!.. ‘Beşiktaş ağaları’nca seçime sokulmayan muhaliflerden biri kürsüden bunların onda birini söylememişti ki, yaka paça alaşağı edildi.
Açıklamaların ardından muhalefete muhalefet etmeyi ‘takım tutmak’ sanan pembe hayaller ülkesinin ‘öfkeli iyimserleri’ abondone olurken, Beşiktaş yönetimi dün itibarıyla ‘süt dökmüş kedi’ misali sessizdi...
‘Başı bozuk transferler’
Oysa yönetici Umut Güner gururla, “Şampiyon takım dağılıyor algısı yanlış” diyor ve “Kaleye Fabri’yi sol beke Adriano sağa da Gökhan Gönül’ü aldık” diye ekliyordu. Anlıyoruz ki durum böyle değilmiş... Güneş, bir sol bek ihtiyacından daha söz ederken, “İki yabancı kaleci takıma ağır gelebilir” diyerek transferdeki başı bozukluğu da anlatıyordu.
Yönetimin arkasına siperlenen Beşiktaş medyası ise “Hoca haklı ama şimdi zamanı mı?” türünden mahcup ifadelerle ortamı yumuşatmaya çalışıyor.
‘Borcu kimse umursamadı’
Oysa başta Yemen Ekşioğlu olmak üzere birçok Beşiktaşlı kaç zamandır yazıyor, söylüyor; “Reel borç 2 milyar TL’yi aştı...” Kimse umursamıyor. Tek savunu “Stat yapıldı. Ayrıca transfer yasağı var, yönetim ne yapsın?” Peki ama transfer yasağı hangi gerekçeyle kondu? Bahsi geçen borçlar nelerdir, hangi kaleme ne harcanmıştır? Kulübün ‘alacakları’ denen paralar kimdedir ve tahsilat yöntemi nedir?.. Bu sorular ne denetleniyor ne de merak ediliyor..
‘Kullandığı dil çelişkili’
Beşiktaş’ın yönetim düzeyinde ehil ellerde olmadığı her adımda ortaya çıkıyor. Bu durum gerçek verilerle hareket edip, analitik düşünebilen herkesin malumu.
Peki teknik anlamda saha için durum ne halde?
Yaz aylarını ‘suspus’ geçiren Şenol Güneş lig başlarken yapısal sorunları ortaya döktü. “Kulübü biz yönetmiyoruz. Biz takımı yönetiyoruz. Patron var, genel müdür var. Genel hesaba bakılır en son kararı patron verir” dedi. Bir kere bizim ülkede kulüplerin ‘patron’u yok. Yönetim kurulları ve onları temsilen başkanları var. ‘Başkan’ da ‘patron’ değil. Patron ya sermaye sahibine ya da kriminal dünyada ‘baba’ya verilen isimdir. O nedenle teknik adamların ‘jargon’ yerine ‘terminoloji’ye bağlı kalmaları şarttır. Böyle yapmayıp sonra gazetecilerin dilinden şikayet etmek çelişkili bir duruma işaret eder.
‘Sızlanma işe yaramadı’
Futbolun endüstriyel yapısı gereği günümüzde teknik direktörler çok şeye hakim ya da en azından hakim olanları denetleyebilecek temel bilgilere sahip olmak zorunda. Yani ‘iş idaresi’, İngiltere bağlamında konuşursak ‘menacer’lik bilgileri şart. Bir diğer seçenek ise ‘sportif direktörlük’ makamının inşasını talep etmek. Yoksa, “Kafam basmaz” türü adresi belirsiz, kimin neden eleştirildiği belli olmayan sinik sızlanmalar işe yaramaz!
‘Kayıp para delikleri tıkanamıyor’
Güneş’i anlayabiliyorum, ülkenin spekülatif transfer ortamında kendini temiz tutmaya çalıştığı için bu konulara girmek istemiyor. Ancak bu kez de ortaya Denis Boyko ya da tartışılmadan üstü kapatılan Gökhan Gönül gibi hesapsız transferler çıkıyor!.. Böylesi durumlarda ise daha elzem transferler gerçekleşemeyip, kayıp para ‘kara delikleri’ tıkanamıyor!..
‘Çıkarsın bu kadroyla oynarsın’
Güneş kendini, yönetimin verdiği/verebildiği kadroyla iş yapmak zorunda olan biri olarak tarif ediyor... Bu durumda, Beşiktaş’ın elinde zaten belirli bir kadro var. Bunun üzerine çıkmak ‘şimdilik’ mümkün görünmüyor ve Güneş’in de herhangi bir çözümü yok ise, bu tür ‘şikayetlere’ ne gerek var? Çıkarsın bu kadroyla oynarsın!...
‘Hoca düzeltme işine girmez’
Çok başlık var ama yer dar!.. Son bir not olarak, bugün yapacağı açıklanan toplantıda umarım Şenol Güneş ‘yanlış anlamaları’ düzeltme işine girmez!.. Ve yıllardır her takımda yardımcılığını yapan antrenör Şeref Çiçek’in neden takımdan ayrıldığına dair de anlayabileceğimiz birkaç şey söyler.
‘’Bir şey yapmalı!‘’
Maç öncesi çeşitli saldırı haberleri geliyordu ama ülkenin ‘milli stadı’ndaki meşale görüntüleri yeni sezonda bizi ne tür vurdumduymazlıkların beklediğinin de habercisi oldu...
Stadın bir bölümü ‘şov yapıyoruz ’ bahanesiyle ‘yanarken’, futbolu yönetenler protokolde ‘canı sıkılmış ’ gibi yapıyordu. Kendimi onların yerine koyuyor ve birinin devre arasında diyelim TFF Başkanı Yıldırım Demirören mikrofonu eline alıp şöyle konuşmasını hayal ediyorum; “Arkadaşlar bu oyunu ne yazık ki hakkınca izleyemiyoruz. O nedenle bu maçı burada bırakıyor ve herkesin evine gidip ‘Acaba nerede yanlış yapıyoruz’ diye düşünmesini istiyoruz” Ne büyük hayal değil mi? Oysa ne önemi var ‘Süper Kupa’nın. Hatırlayın, 3 Temmuz sonrasında bu ülkenin oynanmamış bir Süper Kupası var. Bir diğeri yarım kalsa ne olur? Gördüklerimiz/yaşadıklarımız karşısında hepimizin Moğollar ’dan Cahit Berkay hocamızın o muazzam çığlığını hatırlaması şart; “Bir şey yapmalı!.. ”
Maça dönersek... İlk 10 dakika Bruma merkezli hücumlarla oyunu ele alan Galatasaray ’a karşı Beşiktaş ’ın maçı dengeye getirmesi güç oldu. Atiba/Oğuzhan/Tolgay üçlüsüne rağmen geçen yılki olgunluğa ulaşamadılar bir türlü. İlk ciddi tehlikeyi 60. dakikada Cenk ile bulan Beşiktaş Tolga Ciğerci/Selçuk ikilisini aşmakta zorlandıkça kaygı eşiği de yükseldi. İşe Wesley ’i sokan Galatasaray ise 60’dan sonra uygun fırsatlar bulamasa da tehlike bölgesine iyice yerleşti. Ancak normal sürenin sonunda Cenk ile kupaya yaklaşan Beşiktaş golleri kaçırırken sanırım Mario Gomez ’in menacerinin avuç içleri de kaşınmıştır!..
Kupayı penaltılarla kaybeden Beşiktaş Sosa/Gomez ikilisini özlerken dirençli Galatasaray sezon için yenilenmiş bir görüntü verdi.
Ve son notlar... Oyuncuların hakeme karşı tutumlarının düzelmesi için MHK ’nin daha keskin ve kararlı duruş sergilemesi bir kez daha elzem görünüyor. Ancak yayıncı kuruluşun yorumcusu için bir çözüm bulamadım. Yorumcuyu ‘sevk’ ya da ‘havale’ edecek makam konusunda kafam haylı karışık. Uygun bir çözüm bulan varsa lütfen beni de haberdar etsin!..
[Content:{1247349}]
‘’Şimdilik tavsiye!‘’
Enteresan bir ülkede yaşadığımız çoğumuzun malumu. Birileri hakkımızda bir karar verir sesimiz çıkmaz... Yine birileri kararı kaldırdığını açıklar, “Peki o zaman neden vardı bu yasak?” diye merak edenimiz olmaz. Dün Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı Göksel Gümüşdağ, yeni sezonda Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzon ve Bursa arasındaki deplasman maçlarına taraftar götürmeme uygulamasının kaldırılmasına karar verdiklerini açıkladı.
Görev alanı farklı!
Doğru, yerinde hatta hayli gecikmiş bir karar... Lakin bildiğim kadarıyla bu konu Kulüpler Birliği’nin görev alanında değil. Böylesi bir karar, ülkenin ‘iç işleri sorunu’ olduğundan içinde bulunduğumuz ‘Olağanüstü Hâl’ gibi olağan dışı dönemde valilerin ve onlara bağlı ‘il güvenlik kurulları’nın yetki alanında olmalı. Kulüpler Birliği’nin kaldırdıklarını açıkladığı karar olsa olsa ‘tavsiye niteliği’ taşır diye düşünüyorum.
Ciddi bir ipucu...
İşin hukuksal tekniği bir yana... 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşan iyimser havanın toplumun tüm hücrelerine nüfuz edebilmesi için Kulüpler Birliği’nin açıklaması başlı başına bir özgüven, kararlılık ve işlerin ‘eskisi gibi yönetilmeyeceği’ne dair ciddi bir ipucu olarak okunmalı. Böyle değilse bile böyle olması için takipçi olunmalı... Toplumun olgunlaşmadığını vaaz ederek ‘deplasman yasağını’nı kaldırma kararı için “henüz erken” diyecekler olacaktır kuşkusuz. Hatta kimi yazar arkadaşlarımız bu minvalde görüş bildiren yazılar bile yazdı.
Demokrasi bir süreç
Ancak unutmamak gerekir ki, demokrasi ve toplumsal olgunluk bir süreçtir ve bu sürecin nereden başlayacağına hiçbirimiz karar veremeyiz. Toplum, demokrasiyi herbir bireyiyle inşa edecek bir zemine oturabilirse ‘modern toplum’ olma yolundan yolculuğuna başlamış olur. Ve böylece onca insanın yaşamına mal olan darbe girişimleri de kimsenin aklına gelmez ve bu doğrultuda illegal örgütlenme arayışlarına girmez, giremezler.
Kapalı toplum uygulaması!
Demokrasi her şeyden önce ‘toplumsal olgunluğu’ gerektirir ve bu, birilerinin bir yerlerde planlayarak uygulayabileceği, yeri ve zamanına karar verebileceği bir durum değildir. Başlığımız ‘futbol’ ise bu, stadyumdan başlar ve yaşamın her alanına örnek teşkil edecek biçimde yayılır. Başlığımız ‘bilim’ ise, üniversite ve bilimsel çalışma alanlarından başlayarak aralarında stadyumların da olduğu tüm toplumsal alanlara doğru yayılır. Demokratik toplumlar, kendine güvenen haliyle yurttaşına güvenen toplumlardır. Bu bağlamda ‘futbolda deplasman yasağı’ gibi ‘kapalı toplum’ uygulamalarını reddederler.
Desteklemek görevdir
Peki, kimi zaman tribünler arasında sorun çıkmayacak mıdır? Elbette çıkacaktır. Bu hem zaten ‘eşitsiz olan hayat’a hem oyunun gereği olan ‘gerilim’e bağlıdır. Bu tür ‘savaşmadan çözülecek sorunları’ çözebilen insan topluluklarının ortak paydalarda buluşma konusunda daha yetkin olacakları da su götürmez bir gerçektir. Ezcümle, Kulüpler Birliği açıklamasını destekleyip, geliştirmek oyunun da hayatın da insana yüklediği önemli görevlerinden biridir.