‘’Hepimiz kapıcıyız!‘’
Pazar günü Saracoğlu’nda, Rıza Çalımbay’a ‘kapıcısoylu’ olduğunu hatırlatan, “Hepimiz ayrı sınıflardanız ve biz ezenlerdeniz” diyen o pankart, çocukların Kemalettin Tuğcu okumaya ne kadar ihtiyacı olduğunu bir kez daha gösterdi bana.Aklı başında, vicdanının sesi yüksek Fenerbahçeli taraftarların bu söylemi protesto için kolları sıvadığını biliyorum. Bu açıdan Rıza’yı acıtmaya uğraşan o pankartın bir işe yaradığını da düşünüyorum. Pankart bize, kimin kim olduğunu, hangi sınıftan geldiğimizi, kimden yana olmamız gerektiğini hatırlattı..Evet, hepimiz kapıcıyız ve çocuklarımız kapıcı çocukları...Eleştiri iyidir, geliştirirPazar günü, şahane bir ‘mahalle maçı’ izledim. Yanlışı doğrusu, olanı olmayanıyla her anı uzun bir aradan sonra, “İyi ki, bu oyunu seviyorum” dedirtti bana.Olmaması gerekenler de yok değildi... Örneğin, İstiklal Marşı okunurken Beşiktaş tribünlerinden Fenerbahçe aleyhine edilen küfürler gibi.Oysa Beşiktaşlı’nın tepkisi efendice, zekice, pırıltılı, ama gürültülü olur. Tıpkı sevincinin vakur, ağırbaşlı olduğu gibi. Tribünlerin en neşeli, en yaratıcı topluluğu daha serinkanlı olmalı diye düşünüyorum.Ayrıca çok mahir bir zulayla içeri sokulan iki meşalenin oluşturduğu atmosfer güzeldi de, Fener taraftarının üzerine atılması, işte o olmadı. Kemalettin Tuğcu bize, karıncanın canını yakmamayı öğretmemiş miydi?‘Yakışıklı bir tavır’ olurduMaç kadar güzeli, bitiş düdüğüyle Fenerbahçe taraftarının başta Gabriel Daniel Pancu olmak üzere iki takımı da alkışlamaları oldu. Tüyler ürpertici bir sahneydi. Sahada izlediğimiz o güzelliğin hakkı da ancak bu kadar güzel verilirdi. O sahneden sonra Beşiktaşlı futbolcuların rakiplerini yenmek için sırılsıklam ettikleri o güzelim nostalji formalarını Fenerbahçe tribünlerine hediye etmeleri çok ‘yakışıklı olurdu.’ Akıllara gelmedi. Umalım ki, bu da bir sonraki maçta gerçekleşsin...Bir de, insan Pancu penaltıyı kurtarsa, şu güzelim maç daha da güzel olmaz mıydı diye düşünmeden edemiyor...
‘’Derbiye öteden bir bakış...‘’
Taraftar dengesi olamayacağından, tribün eğlencesinden de mahrum kalacağım. Oysa böylesi maçlara o aromatik lezzeti veren şey, oynanan futbolun yanı sıra tribündeki yaratıcı eğlencedir. Örnek, iki sezon önce açılan o ünlü Ortega pankartı gibi...Oysa tribünler yarı yarıya paylaşılıyor olsa ve maç sıkıcı da gitse - ki taraftar buna izin vermez - hiç yoksa eğlenir, güleriz...Son gittiğim Beşiktaş - Ankaragücü maçı da böyleydi. Beş gol ve kaçan biri ciddi diğerleri tırıvırı pozisyonun dışında futbol adına pek de eğlenceli olmayan o maç, tribündeki yeni besteler, Fenerbahçe maçına yapılan göndermeler ve bizatihi Yılmaz Vural’ın varlığıyla neşe içinde bir gün geçirmemize neden oldu. Gönül isterdi ki, o neşeli çocuklar Saracoğlu’na da gelebilsin ve maçı maç yapsın.Beşiktaş malum, derme çatma bir takım, ama Rıza Çalımbay işi yavaştan yoluna koyuyor gibi. Gerçi takımın balans ayarı henüz tam olarak yapılabilmiş değil. Bir iki maç ‘eh fena oynamadı’ gibi yapıyor, sonra bir bakıyoruz, takım ortadan kayboluyor. Oysa dakikası bilmem kaç milyara gelen onca futbolcu alınca ‘kaybolmayan sakız yapmak’ gerekiyor.Az orta yapan, az şut atan, ama çok koşan bir Beşiktaş var Rıza Çalımbay’ın elinde. Bu sene şimdiye kadar izlediğim en iyi takım olan Fenerbahçe’yi yenmek ve yenerken de gerek oyuncu seçimi gerek taktik anlayışı Çalımbay’ın bir üst sınıfa terfisi anlamına da gelecek... Elbette, en azından benim için.Dikkate alırsa bir öneri! Hemen arka sırada oturan Giray Bulak’ın sınav kağıdından bir parça kopya çekmenin kimseye bir zararı olmaz. Hani şu, Ümit Özat’ı çıkarmamak için örneğin Carew’i oraya göndermek ve onunla birlikte müdaafanın göbeğinde delikler yaratmak gibi... Tabii en iyi atraksiyonları Çalımbay’ın bizden daha iyi bileceğini de hiçbir zaman unutmuyoruz.Dur bakalım, ne olacak!Bu yöneticiler çıldırmış olmalıOkudunuz mu bilmem? Bir kısım Galatasaraylı yönetici ve diğer bir kısım Fenerbahçeli yönetici, bir sonraki sezon takımın başına Lucescu’yu getirmek için başkanlarına öneri götürmüşler.İnsan düşünmeden edemiyor, koca dünyada Lucescu’dan başka hoca kalmadı mı diye. Dünya iyi hoca kaynıyor, bulabilene. Üç yıl önce Mourinho adını duyanınız var mıydı? O Mourinho ki, bizim yöneticilerin elinde iki maç kaybetse, kuyruğuna teneke çoktan bağlanmıştı. Ayrıca Daum da, Hagi de gayet bilgili - görgülü insanlar. Yoksa iki takım da ligin tepesinde olur muydu?Ben olsam o yöneticilerin yerinde; Daum’un yerine Todor Veselenoviç’i, Hagi’nin yerine de Jupp Derwall’i düşünürdüm! Ne de olsa ikisi de Türkiye’yi Lucescu kadar tanıyor... Lahevlevela, innasabirin...
‘’Size gaddar diyebilir miyim?‘’
Örneğin, Erman Toroğlu... Karşısına çıkan herkesi ‘yemek için’ yaratılan ‘Yüzüklerin Efendisi’ndeki ‘urukhailer’ gibi atılıyor ekranda kurbanlarının üzerine. Yoluna bir çıkmaya gör. İster futbolcu ol ister hakem, ister yönetici ol ister tavuk ya da domates üreticisi. Dalgasını geçiyor, lanetliyor, mahkum ediyor, acıyor, seviyor, takdir ediyor. Gerçek bir modern zaman tanrısı.Futbolda kullanılan her şey onun için yaratılmış ya da o yaratmış gibi. Kah sözcüklere takla attırıp küfür ediyor, “Ne kadar dobra biriyim”i göstermek için, kah babacan bir tavırla başını okşuyor adil görünmek için.O öyle yapıyor da onu izleyenler ne yapıyor? En az onun kadar zalim olmak istediklerinden kıs kıs gülüyorlar gözlerinin önünde birilerinin parçalanmasına.Toroğlu, kurbanlarının ‘anasının’ hatrını incelikle sorarken, ne kadar da keyifleniyor küfürün her türüne karşı olan ‘alicenap Türkler.’ Onlar yüksek ya da kısık tonda gülüşürken Toroğlu, çaktırmadan zihinleri hadım ediyor.Gülmeyen azınlık ise içinden ya da dışından envayi çeşit küfür ediyor Toroğlu’na. Yani, her koşulda onun istediği oluyor. Küfür ve şiddet kazandıkça şöhreti artıyor. Onun şöhretinin artması sağduyunun, aklın, erdemin, faziletin, hakkaniyetin, iyilik ve güzelliğin ölümü demek.‘Aile içi’şiddete hayır!Yılmaz Vural, oyuncuları Effa ve Adem Dursun’a tekme tokat girişirken hiç düşündünüz mü, “O tokatlar öğretmeni tarafından çocuğuma atılsa ne yapardım” diye. Vural’ın yaptığını yapan öğretmenin mesleki geleceğinin ne olacağını bir düşünün bakalım.Bir de şunu düşünün, Effa ya da Adem Dursun hocaya ‘girişse’ ne olurdu? Şüphesiz ikisi de, futbolculuk hayatının önemli yıllarını mahalle takımıyla idmana çıkarak geçirirdi.Hoca, “Bu iş aile içinde oldu bitti” diyor. Ama modern toplumlarda aile içindeki şiddet, şikayet olmasa bile toplumun ‘ruhsal ve zihinsel selameti açısından’ mutlaka cezalandırılıyor. Çünkü ceza, şiddetin örnek oluşturmasını engellemek için konuyor. Biliyoruz ki, cezasız kalan suç örnek alınabilir ve başka birileri de kendi ailesinin canını dilediğince yakabilir.Futbolu yöneten sorumluların elinde bu vakanın ‘televizyon görüntüleri’ var. Bakalım işin sorumluları Yılmaz Vural’a görüntülerden ceza verecek mi?
‘’Sıradan ve ayrıcalıklı‘’
Sonra bir kez daha anladım ki, ne kadar kötü oynarsan oyna, meşin yuvarlak maç içinde sana ‘kahraman’ olmak için mutlaka bir fırsat tanıyor.Örnek mi; al sana Tayfur... Maçın en kötüsü diyecektim, ama vazgeçtim. Çünkü İnönü’nün kapalısındaydım, ama izlediğime maç diyebilir miyim, tam emin değilim.Evet, bir yıldız değildir Tayfur, ama samimi ve çalışkandır. Doğa onu bir futbolcu için gereken üstün yeteneklerle donatmamış olmasına rağmen ‘O’, bu durumu aşmak için vargücüyle didinir maç boyunca. ‘Sıradan olanın’ kendi gayretiyle ‘ayrıcalıklı’ hale dönüşümünün enfes bir örneğidir Tayfur.Ama cumartesi, onun günü değildi. Çok pas hatası yaptı. Belki de orta sahada yalnız kaldığı için oyunu bozmada eski günlerdeki kadar iyi değildi. Ayağına her top geldiğinde tribündekiler homurdanıyordu; “Okan orada dururken bunun ne işi var sahada” gibilerinden.Ama gel gör ki, o son dakikada koca saha içinde gidebileceği en uygun yere gitti ve kafasını topa uzatıverdi. O ana kadar yaptığı her şey de unutuldu gitti. Artık ‘O’, biraz müztehzi bir ifadeyle karşılansa da o sıkıcı maçın ‘kahramanıydı.’Maç sıkıcıydı, ama ‘tüyler ürpertici’ başladı. Beşiktaş kapalısı iki takımı elele tribüne çağırdığında ve bu çağrı bir süre karşılıksız kaldığında açıkçası korktum, tatsız bir şeyler olacak diye. Neyse ki, kimsenin uyanmadığı işe Fatih Tekke uyandı ve Beşiktaşlılar’ı da uyararak elele tribüne geldiler.Yaşlanıyor muyum neyim, bu tür sahneler beni çok etkiliyor. “Helal olsun” dedim içimden şu Beşiktaş kapalısındaki ‘ortak akıla...’Ama ‘sevimli bir hain planla’ eski açığa sızmayı başaran o bir grup Trabzonspor taraftarıyla kavga çıkarmayıp, bu muzipçe girişimi daha sevimli hale getirebilseydi o tribündekiler, çok daha şenlikli olacaktı her şey. O sıkıcı maç bambaşka bir anlam kazanacaktı. Hepimiz görecektik ki, biz bu toprağın çocukları, aynı tribündelerde aynı neşe içinde başka takımları tutarak da varolabiliriz. Bu sefer olmadı, umut bir sonraya...Küfür yok muydu?Beşiktaş’ın başlattığı ‘Küfür etme, ettirme’ kampanyası 85 dakika dayandı. Ondan sonra edilen de ‘ihmal edilebilir’ orandaydı.Asıl küfür stat çıkışında Taksim’e doğru yürürken başladı. İrili ufaklı gruplar, içlerinde biriktirdikleri küfürleri pervasızca bağırarak çıktılar Taksim’e. Görünen o ki, Beşiktaş’ın bu hayırlı kampanyası bir süre daha stat içiyle sınırlı kalacak.Kampanyaya karşı çıkmak için değil elbet, ama küfür etmenin insanın içindeki şiddet duygularını yumuşattığını düşünenlerdenim.Cemal Süreyya gibi düşünmeye yatkınım küfür konusunda... Şöyle der, usta;“Küfür diyorum bir saldırmama eylemidir.İnsan süsüdür günah.”Sanki küfür eden de, edilmesini istemeyen de durumu fazlaca abartıyor gibi. Edilmese şahane olur da, küfür edemeyen bazılarının tepkisini başka türlü göstermek zorunda kalabileceğini ve bunun da daha şiddetli olmayacağını kimse iddia edemez diyorum.Yanılıyor muyum?Belki de...
‘’Başkasının acısına bakmak‘’
Yıl 1989. Beşiktaş o sezon küme düşen Adana Demirspor’a İnönü’de 10 gol atıp resmi bir maçta en çok gol atan takım unvanını alıyor. Yücel bir gün, Milne’le söyleşi yapıyor ve laf dönüp dolaşıp o maça geliyor. Gordon, skorun kendisini utandırdığını söyledikten sonra “Bize yakışmadı” diyor. Ve şuna benzer sözlerle devam ediyor; “3 gol yeterdi. Fazlası ayıp oldu. Rakibimizin onurunu düşünmedik. Ama gençlere söz geçirmek mümkün olmuyor. Büyüdüklerinde onlar da anlayacaklar ama...”Pazar günü Fenerbahçe’nin attığı 7 golün özetini izlerken bütün bunlar geçti aklımdan. Evet, futbol gol için oynanan bir oyundur ve bol gollü bir maç seyirciye çok keyif verir. Ama, gol de herşey değildir. Güzel bir çalım, kayarak yapılan bir müdahale, rakibin en mahir oyuncusunun ayağından tereyağından kıl çeker gibi alınan top da en az şık bir gol kadar keyif vericidir.Ligin dibine oturmuş ve hiçbir direniş gösteremeyen Kayserispor’a onca gol atarken, 1989’daki Metin - Ali - Feyyaz’ın ‘acımasızlığı’ içinde gördüm Fenerbahçeli topçuları. Rakiplerinin hislerini, onurlarını hiçe sayan, onları kentlerine döndüklerinde manalı bakışlarına mahkum eden bir hırçınlık, ağır bir acımasızlık, doymak bilmeyen bir arzu içindeydiler. Oysa 3-0 yeter de artardı. Hocaları da dahil hiçbiri durmadı, durmak istemedi. Biraz daha zaman olsa belki bir o kadar daha atacaklardı.Bu maç bir Galatasaray, bir Beşiktaş maçı olsa, yine de anlamam ya, hadi ‘ezeli rekabet, şu, bu’ diyerek, bir ölçüde anlaşılırdı diyelim. Ama rakip Kayseri’ydi ve ligin en altına çökmüştü. ‘Terdaşları’, diz çökmüş Kayserili arkadaşlarına çok sert vurdu. Oysa bu oyun, bir ‘merhamet’, bir ‘nezaket’ oyunuydu da aynı zamanda. ‘Öteki’ni kollamak da vardı oyunun terbiyesi içinde, yenmek ama rezil etmemek. Başını öne eğdirmemek.Çoğu insan gibi “Bu sadece bir oyun. İnsanlar çok gol seyrettiyse bunun neresi kötü ve korkunç” deyip geçemeyeceğim. Unutmayalım ki, hayatta olduğu gibi futbolda da bize ait sevinçler hiç tanımadığımız başka birilerinin derin üzüntüsü anlamına gelebilir. Onlar için hâlâ üzülebiliyorsak, dünyayı daha güzel bir yer yapabilme umudumuzu da koruyoruz demektir. Futbol, daha iyi, daha güzel bir dünya için bize akıl yürütecek o kadar malzeme veriyor ki.. Ona kulak tıkamayalım.
‘’Ağzına biber sürerim!‘’
Ancak ‘LÜTFEN’ başlıklı anlaşılmaz metne dünyanın parasını harcayanlar, ısrarla ve inatla stat kapılarında yaşanan şiddete gözlerini yummakta kararlı görünüyor. Ne mi oluyor o kapılarda? İşte sadece benim yaşadıklarımdan küçük bir aranjman...Malum, tribüne gidenlerin yüzde 90’ı gibi çalışan ya da çalışan bir kişiden -öğrenciler gibi- geçinen kişileriz. Emeği, gayreti ya da bilgisiyle para kazananların haklarını koruduğunu iddia eden yürürlükteki hukuk, stat kapılarında ayaklar altına alınıyor her maç öncesi. İnsanların ceplerinde bulunan bozuk paralara dünyanın hiç bir yerinde örneğinin olduğunu sanmadığım bir uygulamayla el koyuyor polis memurları. Bir tür ‘yasal gasp’ anlayacağınız. Kimsenin sesi çıkmıyor. Çakmak, tespih, kalem gibi nesneler de mülkiyet hakları gözetilmeksizin toplanıyor.Şimdi düşünün, Türk parası yenilendi ve artık yeni madeni lira ve kuruşlar ciddi ciddi ‘işe yarıyor’. İnsanlar stada gelip stattan ayrılmak için minibüse -otobüse binerken, bir şeyler atıştırırken, ki bu içki de olabilir, bu paraları kullanıyor. Ne hakla bu paralara el konuluyor? Bu şiddet değil mi?Her hafta stat kapılarında onlarca polise ve özel güvenliğe rağmen yüzler kişinin cep telefonu çalınıyor. Bulunan bir tek cep telefonu var mı? Yok. Bu şiddet değil mi? Bu insanların haklarını kim koruyacak?Ya insanların sık sık bozulan stat kapılarında üst üste bekleşirken polis copundan, hakaretin binbir türünden nasiplenmeleri şiddet değil mi? Daracık koltuk aralarında oturmaya zorlanmaları, girilmeyecek haldeki tuvaletleri kullanmaları, stat çıkışlarında yetersiz kapılar yüzünden sık sık ezilme tehlikesi atlatmaları şiddet değil mi?Maç bitiminde gecenin o saati evlerine dönebilmek için sokaklarda deli danalar gibi vasıta aramak zorunda kalmaları, birç otobüse binmek için kilometrelerce yol gitmek zorunda kalmaları şiddet değil mi?Hayır mı? LÜTFEN!Bir de şu meşhur “küfür problemi” var.-Tribünde edilen küfür değil sövgüdür ya, neyse bir dil tartışması yapmayalım.-Bütün büyükler, statlardaki küfürden bıkıp usandıklarını söylüyor her fırsatta. Ama hepimiz Cem Yılmaz gösterisinde ya da G.O.R.A.’da ya da daha bir dolu gösteri ve filmdeki küfürlere gülerken gözlerimiz yaşarıyor. Bilinir G.O.R.A., Uzan operasyonu nedeniyle uzun süre gösterime girememiş ve bir bakanın girişimleri sonucu sinemalara ulaşmış, çok da iyi olmuştu.Şimdi bu iki yüzlülük değilde nedir? Olumsuz bir duruma karşı çıkacaksanız her yerde karşı çıkın. “Cem Yılmaz’da güleyim, tribündekini döveyim...” Yani ‘ağzınıza biber sürerim’ tavrı daha başından tutarsız, tutarsız olduğu için de çözümsüz uzak. Ama dileriz başka bir tutumla çözülür de hep birlikte kurtuluruz.
‘’‘Top'tan şiddet!‘’
Koltuklar süper şahane! Yiğiter ve ben gövdeli olduğumuzdan sıkı bir nefesi içimize çekip üç beden küçülerek, daha doğrusu büzülerek, koltuğa adeta sıkıştık. Yineliyorum, kimse beni maçlarda o koltuklara oturtamaz.Oynanan maç desen değil, müsamere hiç değil. Daha çok bir tür pandomim.Bir sürü anlı şanlı topçu, oynamasalar bir yerlerine elektrik verilecekmiş gibi ciddiyetten uzak tuhaf hareketler yapıyor. Dayanamadım, “Çıkalım” dedim. Üçü de bunu bekliyormuş, yüzlerinde bir sevinç dalgası. İlk devre bitti, kalktık. Yine aynı koltuklar arası eziyet, milletin ayağına basa basa merdivenlere ulaştık. Merdivenler ana baba günü. Çevirip yeşilli güvenlikçiyi kükredim, “Durdurun maçı, bu maç oynanamaz. Ne bu merdivenin hali. Şekip Mosturoğlu’na söyleyin, burada ‘korsan maç’ oynanıyor.” Çocuk şaşkınca gülümsedi.Kapıya indik, şef güvenlikçiye ve oradaki polislere, “Çıkacağız, kapıyı açar mısınız” dediğimde dumurların dumuruna uğradım; “Açamayız.” Öyle nefis bir soru sordum ki, kendim bile güldüm; “Why?” (Neden?)Yanıt sorudan da şahane; “80. dakikaya kadar kapı açılmaz.”“Kim demiş?”Emir var, saha komiseri, beden terbiyesi, futbol federasyonu, anayasa maddesi, ceza hukuku, yasalar falan filan... Türk yönetiminin en veciz savunmasıyla karşı karşıyayız; “Ben bilmem merkez bilir.”Bu bir şaka diye düşünüp başladım tartışmaya, insan ve hayvan haklarından girip, “Hastayım kardeşim, çıkacağım”a vardırdım işi. Nazik bir polis memuru, “Sizi tek başınıza salarız, ama ya ötekiler” deyince artık sinirler kaldıramadı ve hiç yapmadığım bir şeyi yapıp, “Ben kimim biliyor musunuz”a daldım. Artık kimsem ve onlara neyse... Sonra bombayı patlattım, “Kardeşim göndertmeyin beni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne.” Makaralar boşaldı millette, ama güvenlikçi inatla direniyor. Olsun, ben daha inatçıyım çıkacağım; “Baba, bağla bana şu amirini de bi konuşalım.”Telsiz melsiz, şu bu derken 10 -12 dakikalık mücadele sonunda kapağı dışarı attık hep beraber... Şimdi soruyorum Sayın Şekip Mosturoğlu ve diğer yetkililere; “Bize uyguladığınız / uygulanan bu stat şiddetini kime şikayet edelim? Ben size ediyorum.”Unutmadan, bir yardım maçı için kendi sahalarına gelmiş Fenerbahçeli futbolculara küfreden ve kendisini Beşiktaşlı zanneden o çocukların da mutlaka bir ruh doktoruna ihtiyacı var diye düşünüyorum.‘Transfer imparatoru’yuvasına geri döndü!Haberde deniliyor ki; “Başkan Yıldırım Demirören’in danışmanlığını yapan Sinan Engin, menacer Miranda’nın tavsiye ettiği oyuncuları izlemek üzere Brezilya’ya gitti...”Hafızası zayıf bir toplumuz, ama bu kadarı da fazla. Bir zamanlar yakasını kaldırdığı paltosuna boynunu gömüp, İtalyan ayakkabılarıyla çimlere basa basa yedek kulübesine yürürken ‘imparator’ seslerini mağrurca selamlayan bu adamın Beşiktaş için bu denli önemli olmasının sırrı nedir? Kimdir, Sinan Engin? Futboldan ve futbolcudan ne kadar anlar?Şimdi ‘futbol dehası’ Sinan Engin döneminde Beşiktaş’a ‘kazandırılmış’ isimleri şöyle bir sıralayalım;Necat Aygün, Zübeyir Baya, Arild Stavrum, Tamer Tuna, Peter Kjaer, Mario Nazare, Joacim Asper, Thomas Myhre, Tolga Doğantez, Niyazi Güney, Mariano Amaral, Göksel Gencer, Kaan Dobra, Zafer Demiray, Ahmed Hassan, Sinan Kaloğlu, Okan Koç, Emre Aşık, Ümit Aydın, Ramazan Kurşunlu, Gökhan Zan...Takımdan gönderilmiş Serdar Topraktepe’nin geri dönüşünü de unutmamak gerek.“Bu dönemde iyi adamlar alınmadı mı” diye soracaklara da, “Onları, ‘engin dehaya’ değil de hocalara bağlayalım” diyeceğim. Özellikle Cordoba, Ronaldo, Zago, Pancu ve Giunti gibi... Gerçi Tümer Metin ve İlhan Mansız da var, ama bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterirmiş.Düşünün, adı geçen topçuların kaçı Beşiktaş’ın derdine derman, yarasına merhem oldu.Sinan Engin’in dışarıdan içeriye doğru ‘adam kazandırma’ konusundaki yeteneği ortada. Ama hakkını yememek gerek, özellikle ‘içeriden dışarı’ adam kazandırma konusundaki çalışmalar içinde adının sıkça geçtiğini günlerce gazetelerde okuduk. Sahi o işin devamı ne oldu? Abisinin barını koruma görevini ise hiç anmayalım burada.‘Engin deha’ ile çalışan eski başkan, tarihin derinliklerinde kayboldu.Umarız şimdiki başkanın yüzü kara çıkmaz.
‘’Hiç unutmam arkadaş!‘’
Bu anlamıyla, en değerli arkadaşlarımız oyun içinde bulduklarımızdır. En köklü beraberliklerimiz, mahallede en çok oynadığımız, onunla oynamaktan zevk aldığımız arkadaşlarla kurduklarımızdır.Ucuz şaraba katık olsun diye elimize geçirdiğimiz çoraplarla kaya diplerinden midye çıkarmak için imece yaptığımız, simitimizi bölüştüğümüzdür ‘arkadaş.’Haksız bile olsa, kavga ederken onun tarafını tuttuğumuz, dayak yemeyi göze alıp kavga bitene kadar onun için dövüştüğümüzdür. Sonra hesabımızı aramızda görürüz, o ayrı...Mahalle maçında top taşın üstünden gitti ve gol olmadı diye itiraz edince çıkan kavgada ağzını burnunu kırdığımız ya da eşek sudan gelinceye kadar dayak yediğimiz ‘öteki mahallelidir’ arkadaş... Sonra yine maç yapabilmek için muhtaç olduğumuzu bildiğimiz ve kalbini, ısmarladığımız bir gazozla kazandığımızdır.Bütün bunları ve daha daha fazlasını bize hep ‘oyun’ öğretir. ‘Oyun’ her maçtan önce ve sonra kulağımıza fısıldar; ‘Arkadaşını sev, onu koru ve unutma.”Son maçta Beşiktaş tribünleri Rıza, Gökhan ve Zeki’yi çağırırken nedense bütün bunlar geçti aklımdan. Deliriyor muyum ne!Sanki tribündeki çocuklar, eski arkadaşlarını mahallede yeniden görmüş gibiydi. Mahallenin efendi ve ağırbaşlısı Rıza, sağa sola sendeler gibi yürüyen, kahkahaya uzak ama tebessüme yakın mahçup delikanlısı Gökhan, uzaklardan Bergama’dan gelip mahalleye yerleşen Zeki... Tribündekiler de, onlar da yıllarca birlikte oynamış, birlikte öğrenmişlerdi hayatı. Beni daha hüzünlendirip bir o kadar da sevindiren tribünde birbirine takılanlardı. Arkadaşını kızdırmak için biri bağırıyordu beş basamak aşağıdakine; “Derin Del Bosque’ci! Gitti adamın...” Biri ötekine “Del Bosque’yi gönderdiler ya, Kemal abi bu sezon artık maça falan gelmez” diyordu.Benim gibi “Derin Lucescu”cu biri için şahane örneklerdi bunlar. Biliyordum bu tip adamları tıpkı benim gibi çok seven birilerinin o tribünlerde olacağını.Ne de olsa Gordon Milne de, Lucescu da, Del Bosque de ‘bizim mahallenin’ çocuklarıydı. Aynı dili konuşmuyorduk ve belki birbirimizi yeterince anlayamıyorduk ama biliyorduk ki, biri Preston’daki, öteki Madrid’teki, diğeri Bükreş’teki ‘bizim mahalle’de büyümüştü. Halleri, tavırları, bilgileri, görgüleri, hayata karşı duruşları apaçık gösteriyordu ki, onlar bizdendi. Biz de onlardandık.Bu duygu değil mi, futbolu yerel bir eğlence olmaktan çıkarıp küresel bir bilgilendirmeye dönüştüren. Aynı duygu değil mi, bizi sadece mahallede olan bitenden değil, tüm dünyadaki problemlerden sorumlu tutan; kederimizi binlere, sevincimizi milyonlara katlayan.Bugün bütün arkadaşlarımız için Melike Demirağ’ın süper şarkısı ‘Arkadaş’ı bir yerlerden bulup dinleyelim. Olmadı, radyoları arayıp ‘istek şarkı’sı yapalım. Bir kadeh de rakı... Ne şık olur değil mi?