Arama

Popüler aramalar

‘’Bomba, kimin elinde patladı!‘’

Konyaspor 10 numara top oynadı İnönü’de. Her alanı kapatıp, kaptığı her topu Levent Kartop ile Beşiktaş sahasına ustalıkla geçirip, son dakikalarda bulduğu pozisyonlarla daha farklı kazanabileceği bir maçı 3 golle bitirdi.Peki, buna karşın Beşiktaş ‘ne yapamadı?’Bu maçta bir kez daha ortaya çıktı ki, Beşiktaş en temel gereklilik olan müdafaayı yapmayı bilmiyor. Bunda da en önemli etken müdafaa oynayacak ‘muhafızların’ kalitesinin düşüklüğü. Yoksa bana göre oyun sistemi o denli belirleyici değil.Arkadaşım Basri Baykoç 2 yıl yırtındı, “Bakalım Toraman bombası kimin elinde patlayacak?” diye.Bu maçta bir kez daha ortaya çıktı, İbrahim Toraman da Çağdaş Atan da müdafaa oynamayı bilmiyor. Ne yer tutabiliyor, ne adam paylaşabiliyorlar. Yenilen ilk gol, Konya’da gol atacak tek adam Zafer Biryol’dan geliyor. Adam arkalarına sarkmış, ikisinin dünyadan haberi yok. Keza, Cordoba’nın atıldığı pozisyonda Biryol, kaleciyle karşı karşıya kalmış. Yine ikisi kaçırmış. Üstüne üstlük ikisi de pozisyonun ardından Cordoba’ya bağırıyor, “Kademedeydik, niye elle oynadın” gibilerinden. Oysa Cordoba, o hareketiyle takımına maçı kazanabilsin diye tam 40 dakika hediye ediyor. O gol olsa iş orada bitecek.Beşiktaş’ın müdafaa oyuncuları sadece yer kaybetmekle kalmıyor, kaptıkları topları da oyuna sokamıyor. Takımın sonuca etkiyecek iki oyuncusundan biri olan Tümer (diğeri Pancu) topu öyle yerlerde ve sırtı kaleye dönük olarak alıyor ki, o topu oyuna sokabilmesi için en az üç - dört hareket gerekiyor. Bu da rakibin gereken önlemi alması için yetiyor da artıyor bile.Bir başka ve daha yakıcı örnek de ne yazık ki, İbrahim Üzülmez. Çok çalışıp didiniyor, ama sonuç iki - üç yılda bir ortayı aşamıyor. O da bu maça denk geldi. Dikkat! Pozisyonu hazırlayan ise Pancu.Geçenlerde gazetecilere yaptığı açıklamada, kendisinin Beşiktaş’ı yöneten bütün hocalarca ilk 11’de oynatıldığını, bunun da kalitesini gösterdiğini söylüyordu Üzülmez. Ama şunu unutuyordu, o, Lucescu döneminde banko oynarken müdafaanın göbeğinde ‘aslan yürekli’ Zago, yanında Ronaldo, arkalarında Cordoba ve hemen önlerinde de ‘şahane İtalyan’ Giunti vardı. Böylesi yüksek kalibreli, topu bilen adamlar insana hata yapma şansı elbette vermez. Peki ne oldu da Beşiktaş bu yılın en çok gol yiyen takımlarının başında geliyor, Üzülmez’e sormak gerek.Bir de Okan sorunu vardı sahada. Özelikle maçın son 10 dakikasında Konyalı meslektaşlarına ciddi ciddi operasyon düzenledi Okan. Atmaya çalıştığı o yersiz tekmelerden biri tutsaydı, en az üç maç ceza alırdı, emin olun. Bu da Beşiktaş’ın İtalya’dan ala ala Okan gibi ‘üst düzey bir topçu’ aldığını göstermesi açısından ibret vericidir!Bir de maçı izlerken düşündüm ki; futbol ve futbolcu ‘kalitesi’ ne kadar yüksek olursa olsun, taraftar yoksa futbol da olmuyor.Altını çizerek taraftar diyorum, seyirci değil.

25 Ocak 2005, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Tipini beğenmedim...‘’

Aklına fikrine her zaman büyük hürmet gösterdiğim Hasan Bülent Kahraman, bunun ‘neden’lerini ‘niçin’lerini “Kültür tarihi affetmez” başlıklı kitabının “Türkiye: Uygar değil modern” başlıklı bölümünde enine boyuna çözümlerken basit, ama çok kafa açıcı bir örnek verir. Kahraman, hepimizin açılan okul sayısıyla övündüğümüzü, ama o okullardaki eğitim düzeyi üzerine hiç düşünmediğimizi söyler.Peki, futbol üzerine konuşurken çizilen bu çerçevenin dışına çıkabildiğini iddia eden kaç kişi var aramızda? Tuttuğu takımın kazandığı şampiyonluk sayısıyla sınırlı değil midir çoğumuzun ufku? Ya da tuttuğumuz takımın taraftar sayısının çokluğu? Satılan forma sayısı!Çok azımız kazandığı durumlarda bile takımımızın oynadığı futbolun kalitesizliğinden bahsedebilme cesareti gösterebiliriz. Çünkü bu tutum bizi taraftar arasında dışarıda bırakılma riski, ‘gizli Beşiktaşlı’, ‘gizli Fener ya da Cim Bomlu’ ilan edilme tehlikesi içerir.Oysa her maçına gittiğimiz takım gözümüzün önünde dökülmekte ve biz bunu içimiz kan ağlayarak izlemekteyizdir. Futbol üzerine düşünmek hayat üzerine düşünmektir biliriz, ama ‘hain’ damgası yeme riskini göze almak istemeyiz.Düşünün, tuttuğunuz takımı yönetenler sizin de çıplak gözle gördüğünüz bir gerçeği yüksek sesle dile getiriyor ve diyor ki; “Bu takıma takviye şart. Bir forvet iki de kanat oyuncusu alacağız.” Günler geçiyor ve yöneticilerinizin aslında bu işle hiç ilgilenmediklerini gözlüyorsunuz. Ya da bir başka takımın yöneticisi kıyıdan köşeden topladığı ‘yarı becerikli’, ama organize olma konusunda ‘ileri cahil’ olan topçularının marifetlerini örtbas etmek için “Medya yalan yazıyor” diye feryat ederken, takımın düzelmesi için en ufak bir proje geliştiremiyor.Bir başkası gazetecileri azarlamayı alışkanlık haline getiriyor...Onların tek düşündüğü, “Ben bu koltuğu nasıl korurum”dur, biliyoruz.Oysa taraftar, futbolu başka bir açıdan düşünmek zorunda. O açı da nitelik yani ‘kalite’dir.Taraftarın, kaliteli futbol izleme talebi için kimseye borcu yoktur. Bu nedenle de bu talep her fırsatta dile getirilmelidir. Eğer bu talebi dile getirmenin ‘efendice bir yolu bulunamazsa’, yöneticilerin her fırsatta onları ‘ıslah’ etmeye çalışacaklarından kimsenin kuşkusu olmasın. Şimdilik, ‘merdiveni boşalt’, ‘yerine otur’la başlayan bu ıslah çalışmaları kısa süre sonra ‘tipini beğenmedim, tribüne gelme’ye dönüşecektir, emin olun.‘Taraftar’ tribünden kovulup, yerler ‘seyirciler’le dolduruldukça da, yine emin olun ki futbolun kalitesi hızla düşecektir...

18 Ocak 2005, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Cordoba, Pancu ve 9 futbolcu‘’

Bosque’nin ‘eldeki kadro’ dediği futbolcular üzerine sezon başından bu yana yazıp söylenmedik kalmadı. Takımın orta seviyeli futbolculardan kurulu olduğu, çoğunun birbiriyle aynı özellikleri taşıdığı, görev verilen bölgenin emrettiği ‘incelikleri’ yapabilecek futbolcu sayısının sınırlı olduğu ve bu nedenle Beşiktaş’ın bir türlü organize olamadığı defalarca söylendi.Gerekenin, kadroda olup - Cordoba, Pancu, Tümer gibi - tam kapasite kullanılmayan rezervleri harekete geçirmek olduğu, bunun dışında gerek forvette gerekse orta alanın iki kanadına takviye yapılması gerektiği sıklıkla dile getirildi. Ama ya çaresizlikten ya umursamazlıktan, dinleyen olmadı.Düşünün, son hazırlık maçı o denli sıkıcıydı ki, üzerine konuşulacak şey Veysel Cihan ile sınırlı kaldı.Ben asıl tam bu bağlamda Bosque’nin ikinci tespitine takıldım... Mohammed Suleymanou’yu işaret ederek diyordu ki Bosque; “Antrenmanlarda çok iyiydi. Ancak maçta gereken performansı gösteremedi.”Sanırım hocaların çoğunun problemi de burada düğümleniyor. Bazıları ‘idman topçusu’dur. Antrenmanlarda öyle çalışırlar ki, onları takıma koymamak akıtılan onca tere, gösterilen onca çabaya haksızlık etmek olur. İnsanın içi el vermez o topçuyu takımdan kesmeye.Buna en iyi örnek İbrahim Üzülmez’dir. Sahada yırtınan ama takıma yırtındığının onda biri kadar katkı sağlayamayan İbrahim, eminim ki, idmanın da en gözde topçusudur. Ama olmayınca olmaz...Teknik direktör farkı da burada ortaya çıkar. Hamurunun iyi olduğunu düşündüğü topçuya seviye atlatmak, ona yeni beceriler kazandırmak teknik direktörün bir maçı kazanacak taktiği düşünmek kadar esas işidir. Çünkü, yeteneği sürekli gelişen futbolcuya rakibin müdafaa yapması da o denli zorlaşır. Şimdi sorarım, kim korkar Beşiktaş’ın kanat organizasyonlarından?İşte ‘idman ve maç topçusu’na iki iyi örnek. Biri harcadığı enerjinin onda biri kadar ‘değer üretemeyen’ idman topçusu İbrahim Üzülmez, diğeri oynadığı her maçta mutlaka bir öncekinden daha ‘ince işler’ yapan Daniel Pancu.Benim için Pancu’nun olmadığı bir Beşiktaş’ın ‘izlenirlik oranı’ her zaman düşüktür. Ben hoca olsam, maçtan önce Pancu ve Cordoba’yı tahtaya yazar, diğer 9 topçuyu onlara göre konumlandırırdım. Çünkü bu iki adam da ‘maç topçusu’ ve bunu her oynadıkları maçta gözümüze gözümüze soktular.Yoksa Beşiktaş’ın kısa vadedeki ilacı ne İbrahim Toraman, ne Veysel, ne Suleymanou, ne Çağdaş, Ne Ali Güneş, ne Mustafa Doğan ne de kaptığı topları kaptırma rekortmeni Okan Buruk. Hepsini gönderseniz bir şey kaybetmezsiniz, hepsini yüzyıl tutsanız da kazanacaklarınız bundan daha fazla olmaz.

11 Ocak 2005, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Daha fazla cesaret‘’

Ankaraspor gibi umulmadık mağlubiyetlerin yanı sıra şaşırtıcı performansların gösterildiği Fenerbahçe ve Atletic Bilbao gibi maçların ardından herkes takım için ne düşüneceğini şaşırır oldu. Kötü kaybetti, ‘iyi kazandı’ Beşiktaş. Takım birbiriyle aynı kalibredeki oyunculardan kurulu olduğu için, maçı tek başına çevirecek yetenekte birini arar oldu gözler. Birkaç maç Tümer, ‘yıldız oyuncu’ boşluğunu doldurur gibi oldu ama o da sürekli parlayacaklardan olmadığından ‘aranan taze kan olmayı’ beceremedi.Ligin ikinci yarısı, ilk devre gibi geçmesin diye ‘acilen’ bir şeyler yapmak gerekiyor ya, okuduğumuz haberlerden Beşiktaş yönetiminin bu konuda da umut veren girişimleri olduğuna dair ipuçları elde edemiyoruz. Öğrenebildiklerimiz, ‘gidecek oyuncuların’ kimler olduğu. Peki ya, gelecek olanlar?..Görünen köye kılavuz olmak gerekirse; Beşiktaş’ın acilen iyi bir orta saha oyuncusuyla devamlılığı olan sıkı bir forvete ihtiyacı var.Hangi maçta ne yapacakları belli olmayan Tümer ve Sergen’e güvenerek ikinci yarıya başlanırsa tablonun ilk yarıdan farklı olacağını düşünmek hayal olur.Beşiktaş orta sahası bugün kuşkusuz, Federico Giunti ayarında bir oyuncuya sahip olamamanın sıkıntılarını yaşıyor. Benzeri bulunabilir mi bilemiyorum ama ne yapıp edip, bu kalitede bir orta saha oyuncusu gerekiyor bu takıma.Çünkü, modern futbolun denklemini orta saha oyuncuları çözüyor. Orayı ya tutuyor ve maçı kazanıyorsunuz ya boş bırakıp kaybediyorsunuz. Beşiktaş’ın kazandığı iki önemli maçın - Fenerbahçe ve Atletic Bilbao - yıldızının Okan Buruk olması tesadüf değil.Aynı biçimde Marco Aurelio’nun olmadığı bir Fenerbahçe’nin Galatasaray maçında ne hallere düştüğünü de hep birlikte gördük. Aurelio’suz Fenerbahçe orta sahası o maçta yeterince top çalıp, gereken direnci gösteremiyince top yapıp hücuma da çıkamadı. Ve yenilgi kaçınılmaz oldu. Tabii o maçta Galatasaray’ın takım olarak gösterdiği direnci, yardımlaşmayı ve oyunu paylaşma becerisini de ihmal etmemek gerek.Beşiktaş’ın bir başka ihtiyacı da çok açık ki, forvet hattında. Carew, Ahmet Hassan ya da Veysel, tıpkı orta saha oyuncuları gibi bir iki maç idare edebilecek ama sürekliliği olmayan oyuncular.Geçen yıl ligin kaderinin yön değiştirmesinde, bazı yönetici kadroların ‘karanlık alışverişlerinin’ olduğu kadar, Fenerbahçe’nin ligin ikinci yarısına Marcio Nobre gibi maharetli bir forvetle başlamasının da etkisi olduğunu düşününlerdenim. Eğer yönetim iradesi, doğru isimlerle takımın söküklerini bir an önce diker ve gereken yamaları yapabilirse, ligin ikinci yarısı Beşiktaş açısından daha iç açıcı geçecektir, eminim.Çünkü ilk beş maçtan dördü içeride ve ‘taraftarlı’ oynanacak. Bu durum en azından 13 puana tekabül eder ki, bu ligin bütün fotoğrafının değişmesi demektir. Beşiktaş ligi nerede bitirir bilemem ama kapalıya gittiğimde iyi futbol izleme hakkımı geri istiyorum. Bunun için kısa vadede yapılacaklar da belli. Hızla iki üç ‘mahir futbolcu’ alabilmek ya da kiralamak ve sonra keyifle işimize bakmak. Çene yaparak geçirilecek zamanlar tükendi, şimdi ‘iş vakti...’ Grup Yorum bir şarkısında şöyle der; “Cesaret cesaret, daha fazla cesaret... Kurtuluş mutlaka ellerimizde...’ Gereken budur...

03 Ocak 2005, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Başkası olma kendin ol!‘’

O gün kapalıda Süleyman Seba’yı aşağılamaya çalışarak kovarken, kimse aslında bir ‘karşı devrimin’ sözcülüğünü yaptığını düşünmüyordu. Ama sonuçta da ortaya çıktı ki, Seba’nın yerine gelen ‘genç, atak, işini bilen’ yöneticiler kısa sürede Beşiktaş’ı Beşiktaş olmaktan çıkarmak yolunda epey adım atmış oldu.Baksanıza, bu yönetim de belli ki ‘denize düşmüş, Sinan’a sarılıyor.’Koca Beşiktaş camiası bir adam yetiştirememiş ki, geçen yönetim dönemindeki meşhur ‘pasaport skandalı’nda adı üst sıralarda anılan Sinan Engin yine takımının dibinden ayrılmaz olmuş.Peki nedir bu insanın keramati, üst düzey futbol bilgisi mi? Futbolcu psikolojisi uzmanlığı mı? Nedir?Yanıtını kimse bilmiyor ama herkesin dilinde bir Sinan Engin’dir, gidiyor. Oysa dinlenen telefonlarda konuşulanlar hala kulaklarımızı tırmalıyor...Sinan Engin, aslında Serdar Bilgili’yle başlayan sürecin bir ürünü. Serdar Bilgili ve genç ekibi Beşiktaş’ı ‘sözde büyük kulüp’ yapmaya çalışırken, geçmişten gelen bütün değerleri de yerle bir ettiler. Amaç, takımı Fenerbahçe ya da Galatasaray gibi, hatta onlardan da üstün bir takıma haline getirmekti.Oysa kimse Beşiktaş daha çok şampiyon olduğu için, daha çok taraftarı olduğu için, daha zengin olduğu için Beşiktaşlı değildi. Ama onlar öyle olsun istiyorlardı. Çünkü, o zaman daha çok para kazanılacaktı.Oysa bu takım Beşiktaş’tı. Ötekilere benzemezdi. Değerleri, kavrayışı, hayata bakışı, duruşu bambaşkaydı. Ötekine benzerse ‘ölürdü...’ Evet, Beşiktaş daha az kazanabilirdi, bu Beşiktaşlı için o kadar önemli değildi. Yeter ki, Beşiktaş, Beşiktaş olarak kalsındı. Maya bozulmasın, balık pazarının ruhu, dostluk, arkadaşlık, dayanışma yükselerek sürüp gitsindi.Ligin ikinci yarısı, Beşiktaş tribünlerine o eski güzel günleri geri getirmek, ‘başkası olmadan kendi olmak’ için bir fırsat daha sunacak. Tertemiz bir Beşiktaş, daha namuslu, eşit ve kardeşçe bir hayat için yine o tribünde olacağız... İnanıyorum, ‘biz kazanacağız...’

28 Aralık 2004, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aşık olmak akıl ister‘’

Enine boyuna oturtulmuş bir rövaşata örneğin. Ya da iyice yükselip belden çıkarılmış bir kafa şutu, bir domi vole hatta ‘kral vole’ ya da tam gol olacakken kayarak çizgiden çıkartılan bir top olsun anlatacak. Sert ama ‘namuslu ikili mücadeleler’, kanattan 20-30 metrelik fişek gibi bindirmelerden sonra gelen sert ortaları konuşalım istiyoruz. Duvar paslarını, topuk paslarını, incecik bel kıran çalımları... Ama olmuyor.Çünkü, biz onlardan bunu beklerken gencecik futbolcu çocuklar bize sürekli ‘kazanmanın her şey olduğunu’ anlatıp duruyorlar.Kazanmak için neler yapabileceklerini, bizim de kazanmak için neler yapmamız gerektiğini öğütlüyorlar parmak kadar çocuklar.Elif Korap, Milliyet Pazar için Beşiktaşlı Emre Aşık ile konuşmuş. Şeref Bey’in, Baba Hakkı’nın, Niko’nun, Süleyman Seba ve daha nicelerinin gözümüz gibi korumaya çalıştığımız erdemleri bize miras bıraktıkları takım olan Beşiktaş’ın futbolcusu Emre Aşık...Bize diyor ki Emre; “Kazanmaya giden her yol mubahtır...” Doymuyor söylediklerine... “Ben” diyor Emre, “Kazanmak için haksız penaltı kazandırırsam takımıma, vicdanım hiç sızlamaz.” Yetmiyor bu sözler ona, kendisi için göze aldığı bu acaipliği bize, hepimize, başka küçük çocuklara da öneriyor Emre, “Kazanmak için ne yapabiliyorsan yapacaksın. Ama rolünü de ‘iyi oynayacaksın.”O kadar beğeniyor ki söylediklerini, bu ahlakdışı söylemi yücelttikçe yüceltiyor Emre Aşık. Konuştukça açılıyor, açıldıkça konuşuyor.Devam ediyor; “Futbolda centilmenlik pek takdir gören bir davranış değil. Benim için Fair Play’den önce galibiyet gelir. Önce galibiyet sonra Fair Play.”Bütün bunları söylerken de kah montunun yakasını kaldırıp, kah bir koltuğa kurulup kendinden emin pozlar veriyor Emre.Oysa, soyadındaki Aşık; ‘gönül gözü açık adam’ demekti. Aşık, ‘gönül verendi’ hem de hiç karşılık beklemeden. Aşık ‘göze alan’ demekti, kalenderdi, efendiydi. Ateşli ama namuslu adamdı, aşık. Ateşini kendi içinde yakandı. Örnek adamdı aşık. Mecnun gibi çöller geçerken, Ferhat gibi dağlar delerken, Kerem gibi aşkı için yanıp tutuşurken, karıncanın bile hakkını koruyan adamdı aşık. Bize böyle öğretilmişti.Peki, ne oldu bu çocuklara böyle? Biz ne yaptık bunlara da, böyle erdemsiz böyle faziletsiz bir hayatı tercih ettikleri gibi, bunu böylesine cesurca savunur oldular. Biz bu çocuklara, cahil olmanın ve cahil kalmanın, başkasının hakkını yemenin, başkasını ezmenin, yalan söylemenin, üç kuruşluk menfaat için rol yapmanın ne önemli büyük bir meziyet olduğunu nasıl öğrettik acaba?Bitirirken Emre’ye ve hepimize iki eski alıntıyı hatırlatmakta fayda var... İlki sıklıkla tekrarladığımız Albert Camüs’den bir alıntı; “Ahlak adına ne öğrendiysem hepsini futboldan öğrendim. Ama top hep beklemediğim yerden geldi...”İkincisini anonim; “Kazanmak her şey değildir, ama kaybetmek hiç bir şeydir.”

27 Aralık 2004, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Adalet yoksa barış olmaz!‘’

Bu hırgür içinde CNN Türk’ün ‘güme giden’ anketinde statların niye boş kaldığı sorusuna taraftar şu yanıtı veriyordu;Yüzde 89: Şike.Yüzde 8: Tribün şiddeti.Yüzde 2: Kalitesiz futbol.‘Tribün terörünü önleme uzmanları’ndan tekinin bile bu anket üzerine bir kaç kelime ettiğini ne duydum, ne okudum. Eğer etmiş olan varsa, peşinen özür dilerim.Bu anket ne çok şey anlatıyor, değil mi?Takip edenler bilir, ben hakem kararları üzerine konuşanlardan değilim. Ne var ki bu kez, son oynanan Galatasaray - Fenerbahçe maçının hakemi üzerine, kararlarını eleştirmek için değil de, CNN’in anketi bağlamında konuşmamız gerekir diye düşündüm.Hepimiz Cem Papila’yı, geçen yıl İnönü’de oynanan Beşiktaş - Samsunspor maçından sonra ‘tanıdık.’ O maçtan sonra Papila, Beşiktaş yöneticiler tarafından topa tutulurken, kararlarının biri dışında - Ahmet Yıldırım’a gösterilen kırmızı kart - tamamının doğru olduğunu yazanlardan biriyim.Ancak ben, aynı Papila’nın, o maçta gösterdiği ‘haklı kartları’ Ali Sami Yen’de nedense kullanmadığını düşünüyorum. Bir örnek yeter; Orhan Ak’ın 45. dakikada Mehmet Yozgatlı’ya attığı tekme, en az geçen yıl Zago’nun, İbrahim Üzülmez’in, Pancu’nun, İlhan Mansız’ın hakettiği kadar kırmızı bir kart hakediyordu. Elbette, Papila’nın ve olay gözü önünde cereyan eden yan hakemin bu pozisyonu görmemiş olması ihtimali de yok değil. Zaten konumuz da bu değil.Söylemek istediğim, bu tip kararların her fırsatta ıslah ve terbiye edilmeye çalışılan taraftar üzerindeki etkisi... Bu çifte standartı anlayamazsak, neden taraftarın yüzde 89’unun Türkiye’de şike olduğuna bu kadar ikna olduğunu da anlayamayız.Maçtan sonra Aziz Yıldırım bas bas bağırıyor; “Bana saatlerce küfür ettiler, merdivenler de dolu, yok mu bunu önleyecek biri?” diye.Üç maç seyircisiz oynama cezasına çarptırılan Beşiktaş’ın İnönü’deki merdivenleri Standart Liege maçında boş, geçen hafta gittiğim Saracoğlu da öyle. Peki neden Ali Sami Yen’in ki değildi? Kapalı tribünde haddinden fazla insan olduğunu görmek için ‘kelle sayma uzmanına’ ihtiyaç mı var?Gerek hakem, gerek yönetici kararları, taraftara “Bu işte bir iş var” dedirtecek türden olunca, boş statlarda top oynamak da, taraftarlar arasındaki anlamsız kavgalarda kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle Aziz Yıldırım, “Gelin bakalım Kadıköy’e, ne olacak görelim” diye aba altından sopa gösterince, kimsenin ‘gık’ı çıkmıyorsa, nedeni ‘eşitsizlik üzerine kurulu bu düzendir.’Öncelikle futboldaki iktidar sahiplerinin hakkaniyetli ve adil olduklarını hepimize ispat etmeleri gerekiyor. Tribün şiddetinin çözümü için birinci zorunluluk budur. Eğer insanlar oyunun adil oynandığına inanır, bunu gözler, buna ‘dokunursa’ ötekini de ‘düşman olarak’ görmez, göremez. ‘Barış için adalet gerek...’Şimdi soruyorum, Beşiktaş’ın sahası lig maçında kapalı, Standart Liege maçında açık. O maça aynı taraftar gitmedi mi? Böyle yönetim, böyle iktidar, böyle adalet olur mu?

14 Aralık 2004, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yönetim uyuma şiddetine sahip çık!‘’

Benim memleketimde, bir zamanlar o kentin takımının formasını ıslatıp, kentin futboldaki üstün seviyesini bütün ülkeye kanıtlayan hatırı sayılır futbolculardan olan Tümer Metin’e son maçta ‘vatan haini’ muamelesi yapıldı tribünlerden.Herkes ya bu koroya katıldı ya da ‘sessiz’ kaldı. Tribüne giden sıradan insanlar için anlaşılır bir durum olsa da Samsunspor Yönetimi’nin ‘sessizliği’ ürkütücüydü.Çünkü, el kadar çocuklar, her bir gözeneğinden şiddet fışkıran bir dünyada yaşadığımızı gözümüze sokmak için kaç haftadır stat kapılarında birbirlerine bıçak sallıyordu. Kimileri onlara ‘çete’, kimileri ‘holigan’ dese de, ben bu tanımlamaları yapanlar gibi düşünmüyorum doğrusu.Üç beş milyon liralık bir bileti bedavaya almak için gözünü kırpmadan kendisi gibi el kadar başka bir çocuğa bıçak sallayan o yeni yetmelerin de ‘bizden’ olduğunu düşünüyorum. Bu çocukların hayatla bağları çok gevşek olduğu için bu kadar gözüpek ve acımasız olabildiğini biliyorum. Ben onların hayatla bağlarının hepten koparılması yerine daha da sıkılaştırılmasını önerenlerdenim.Tam da bu nedenle Tümer için kitlesel olarak yürütülen ‘tribün linç’ine birilerinin - en yakın aday olarak Samsunspor Yönetimi - karşı çıkması, belki stattaki dahili anonsu kullanıp, bir kaç cümle de olsa insanların yüreğini yumuşatmaya gayret etmesi gerekirdi diye düşünmeden edemiyorum.Tümer’in onurunu korumak Samsunspor Yönetimi’nin değilse kimin sorumluluğunda? Polisin mi, askerin mi, zabıtanın mı? Samsunspor Yönetimi bu işin başını çekebilse, ne güzel olurdu değil mi? Bundan böyle başka takıma transfer olan futbolcular eski takımlarına karşı oynarken ‘hain’ damgası yemez ve bu işin miladı da Samsun’da başlamış olurdu? Diğer taraftan, Beşiktaş yöneticileri Cihat Aktaş’ın öldürülmesinin ardından bas bas bağırıyorlardı “Bu cinayette bizim sorumluluğumuz yok” diye... Peki, şimdi Tümer’e yapılanlar için Samsunspor Yönetimi’ne bir şey söyleyebilirler mi?Bugün Tümer’e yapılanlar geçmişte İnönü’de Samet Aybaba’ya, Sergen’e, Alpay’a, Galatasaray maçında eski taraftarlarının Okan’a yaptıklarına ne kadar benziyor değil mi? Bu cinayet değil elbette. Ama düpedüz şiddet...Bu gibi ‘insanlık durumları’nın dile getirilmesine ne kadar ihtiyacımız olduğunu maçtan sonra bir kez daha gördük. Keşke şiddet, çocukların bellerindeki bıçakları toplamakla bitirilebilse. Eşitsizliğe karşı yüksek sesle konuşmanın, ‘öteki’nin onurunu korumanın, bizim mahalleden olmayana sahip çıkmanın, bizim takımı tutmayanı da sevebilmenin bir yolu olmalı mutlaka...Yoksa dün İnönü’de bugün Samsun’da... ‘Yarın nerede?’ diye korku içinde düşünüp duracağımıza kendi ‘şiddetimize’ sahip çıkmayı, onu insanca yaşanan bir hayata evirmeyi becerebilmeliyiz.

30 Kasım 2004, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI