Arama

Popüler aramalar

‘’Kenetlenirken düğüm olma!‘’

İktidar olanın en sevmediği şey kuşkusuz ki, muhalefettir. Muhalefetinki de iktidar. Yan yana duramazmış gibi görünen bu ikili, aslında ayrılamaz bir bütündür. Her ne kadar birbirlerinden bıkıp usanmaksızın şikayet edip, biri diğerini yok etmeye çalışsa da, ki bu imkansızdır, her köşebaşında burun buruna gelmeleri kaçınılmazdır. Ve bu oyunun kaçınılmaz mağlubu, her zaman iktidardır. Hep yenilmiştir, yenilecektir ve şu an yenilmektedir. Onu hırçın yapan, bir türlü kabul edemediği, ama kaçınılmaz olan da işte bu gerçektir.Tahta oturanın, tebasına yaptığı ilk çağrı, “Tamam artık bir sonraki seçime kadar benim arkamda olun, kenetlenelim”dir. Bu aslında sonraki seçimde iktidarı garantiye alma gayretinin veciz bir ifadesidir.İktidar çatlak ses, farklı ses, aykırı ses istemez. Oysa en çok o seslere ihtiyacı vardır, gözünün önüne gerilen perdeyi kaldırmak için.Nedir Beşiktaş için söylenen?İşte bir tanesi; “Takım eldeki oyuncuların becerilerine göre oynatılmıyor.”Ne demek bu? Şu demek; örneğin Ailton... Kaleye doğru direkt koşularda - toplu ya da topsuz - çok mahir bir oyuncu olduğundan kimsenin kuşkusu olmadığı Brezilyalı, ya kanatlardan gelen toplarla ya da sırtı kaleye dönükken aldığı paslarla iş yapmaya çalışıyor. Böyle olunca da işini ya aksatıyor ya da sınırlı yapabiliyor. Oysa hücum organizasyonlarının en azından yarısı, onun becerilerine göre kurgulanabilse, eminim bambaşka bir Beşiktaş izleyeceğiz sahada.Örnekler çoğaltılabilir, ama burada keselim. Bu ve benzeri eleştirilerin Beşiktaş’a nasıl zarar verdiğini anlamakta öteden beri zorlanmışımdır. Tabii, bu eleştiri bile iki türlü okunabilinir.1- Rıza Çalımbay, Beşiktaş için henüz yeterli bilgiye ve donanıma sahip görünmemektedir. (Hiç kimse değilse bile en azından ben böyle düşünüyorum. Henüz onun için erkendi.)2- Futbol üzerine sadece profesyoneller değil, hayat üzerine düşünmeyi beceren herkes konuşabilir. Burada yapılmaya gayret edilen şudur; para verip maçına gittiğimiz takım daha iyi futbol oynasın da, yenilirse de yenilsin. Ama bizi eğlendirsin, bizi hayata karşı umutlandırsın, her maç bize bir şeyler öğretsin...Şimdi bütün bu yazdıklarımın ışığında birileriyle kenetlenmeye ihtiyacımız var mı yok mu, buna hep birlikte karar verelim. Ben derim ki, en iyisi, iktidardan olabildiğince uzakta durmaya gayret etmektir...

07 Ekim 2005, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Saçmalama!‘’

Bir yandan da bu ateşli çılgınlığın bir parçası olmak için çırpınıyoruz. Çünkü en rahatı, en zahmetsizi bu; hızla çılgınlığa karış ki, deli olduğun anlaşılmasın... “El değmemiş temiz bir lig istiyoruz” pankartıyla futbolcularını sahaya süren üç büyük kulübün yöneticileri de bu çılgınlığa dahil olma seferberliğinden geri durmadılar. Soğukkanlılıklarını yitirip tuhaf bir ittifakla tehlikeli işlere soyundular, farkında değiller. Sorsanız, takımlarının haklarını savunuyor hepsi. Halbuki, kuralları koyanlar da yıkanlar da onlar. Bir göz boyamadır gidiyor... Neresinden baksanız bu ‘resmi pankart’ eylemi tehlikeli bir iştir. Tehlikesi Anelka’nın golüne gösterilen tepkiler değil, tepki gösteren ‘ittifaklar’ ve o ittifakın tepki gösterme biçimidir. Elbette, bu denli apaçık bir haksızlığa isyan etmemek, her şeyden önce oyunun ruhuna aykırıdır. Ancak, bu tip gösteri içeren protestolar yönetimlerce değil rakip tribünlerde örgütlenir. Bu protestolar keskin bir mizah, hırçın bir söyleme sahip olsa da orada başlar ve orada biter.Bence, üç kulübün yöneticilerinin söz birliği edip Fenerbahçe’yi adres göstermeleri hem doğru hem de ahlaki değildir. Hakemin yaptığı bariz bir hatayı fırsat bilerek sahaya pankartlı futbolcular sürmek tribündeki hassas duyguları kaşımaktır ki, olacak iş değildir.Onlar istese de istemese de taraftar zaten bu olayı protesto edecekti, etti de. Ben yarın, federasyonda ya da valiliklerde ‘holiganizme karşı toplantılara’ katılacak olan kulüp yönetimlerinin taraftar rolüne soyunmasının manasını kavrayamadım.Üç kulübün yöneticisinin yapması gereken bir şeyler varsa o yol hukuktan geçer. Resmi kurumlara dilekçe, avukat aracılığıyla dava, ne bileyim UEFA’ya ya da olmaz ya AİHM’ye şikayet gibi. Sahaya elinde pankartla futbolcu salmak da neyin nesi! Eğer taraftarlığa soyunmak gibi bir niyet varsa, en iyisi formayı giyip, bileti alıp tribüne çıkmak değil midir?Bu arada, maçın tüm akışını değiştiren bu tuhaf gol için gerek Anelka’nın gerekse de Fenerbahçe Yönetimi’nin bu galibiyetin içlerine sinmediği yolunda bir açıklama yapmalarını da çok bekledim. Eğer yapılabilseydiler, çok şık olacaktı. Bu da olmadı. Ama Adorno’nun dediği gibi; “Sağduyu ancak umutsuzlukta ve uç durumlarda sürdürebilir varlığını; nesnel çılgınlığa kurban gitmemek için saçmalık gerekir...” Farkındayım, ‘saçma bir yazı’ oldu, ama umuyorum bu ‘saçmalık’ birilerinin işine yarar...

04 Ekim 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hep sonradan gelir aklım başıma...‘’

Rıza Çalımbay’ın basın toplantısındaki sözlerini okurken bu duygulara kapıldım nedense. Aslında her şeyin bittiğini bilen, ama bunu bir türlü kabul edemeyen bir inleme gibi geldi Çalımbay’ın sözleri bana. Haniyse yanıtların her yerine sinmişti “Hiç şansım yok mu?” sorusu.Çalımbay, aslında takımın iyi oynadığını çok gol pozisyonuna girdiğini, ancak ya rakip kalecilerin devleştiğini ya da müdafaada yapılan hatalarla maçların kaybedildiğini söylüyor. Zaten bir takım başka nasıl maç kaybeder ki? Girdiği pozisyonu atamaz, rakibin attığını tutamaz. Bu kadar basit ve Beşiktaş bu basit gerekçelerden dolayı kötü oynuyor ve yeniliyor.Bu basit tespit için basın toplantısına gerek var mı?Evet, Çalımbay bir şans bekliyor, ama ona bu şansı verecek olan ne yazık ki, takımı değil, belki Cordoba ve rakipleri olacak. Yani, Ankaraspor ve Malmö maçlarında Cordoba devleşecek, rakip oyuncular atamayacak ve rakip müdafaalar hata yapacak, Beşiktaş forveti de bunu değerlendirip şimdiye kadar zorlanarak yaptığını yapıp gol atacak. Peki, Çalımbay’ın katkısı ne olacak bu takıma???Hayatta en sevmediğim sözlerden biridir; ‘kenetlenmek’. Tamam kenetlenin, ama ne olur bensiz, bizsiz olsun. (Bu ‘biz’ benim gibi düşünenler anlamında kullanıldı.) İşler sarpa sarıp, çıkmaz yollara dalan herkes, sözü bir biçimde “birlik beraberlik, dirlik düzenlik” makamına getirmeyi çok sever bu ülkede. Yahu, mesele basit; kanatlardan bol orta, gelen toplara kafa ya da kafadan seken toplara iyi vuruşlar. Baktın olmadı, göbekten ikili üçlü varyasyonlar - tıpkı Beşiktaş’ın Fenerbahçe’den yediği ikinci gol gibi - ... Baktın o da olmadı, ceza yayı üzerinde faul alma gayreti. Haa, bir de müdafaada açık vermemek için iyi bir organizasyon. Şimdi bütün bunlar için ‘kenetlenmek’, ‘birlik beraberlik’ gibi laflara ne gerek var? Şunun şurasında altı üstü eğlenceli bir oyun üzerine konuşuyoruz.Ama bir gerçek var ki, Rıza Çalımbay’ın başında olduğu Beşiktaş bir iki maçın bir kaç kısa bölümü hariç en azından beni eğlendirecek bir oyun oynayamıyor.Çalımbay’ın durumunu, Gabriel Garcia Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ndeki kahramanı Santiago Nasar’a benzettim biraz. Okuyanlar hatırlayacaktır, Arap asıllı Santiago Nasar, namus meselesi yüzünden öldürülecektir ve bütün kasaba bunu bilmektedir. Bir kişi hariç; Santiago Nasar. Ve Nasar, bir pazartesi günü öldürülür.Rıza’nın durumu da bana biraz böyle görünüyor. Herkes Beşiktaş’ta Çalımbay devrinin sona erdiğini biliyor, ama kimse bunu söyleyemiyor. Eğer, tarihsel ve talihsel bir takım mühim hadiseler olmazsa Rıza Çalımbay, Beşiktaş’taki kariyerinde sona doğru yürüyor. Ve haliyle o da hepimizin rahatlıkla yapacağını yapıp, sanki bir şey yokmuş gibi davranmayı tercih ediyor. Bu onun bileceği bir iş, buna kimse karışamaz. Beşiktaş Yönetimi de “Çalımbay’ın arkasındayız” deklerasyonu gereği elini kolunu bağladığından çaresiz bekleyeceğiz iki maçı da...Nedense tuhaf bir tesadüf olarak ben bu yazıyı yazarken, yanı başımda Ahmet Kaya, sözlerini Ali Çınar’ın yazdığı o içli şarkısını söylüyordu. “Ne sen Leyla’sın ne de ben MecnunNe sen yorgun ne de ben yorgunKederli bir akşam içmişiz sarhoşuz hepsi bu.Hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan”

23 Eylül 2005, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çocuklara kıymayın efendiler!‘’

Hayatımızı ve İstanbul’u yönetenler, İstanbul takımlarının arasındaki maçlarda rakip taraftarı tribüne almama kararına varmıştı, hatırlarsanız. Elbette onların, kitle ruhunu, eğlencenin - hele de kitlesel eğlencenin - bireydeki yaratıcılığını, birey iktidar gerilimini ve de ‘sıradan insana’ ait bir sürü karmaşık davranış biçimi üzerine düşünüp, anlamaya gayret etmelerini beklemek iyi niyet olurdu.100’e yakın Fenerbahçe taraftarı İnönü Stadı’na sızıp ‘korsan’ koyunca, onları stada almama kararına varanlar o an ne düşündüler, çok merak ediyorum. Örneğin, İstanbul Valisi de tıpkı benim gibi, “Eyvah! Şimdi katliam çıkacak” diye düşünmüş müdür dersiniz? Demek ki, yasaklamak tek başına çözüm değilmiş. Birileri sizi dinlemeyip yasağınızı delebilir ve hiç de istemediğiniz sonuçlar doğabilir. Oysa yönetici, bir durumu denetleyip, kontrol edebilen kişidir.İki sezon önce Beşiktaşlılar’ın Saracoğlu’nda sokmayı başardıkları ‘Korkak tavuk Ortega’ pankartı bir eğlenme biçimi olarak ne kadar zekice ve mizahiyse, pazar günü yapılan da o denli isyankar ve o denli mizahiydi. Elbette, bu görüşüme katılmayanlar çıkacaktır.“Bu kalkışma kötü sonuçlanabilirdi” diyecekler olacağı gibi, sonuca bakıp “Bakın bir şey olmadı” da diyecekler çıkacaktır. Ben, insana güvenenlerden olduğumdan ikinci gruptayım... Doğrusu ya, tribüne sızan o grubun taşkınlık yapmaya niyetli olduğu yolunda da bir izlenim edinmedim. Onlar çok sevdikleri takımlarını desteklemek için bir yasağı delmenin kendilerince bir yolunu bulmuşlardı. Beşiktaş formalarıyla içeri girip, küçük bir ‘korsan’ koyup, sonra da emirlere uygun stadı terk ettiler.Anlayamadığım, kuzu kuzu giderken neden acımasızca coplandıklarıydı. Zaten gözaltına alınmaya da bir itirazlarının olduğunu sanmıyorum. Parasını verip içeri ‘sızmış’ bu çocuklar için şöyle düşünsek ne kaybederiz; “Bir yaramazlık yapıp koyduğumuz yasağı muzipce delmişler. Belki de biz onlar için yanlış düşünüyor, onları anlayamıyoruz. Bu oyuna, bu takıma bu kadar bağlıysalar biraz hoşgörelim onları. Neden kötü niyetli olduklarını düşünüyoruz. Biz güçlüyüz ve hoşgörmek muktedirlerin ‘erdemidir’...”Ama ne yapıldı, para ödeyerek stata girme hakkını kullanan çocuklar için ‘Otoriteye kafa mı tutulur?’ yorumu yapılıp, çoğu coptan geçirildi.Yapmayın, çocuklara kıymayın efendiler... Problem bir yasağa başkaldırmakta değil, koyulan yasağın olumsuzluğundan ‘olumlu sonuç’ çıkarmayı becerip becerememektedir. Ülkemizin en derin fobisi olan ‘bölünme korkusu’nu yenebilmek için futbolda da yapılacak çok basit şeyler var; rakip taraftarı tribüne alıp, kimsenin burnu kanamasın diye güvenliği sağlamak... Yani ‘bölüp’ ayırmak değil, kaynaştırmak ve saygıyla dayanışmalarını sağlamak.. Bırakın çocuklar güle oynaya, ağlaya üzüle ama efendice yan yana maç izlesin.Benim gönlümden geçen ise bambaşkaydı... Beşiktaş taraftarının Fenerliler’e bir kontenjan ayırıp hep birlikte içeri girmeleri ve bir ilki daha gerçekleştirecek adımı atıp, ‘Bakın biz adam gibi yan yana oturabiliyoruz. Sandığınız kadar kötü çocuklar değiliz’in mesajını vermeleriydi. Umarım bu daha sonraki maçlarda hayata geçirilir de, bu korkuyu hep birlikte yeneriz.

20 Eylül 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Açın Beşiktaş'ın önünü...‘’

Ailton, gözünün içine baka baka Çalımbay’ı ‘haşladı...’ Ardından, sağolsunlar gazetelerden öğrendik ki, Ailton özür dilemiş, Çalımbay da, “Bu konu kapanmıştır” diyerek babacan bir tavır sergilemiş. Her takımda bu tür itiş kakışlar olabilecek şeylerdir de, benim aklıma şu takıldı... Yapmazdı ya, diyelim Ailton’un gösterdiği tepkiyi Veysel Cihan gösterseydi, Çalımbay bu denli babacan olur muydu?“Hiç sanmam” dediğinizi duyar gibiyim...Basit bir ‘otorite’ problemiyle karşı karşıyayız. Çünkü, konumuza bahis olan ‘otorite’, ‘doğal olmayan’ bir otoritedir.“Kimin otoritesi doğaldır” diye sorarsanız; “Örneğin, doktorun ki” derim.Bademciğiniz şiş, kapısına dayandığınızda doktor size “Soyun” dediğinde, soyunmamazlık yapamazsınız. Çünkü, orada ‘emre’ değil, ‘bilgiye’ boyun eğdiğiniz için soyunursunuz.İki hafta önce orta sınıf oyunculardan kurulu, zevksiz top oynayan sıradan bir takım görüntüsündeki Beşiktaş, şimdilerde ligin en iyi takımı olarak görünüyorsa, bunda aslan payı Rıza Çalımbay’dan öte, yönetimin ve iki Brezilyalı’nındır.İki kişi, takımın ve taraftarın tüm çehresini değiştirmiştir.Tansiyonu ve tempoyu yükseltmiş, takıma ve tribüne heyecan getirmişlerdir.Şimdi bir soru daha?Ailton’un yerine oyuna alınan Tümer Metin’in ne yapacağını merak eden bir kişi bulabilir misiniz tribünde?Yanıt net; hayır...O zaman bu ısrar niye?Ailton o tepkisiyle “Ben yorulmadım” dediğine göre, bir otorite gösterisi ile mi karşı karşıyayız?..Ailton ve Kleberson’un katılmasıyla rengi değişen Beşiktaş’ın kombine bilet satışlarındaki gözle görülür artış, Çalımbay’a ne yapmasını göstermesi açısından biraz ipucu sağlıyor aslında.Beşiktaş, iki yıl sonra nihayet özel maharetleri olan, tempo yapabilecek oyunculardan oluşan bir kadro kurmayı başardı.Bu oyuncularla seyri hayli zevkli bir takım oluşturabilecekken, aynı oyuncularla maçları ite kaka kazanan, ‘sıradan’ bir takım da kurulabilir...Tercih, hocanın...Unutmayalım ki, Gençlerbirliği oyuncusu Tuna’nın şutu direkte patlamayıp gol olsa, biz bugün başka şeyler konuşuyor olacaktık.O nedenle Rıza Çalımbay’ın, elindeki takım üzerine ekibiyle birlikte yeniden düşünmesinde büyük fayda var..,

23 Ağustos 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dövüş Kulübü‘’

Son zamanlarda bu kadar içimi sıkan, sinirimi bozan bir maçını daha izlediğimi hatırlamıyorum Beşiktaş’ın. Hayır, kötü oynadığı çok maça gittim, çok maçını da izledim televizyondan, ama bu kez hakikaten sinirim bozuldu. Bir ara televizyonun karşısında içim geçmiş, 3-5 dakika kadar şekerleme bile yapmışım.Çalımbay, futbolculuk zamanlarını hatırlamış olmalı ki, takımın en ‘inanmış’ oyuncularını sahaya sürmüştü. Sekiz dokuz tane, futbol oynamaya çalışan (oynayan değil çalışan) Beşiktaş forması giymiş genç adam, oradan oraya koşturup duruyor, topun çevresindeki Vaduzlular’a aman vermiyordu! İnsan düşünmeden edemiyor, acaba bu maçı daha az efor sarfedip, enerjiyi daha ekonomik kullanarak, daha yaratıcı ve seyri zevkli bir hale getirebilir miydi, Rıza Çalımbay?Benim yanıtım; “Biraz zor” oluyor...Beşiktaş, sanki futbol oynamaya değil de dövüşmeye çıkmış gibiydi. Herkes bu kadar gergin, bu kadar ‘savaşçı’ olunca, ortaya estetik açıdan zevkli bir oyunun çıkması elbet beklenemezdi.En hazin olanı da, maçın sonlarına doğru Veysel Cihan’ın yaşadıklarıydı. Sergen girdikten sonra ‘bir ses’ ona sürekli orta sahaya doğru gelmesi konusunda komutlar yağdırdı, durdu...Belli ki, Veysel de dumur olmuştu...Sırtı kaleye dönükken, kendisine atılan hemen hemen hiç bir topu kontrol edemeyen, edebildiklerinde de fena halde zorlanan Veysel’den hücuma yönelik bir orta saha oyuncusu icat etmek tuhaftı doğrusu.Bir başka tuhaflık da, sırtları kaleye dönükken top kontrolleri gayet zayıf olan Youla ve Veysel’e en geriden aralıksız ve amansızca top gönderme çabasıydı. Örneğin, Gökhan Zan’ın ileri vurduğu hiç bir top yerini bulmadı. Toplar ya rakibe gitti ya forvetteki ikili topu kontrol etmeye uğraşırken Vaduzlular basıp aldı.Diyeceğim o ki; son iki maçta televizyondan izlediğim Beşiktaş, kondisyonlu, ama teknik olarak çok hazırlıksız bir takım gibi geldi bana. Şu izlediğimiz oyuncularla teknik ve taktik olarak üst seviye bir oyun tutturabilinir mi, emin değilim...O zaman akla ‘bu oyuncular neden alındı’ ve ‘bu takım neden böyle oynatılıyor’ sorusu geliyor.Eğer Ailton, Kleberson ve Tümer eklenince takımın çehresi değişecekse, o zaman da başka sorular gelecek akla...Yine de o sorular için Beşiktaş’ı İnönü’de çıplak gözle izlemeye ihtiyacımız var...

13 Ağustos 2005, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ın fotoğrafı!‘’

Transferdeki yerli oyuncu seçimleri sanki, doğru tercihler değilmiş gibi duruyor. Tabii, henüz ilk maçtan böyle bir sonuca varmanın hakkaniyetli olmadığını da biliyorum, ama ne yapayım, ‘hissim böyle’...Önceki günkü maçta Beşiktaş’ın en parlak isimleri Cordoba ve Koray Avcı’ydı. İbrahim Üzülmez yine çok çalışkan, ama yine çok verimsiz, Toraman ‘dalgın’dı.Çalımbay’ın almakta ısrar ettiği Kürşat beni en şaşırtan isim oldu maçta... ‘Sıkı biri’ olduğu kesin, ama sanki, sadece yerden oyunda ‘sıkı biri’ gibi duruyor... Doğrusu ya, Agali ile girdiği hava toplarının hatırı sayılır bir bölümünden mağlup çıkması, Kürşat için düzülen övgüler konusunda şahsımı endişeye sevk etti.Bir hissime daha katılır mısınız bilmem...Sezon başı idmanları düşündüğümde, ‘dersleri asmış’ bir öğrenci topluluğu gibi geldi bana Beşiktaş.Bir de şu ‘fotoğrafa’ anlam veremedim. Takım ikinci devre için soyunma odasından çıkıp sahaya gelmiş. Rıza Çalımbay, topçuları sahanın ortasına toplamış bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Peki, ama soyunma odasında ne konuşuldu? Ya da neler konuşulmadı, unutuldu da, orada hatırlandı. O fotoğraf bana sakil geldi, doğrusu...Yine de, iyi oyunun iyi futbolcularla mümkün olduğunu ve Ailton gibi, Kleberson gibi, Tümer gibi oyuncularla Beşiktaş’ın futbolunun iki - üç hafta içinde izlemesi gayet zevkli bir seviyeye geleceği umudunu taşıyorum içimde.Maçın en kritik ve en ders alınacak pozisyonu kuşkusuz ki, Ali Tandoğan’ın ‘oyması’ydı. Ali, önce rakibine ‘oyma’ yaptı. Kendini yere attı. Hakem yemedi, bu sefer bastı küfürü. Direk, kırmızı kart...Ben Ali Tandoğan’ı öteden beri çok beğenirim.Stilini, isabetli ortalarını, topun ineceği yeri kestirip rakipten önce orada bitiveren zamanlamasını ve oyun sezgisini...Ama, bütün bunlar hakeme küfür edecek kadar ileri giden biri için bir anlam taşır mı, emin değilim..Ferudun Düzağaç’ın dediği gibi ‘Futbol insan içindir’, ekleyeyim ‘ahlak’ da öyle..Ve en ihtiyacımız olan şeydir, ahlak...

08 Ağustos 2005, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kapıdan içeri sızan şiddet‘’

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın talimatıyla açıldığı öne sürülen kapılardan içeri sızan ‘şiddetten’, birinci derecede Fenerbahçe Yönetimi sorumludur. Orası Fenerbahçe Yönetimi’nin ‘evi’dir ve evindeki her tatsızlıktan ilk sorumlu olması gereken evsahibidir.Bunun tartışılacak bir yanı yoktur.Durum Emniyet Müdürlüğü açısından bakıldığında daha anlaşılır gibi görünebilir. “Biz güvenliği aldık, silahlı kişi açılan tahliye kapısından girmiş olabilir. Sorumlu biz değiliz” diyebilirler.Bu bir ölçüde anlaşılır ama ‘bir ölçüde...’Şimdi düşünelim; daha iki - üç hafta önce birbirine tıpa tıp benzeyen iki büyük saldırıda İngiltere metroları bombalanıp, otobüsler havaya uçurulmuş, onlarca masum insan öldürülmüş... Bu saldırıları doğru okuyabilirsek pekala şu sonuca ulaşabiliriz; artık İngilizler dünyanın her yerinde şiddete açık hedefler haline gelmiştir. Tam da bu nedenle Olimpiyat Stadı’na top oynamaya gelen Everton’lı futbolcuların mutlaka ve mutlaka can güvenliklerinin bu ülkenin kolluk güçleri tarafından tam anlamıyla sağlanması gerekir.Şimdi kim iddia edebilir, o silahtan ya da başka silahlardan çıkacak kurşunların İngiliz takımının oyuncularına isabet etmeyeceğini.Kimse...Eğer stada gidenleri korumakla görevli bin 200 polise rağmen içeri silah sokulabiliyorsa, burada birinin sorumlu olması gerekmez mi, sizce...Diyeceksiniz ki, ‘sorumlu’ bulunsa ne olur?Diyeceğim ki, hiç bir şey...Ama belki bu tür vakaların tekrarının önlenmesi açısından yönteme dair bir şeyler öğrenebiliriz.Bir şeyler öğrenmeye de çok ihtiyacımız var...Dur bakalım,ne olacak!Ligin başlamasına üç beş gün kaldı, ama Beşiktaş hala transferi bitirebilmiş değil...“Bir ön libero ya da orta saha oyuncusu alınacak” sözleri havalarda uçuşuyor...Belli ki, iş plansız yürüdüğünden kim gelecek, nereden gelecek, henüz netlik kazanamadı.Anlaşılıyor ki, transfer çalışmalarını yürüten ekip, dersine yeterince çalışmamış.Alınacağı iddia edilen topçu geldiğinde sezon başı idmanını tamamlamış olan takımla kaynaştırılacak, belki olacak belki de olmayacak.Bakınız; Juanfran...Durun bakalım ne olacak...

02 Ağustos 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI