Arama

Popüler aramalar

‘’Ölüm, adın kalleş olsun!‘’

Hatırlarsak, geçen yıl İtalya’da Lazio - Roma maçını iptal etmek için ‘adam öldürüldü’ söylentisi bile yetmişti... Belli ki o ülkeyi yönetenler, orada maç izleyenler ‘bizden daha insan’, daha yufka yürekli...Beni en az Cihat’ın öldürülmesi kadar acıtan, bir o kadar şaşırtan da maçtan sonra kapalı tribüne ‘kapalı kaldığımız’ o iki saat içinde sanki hiç bir şey olmamış, yanı başlarında el kadar bir çocuk öldürülmemiş gibi şarkılarla, marşlarla eğlenceyi sürdürenlerdi.Cihat’ın yasını tutmak yerine aynı formaya tutkuyla bağlı bir sürü Beşiktaşlı’nın kılı kıpırdamıyordu tribünde.Ne olmuştu bu çocuklara?Nasıl böyle ‘canı acımaz’ oldu o çocuklar?Rizespor gibi önemi olmayan bir maça bile bıçakla gelecek kadar ‘ayrı bir alemin adamı’ olduğu belli olan katil zanlısının ruh halini bir çırpıda açıklamak elbette mümkün değil.Bu çok daha uzun bir yazının konusu, ama sadece bir ‘psikopat’ın zulmü ile açıklanamaz o tribünde yaşanan zulüm.Sezon başı parasını verip kombinesini alan onlarca Beşiktaş taraftarı maça girmek için en olmadık aşağılanmalara maruz kalıyorsa o kapılarda, bunun da bu cinayetin işlenmesinde bir payı olduğunu düşünenlerdenim...Kapıdaki o gerilimden sevgi değil, çıksa çıksa nefret çıkar, kavga çıkar, şiddet çıkar ve o çıktı...Beşiktaş Yönetimi ‘Cinayetten biz sorumlu değiliz’ diyor...Doğru, onlar işlemedi cinayeti, ama şimdi sorarım, benim ve diğerlerinin insan gibi içeri girememesinin sorumlusu Beşiktaş Yönetimi değilse, kim?O kombineyi bana güvenlik şirketi mi sattı ki, ben onlardan hesap sorayım?Statlardaki şiddetin önlenmesi için kapı önlerindeki zulmü yerinde görmek gerek...Görmek gerek, ‘klasik karaborsacı’nın pabucunu dama atan güvenlik şirketi elemanlarının ve bazı polislerin 5-10 milyon liraya içeri nasıl adam soktuklarını...Görmek gerek ki, çözüm için bir adım atılsın...Diğer çözüm önerilerimi bir başka yazıya saklamak kaydıyla ilk önerim, yaşanan vahşeti unutmamak için Cihat’ın dev bir posterini İnönü Stadı’na asmaktır.Cihat’ı orada yaşatalım ki, yeni Cihatlar ölmesin...

23 Kasım 2004, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Konya dersleri!‘’

Düşünün bir, Konya sokaklarında yaşanan kavgalar sırasında çocuklardan biri öldürülseydi, 3/5/2 ya da 4/4/2 üzerine söz söylemek bir anlam taşır mıydı? Hayattan da, oyundan da ‘zevk almanın’ binbir yolu varken, savaşmadan, dövüşmeden, neşeyle ve kardeşçe maç izlemenin, ‘öteki’ne tahammül edebilmenin erdemi için daha sakin olmak ve işin tadını çıkarmak gerekiyor. Futbol, hayatı güzelleştirmek, ‘öteki’yle barışmak için bize tribünden çok kullanışlı olanaklar sağlıyor. Kullanırsak güzelleşiriz... Kullanamazsak!..***Yenersin, yenilirsin bunlar olur. Futbolda en olmayacak şey, ‘iddianın kaybolmasıdır.’ Ne futbolcu ne taraftar bir maça ‘kaybedeceğiz’ diye çıkmaz/gitmez. Bu nedenle Kıvanç Oktay’ın “Artık puan için bir kavgamız yok. Bir ileri bir geri sezonu bitireceğiz” sözü ‘gerçekçi’ gibi görünse bile benim tarafımdan ‘doğru’ olarak kabul edilemez.Eğer bu açıklamayı doğru bulursak, en azından İnönü’de takımını izlemek için sezon başında parayı bastırıp kombine bilet alan Beşiktaş taraftarına büyük haksızlık yapmış olunmaz mı?Kim iddia edebilir ki, Beşiktaş’ın ligin başında geçirdiği ‘travmayı’ Fenerbahçe, Trabzonspor ya da Galatasaray’ın ligin ilerleyen haftalarında yaşamayacağını! Bu üç takımın son haftalardaki performansları göz önüne alındığında Beşiktaş’ın küçük de olsa şampiyonluk ya da en azından Avrupa’daki iki kupadan birine katılma şansı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu nedenle Oktay’ın bu açıklaması bana göre pek yersizdi...***Daha 30. dakikada 10 kişi kalan Konyaspor, sanki sahada 13 kişilik bir takım gibi koşuyordu. Ligin başından bu yana belki de ligin en çok koşan takımı olan Beşiktaş’ı, Konyalı topçuların bu olağanüstü gayreti karşısında şaşkın buldum. Yine kazanmak için çok çalıştılar ama hem daha fazla enerji harcayan hem de hesabını daha iyi yapmış bir Konya vardı karşılarında. Ve maç bir maçın biteceği en iyi sonuçla, berabere bitti.Bu maç bir de Zafer Biryol’un neden büyük takımlarda oynayamayacağını göstermesi açısından ilginçti. Ablasına verdiği organıyla benim ve eminim herkesin gözünde insanlık katında çok önemli bir merhaleye ulaşan Zafer Biryol’un arkadaşlarını itip kaktığını görünce açıkçası çok şaşırdım. Bu tutumu maçın heyecanına bağlamak istiyorum ama önüne atılan o güzelim pasları dağlara taşlara vuran bir topçudan iyi golcü olamayacağını da iyi biliyorum.

10 Kasım 2004, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dokunulma korkusu‘’

Bu ‘kitle’ adı verilen muazzam kalabalığın, kural koyucuların kurallarından bağımsız ‘kendi koyduğu kuralları’ vardır. Eğer o kuralları bir parça sezecek kadar akıllıysanız, kitle ile ilişkiniz de o denli sağlıklı olur.Bu buram buram bilim kokan girizgahın ardından konuyu maça bağlayalım.Beşiktaş-Fenerbahçe maçının devre arasında Canetti’nin ruhuna rahmet okutacak olaylar yaşandı, Beşiktaşlı ‘kitle’ ile polis arasında. Sıkılan biber gazları, inip kalkan coplar, tekmeler tokatlar, küfürler gırla gitti orada. Peki ama neden?Aslında görevi oradaki ‘kitle’nin güvenliğini sağlamak olan emniyet güçleri, otorite derdine düşünce, biz tribündekiler de ‘can derdi’ne düştük. Başını göremedim, ama benim de bulunduğum kapalının ön tarafında her maçta olabilecek türden ufak çaplı bir nümayiş meydana gelmiş. Bunun üzerine bir kaç polis memuru nümayişe biber gazı sıkarak dahil olunca iş çığırından çıktı. ‘Kitle’nin dilinden, ruhundan hiç anlamayan polislerin belki bir emirle başlattıkları bu girişimin ne kadar vahim sonuçlar doğurabileceğini o kalabalığın içinde olmayanların pek anlayabileceğini sanmıyorum.‘Arkadaşlar, lütfen sakin olalım’ gibi huzur veren bir tutum yerine ilk anda güç kullanmayı düşünmek, yani Beşiktaş taraftarına ‘dokunmak’, kitleyi panikletip daha vahim olaylara yol açabilirdi. Kavga büyüyebilir, ezilmeler yaralanmalar olabilir ya da o gaz sıkılan insanlardan bazıları ‘astım’ gibi biber gazına alerjik bir hastalık taşıyor olabilir ve fenalaşabilirdi. Neyse ki, aklı selim polis müdürleri duruma bir süre sonra el koyup işi tatlıya bağladı.Muhtemelen o ‘mini kavga’ araya giren diğer Beşiktaşlılarca zaten bastırılacak ve iş tatlıya bağlanacaktı ama polis bu sert tutumuyla, Beşiktaş taraftarının kendi kendisine barışmasına izin vermek istemedi. Sonuçta otoritesini yitirmiş görünen de yine polis oldu. Çünkü olayların sonunda orayı terk etmek zorunda kalan onlardı.Bu minicik olay bir kez daha gösterdi ki, emniyet güçleri ‘toplumsal refleksleri’ anlayıp onu yönlendirmekte yeterli birikime henüz sahip değil.Gelelim maça...Bence maça dört şey etki etti... İbrahim Üzülmez ve Juan Francisco Garcia soldan, Okan Buruk ortadan, Beşiktaş taraftarı tribünden...Doğru; Carew, Sergen ve diğerleri de çok çalıştı ama özellikle Okan, Fenerbahçe’yi neredeyse tek başına kendi sahasına hapsetti. O boyuyla her hava topunu aldığı gibi Marco Aurelio’dan başlayan bütün pas bağlantılarını bir bir koparınca Fenerbahçe de ‘kal oldu...’ Ondan sonrası zaten kolaydı.Yine de Cumartesi günü maçı ‘deli gibi koşarak’ kazanan Beşiktaş, harcadığı enerji ve yarattığı gol pozisyonu açısından hala ters orantılı bir takım. Ama Del Bosque yavaş yavaş ‘işin sırrını’ çözüyor gibi görünüyor.

01 Kasım 2004, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu ne yaman paradoks!‘’

Bence Beşiktaş ligin başından bu yana iyi oynamıyordu. Fakat Türkiye Ligi için bile ‘orta kalibre’ denebilecek oyunculardan kurulu olan bu takıma iki haftadır bir şeyler oldu.Gerçi hala rakip kaleye inerken çok zorlanıyor, oyunu kontrolü altına alamıyor, rakibi üzerinde baskı kuramıyor, ama önceki maçlarına göre daha az koşup rakibe daha az pozisyon veriyor.Bu ağır da olsa bir ‘iyileşme işareti’ sayılır.Aslına bakarsanız Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor ya da ligdeki diğer rakipleri de öyle ahım şahım top oynamıyor. Ama onların farkı, gol atma konusunda Beşiktaş’tan daha mahir oyunculara sahip olmaları.Beşiktaş hala gol atmak ya da gol pozisyonuna girebilmek için diğerlerine göre daha ‘insan üstü’ çaba harcarken, onlar daha rahat gol bulma şansına sahip oldu.Hafta sonu Beşiktaş için ligin ‘dönümü’ olacak bir maç var. Rakibi Fenerbahçe malum, Beşiktaş’ın hem puan olarak hem de oyuncu kalitesi açısından çok önünde.Bir başka gerçek de Fenerbahçe’nin Beşiktaş’a göre daha az koşup topu daha çok kullanıyor olması. Bu nedenle de Fenerbahçe bana göre her maçta en az iki gol atabilecek oyuncu yapısına sahip. Ancak bu iki golü atacak oyun yapısına sahip mi, işte o tartışılır...Lyon maçında gösterdi ki, Fenerbahçe’nin yapacağı pasların arasına girmek o kadar güç görünmüyor, ama bir başka kabul de Fenerbahçe’nin müdafaa kurgusunun Beşiktaş’tan çok iyi durumda olduğu gerçeği.Ben, hafta sonu oynayacağı maçta Daum’un stratejik davranıp Beşiktaş’a karşı daha ‘kapalı bir oyun’ tercih edeceğini düşünüyorum.Bu ön kabulüme göre de bu kilidi açacak iki oyuncu var Vicente Del Bosque’nin elinde; Daniel Pancu ve Tümer Metin.Çünkü ligin başından bu yana gösterdikleri performans gözönüne alındığında son haftalarda takıma giren Beşiktaşlı futbolcuların bu müdafaayı geçebilmeleri güç görünüyor.O nedenle Beşiktaş, Tümer ve Pancu gibi şut atmayı becerebilen ve ‘her an bir şey yapabilecek’ mahir oyunculara ihtiyaç duyacak.Daha çok koşma avantajını kullanıp Fenerbahçe’nin pas organizasyonunu bozmayı başardığı takdirde; ben, Beşiktaş’ın ‘makus talihini’ terse çevirebileceğini düşünüyorum...Elbette topun yuvarlak, oyuncu seçimini ve taktikleri Vicente Del Bosque ile Christoph Daum’un veriyor olduğunu unutmadan...

26 Ekim 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Oh my God‘’

Ama benim maçtan çok ilgimi, bu sezon Beşiktaş’ın müzmin yedeği olan Tümer Metin’in koluna yaptırdığı dövme çekti. Tümer koluna (Only God can judge me / Beni sadece Tanrı yargılar) yazdırmış. Tuhaf!Nedense, Tümer, bizi yöneten irili ufaklı ‘mühim şahsiyetlerin’ her başı sıkıştığında son hızla girdikleri bu pek korunaklı limanı futbol sahalarına kadar indirmeye gerek görmüş.Bilindiği gibi bir başka ‘su sızdırmaz’ sığınak da ‘vatanseverliktir.’ Olmadık haltları karıştırıp, ‘Vatana canım feda’ diye bağıranlardan, yakalanınca ‘Ülkeme hesap vermeye gidiyorum’ diye yırtınanlardan ya da ‘Vatan için kurşun yiyen de kurşun atan da şereflidir’ diye demogoji yaparak ipten kazıktan kurtulmuş adamlara arka çıkanların ülkesi burası...O nedenle Tümer’in koluna yazdığı bu veciz cümle için aslında şaşırmaya gerek yok. Kimbilir, aslında bu ülkede kaç kişi sağına soluna, hatta alnının çatına bu sözü yazdırmak istiyor da utanma belası yazdıramıyor. Bir düşünün; yaşamınız boyunca kaç kez duydunuz; “Allah’tan başka kimseye hesap vermem” diyenleri...Tabii, bu işin başka yanı... Benim anlayamadığım Tümer’e ne olduğu? Acaba birileri ondan hesap mı soruyor? Hocası ya da takım arkadaşları ‘Neden iyi orta yapıp, şık paslar atmıyorsun?’ mu diyor da bıçak kemiğine dayandığı için o da dövmelerin ‘şahını’ koluna kazıtıyor?Tuhaf, ki ne tuhaf...Yoksa, “Valla, niye yaptığımı bilmiyorum. O söz çok hoşuma gitti, o nedenle yaptırdım” diyecek kadar basit bir gerekçesi mi var Tümer’in?Bu kapılar can yakacak!Bitirmeden, belki birileri kulak kabartır da maça gitmeyi ‘göze alan’ insanların ıstırabına bir parça merhem olurlar diye bir kez daha dikkati çekelim istedik.O gün yaşadıklarımızı anlatalım... Amacımız Beşiktaş - Diyarbakır maçını kapalıya sızarak izlemekti. Ama arkadaşım Adnan Bostancıoğlu ve benim Beyoğlu’ndaki hesabımız stada uymadı. Sandık ki; maç saati geç, gelen az olur giren de girmiştir, o nedenle 15-20 dakika kala elimizi kolumuzu sallayarak içeri dalarız. Tutturamadık! Kapalının önüne vardığımızda yine o alışıldık manzara karşıladı bizi. Çalışmayan kapılar ve ceplerde kalmış öfkeli, hükümsüz kombineler... İtiş kakış, bağırış çağırış gırla gidiyor.Neyse ki, bizim hatırlı tanıdıklarımız vardı da, bir telefonla locaya atlayıp maçı başından sonuna izleyebildik.Sonradan öğrendik ki, yine kapılar maç başladıktan epey sonra ardına kadar açılmış ve insanlar içeriye alınmamış, dalmış... Gazeteden ‘sıkı Beşiktaşlı’ arkadaşım Bertan Ağanoğlu maça tam 17. dakikada, arkadaşları ise 20. dakikadan sonra girebilmiş. Yani peşin parayla aldıkları kombineleri hayatlarını kolaylaştırmak bir yana daha da zorlaştırmış.Bu ‘kapı problemi’nin çözümü, ‘havuz problemi’nden daha meşekkatli bir hale geldi. Korkarım bir gün Beşiktaş tribünlerinde çok insanın canı yanacak. Sorunu kim mi çözecek? Düşünüp bulalım...

19 Ekim 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sen Allah'ın bir lütfusun!‘’

Mircea Lucescu’nun Beşiktaş’ı ‘güzelleştirsin’ diye getirdiği bir ‘hediye’. Ondan da öte ‘futbolun ve hayatın filozofu’ Lucescu’nun bir ‘emaneti’. Hiç bir şey için değilse, bu iki nedenden ötürü, yani bir ‘hediye’ ve aynı zamanda ‘emanet’ olduğu için Pancu’ya Beşiktaş’ın gözü gibi bakması gerekiyor.Bu yıl takıma fazla giremedi, doğru...Elbette bunun kararını bütün hafta futbolcularını idmanda ince eleyip sık dokuyarak izleyen Vicente Del Bosque verecek. Yine de Pancu’yu sahada izlemekten çok zevk alan ve futbol izlemekten zevk duyan herkesin de Pancu benzeri oyunculardan zevk aldığını düşünen biri olarak, ikinci soruyla devam edeyim...Peki, ne yapıyor Pancu sahada?Orta alanda hem sağa hem sola, hem öne hem arkaya gidip gelirken Tayfur ya da geçen sezon oynayan muhteşem İtalyan Federico Giunti kadar olmasa da, top kapıyor... Kaptığı topları gerek sürerek, gerek boş koridorlara çıkan arkadaşlarına servis yaparak hücum atraksiyonlarını çeşitliyor...Bununla da yetinmiyor... Türk futbolcusunun önemli eksikliklerinden birini ‘ders verircesine’ uyguluyor; kaleyi görüyor ve şut atıyor.Rakip hücumdayken orta sahada önemli bir hava üstünlüğü sağlıyor takımına. Beşiktaş hücum ederken aynı durumu bu kez rakip ceza sahası önünde ya da içinde uygulamaya sokup, rakip müdafaanın asabını ziyadesiyle bozuyor.Yani, eğer onun oynadığı takıma hocaysanız ‘Bundan iyisi Şam’da kayısı’ deyip vereceksin formayı. İstediğin yere koy oynasın. Hatta istersen al stoper yap, değme stopere taş çıkartsın.Çünkü, sağlam bir sporcu alt yapısı olduğu her halinden belli. Topu stop edişinden, boş alana çıkışına, top sürüşünden, arkadaşlarıyla oyun içindeki dayanışmasına kadar her şeyiyle ‘ben farklıyım’ diye haykırıyor sahada, Daniel Pancu.Hani şarkı diyordu ya, ‘Sen Allah’ın bir lütfusun’ diye, işte tam öyle biri...Böyle olmasa, Lucescu’dan Hagi’ye kadar herkes peşine düşer miydi?Diyeceğim o ki, geçen yıl olmadı, yapılamadı. Hem Lucescu’nun hem de Zago, Giunti gibi bir takımın ‘bel kemiği’ olacak futbolcuların değeri bilinmedi...Bu kez Pancu’nun ki bilinsin!

12 Ekim 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Torba olsa bile büzülmez‘’

Birbirini destekleyen bu iki açıklamayı alt alta koyduğumuzda ortaya şu sonuç çıkmıyor mu? Bu sezon artık Beşiktaş taraftarının maçlara gitmesine gerek yok. Çünkü Beşiktaş ağzıyla kuş tutsa bir şey yapamayacak, çünkü işin içinde ‘kötü adamlar’ var.Tabii Kıvanç Oktay’ın bu açıklamasını tersten okumak da mümkün. Acaba izni olursa şöyle düşünebilir miyiz? Sabri Çelik değil de Kemal Ulusu MHK Başkanı olsaydı bugün Beşiktaş’ın başına geldiği iddia edilen belalar acaba Fenerbahçe, Galatasaray ya da Trabzonspor’un başına mı gelecekti?Oktay’ın söylediklerinin doğru olduğunu kabul etsek bile, bu aynı zamanda şu anlama da gelmiyor mu? Beşiktaş, MHK için bir iktidar mücadelesine girdi ve kaybetti. Şimdi de sonuçlarına katlanıyor.Sanki dersiniz ki, Beşiktaş’a bunca işe yaramaz futbolcuyu Kıvanç Oktay ve arkadaşları değil de Sabri Çelik ve ‘futbol oligarşisi’ aldırdı. Oktay, bu akla izana sığmayacak açıklamalarla Beşiktaş’a yarar değil zarar veriyor farkında değil...Yani neymiş, kusuru kendimizde ararsak sorunları daha kolay çözermişiz...***İki tekaüt hakem, Kuddusi Müftüoğlu’nu değerlendirirken ‘Aşil tendonunu’ koparmak kastıyla Sabri Çelik’e arkadan giriveriyor.Ahmet Çakar, 6 hafta dinlendirilmiş bir hakemin böylesi kritik bir maçta görevlendirilmesini ‘anlamlı’ bulup ‘hakem rezaleti’ derken, Müftüoğlu’nun bir çok kritik kararda yanlış düdük çaldığını iddia ediyor.Ali Aydın ise, hakemi yere göğe sığdıramadığı yazısında, “Hak etmediği halde 6 hafta cezalandıran MHK’yı da utandırmıştır herhalde” diyor.Bizim anladığımız o ki, aynı maçı ikisi de yönetse ortaya acaip bir tablo çıkacak, belki de bundan fazla toz duman kalkacakmış.Yani neymiş, eksik olan hakemler kadar ‘futbol kültürü’, ‘hayat bilgisi’ ve ‘nezaketmiş’...***Erman Toroğlu, Galatasaray - Ankaraspor maçında sahaya giren gazilerin protestosunu haklı bulurken ayaklarını burnumuza doğru uzatmış, her konuda olduğu gibi engin siyasi bilgisini de ‘dobra dobra’ gözümüze soktu: “Bunlar ‘Perşembe anneleri’ (!) olsa el üstünde tutulur, baş köşelerde ağırlanırdı...” Sonra biri kulağına fısıldamış olacak, durumu ‘Cumartesi anneleri’ olarak düzeltti.Toroğlu, sanırım ‘Cumartesi anneleri’ni Galatasaray Lisesi önünde piknik yapıp her seferinde polisin teveccühüyle karşılaştığını sanıyor. Oysa onlar yıllardır ‘kaybedilen’ çocuklarını aramak için gittikleri o yerde yıllarca dayağın envai çeşidini yedi. İyi ki o gazilere Toroğlu’nun istediği gibi ‘Cumartesi anneleri’ muamelesi yapılmadı. Yoksa mazallah çocukları oracıkta ‘şehit ederlerdi...’Yani neymiş, bilip bilmeden topa girilmezmiş...

05 Ekim 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aklınla bin yaşa Pancu‘’

Bu yıl artık Del Bosque’nin sistemine mi uymadı, yoksa hoca tarafından hiç birimizin henüz keşfedemediği ‘ileride oynanacak çok önemli maçlara mı saklandı’ bilinmez, top oynayacak doğru düzgün zaman bulamadı bir türlü.Son Bodo Glimt maçında sahadaydı ve bana sorarsanız Beşiktaş’a yavan futbolu içinde turu getiren işlerin çok önemli bölümünü o yaptı.Aslına bakarsanız, oynadığı futboldan öte dün kullandığı bir kavrama, ‘Pancu’nun aklına’ takıldım.Ankaraspor maçının ardından “İstifa edecek misiniz?” sorusunu yanıtlarken Vicente Del Bosque, “Erkek adamın erkekliği böyle zamanlarda belli olur” türünden bir şeyler söylemiş, biz de bu söylemi, seksist ve cinsiyetçi bulduğumuz belirtip, “Ya kadınların kadın oldukları ne zaman belli olur?” diye sormuştuk...Önceki gün Pancu, hocasından daha ileri bir ‘dünya görüşü’ne ve kavrayışa sahip olduğunu, haliyle onun hakkında yanılmadığımızı gösteren bir konuşma yapmış Romanya’nın Libertatea gazetesine. Demiş ki; “Güçlü karakteri olan insanlar zor günlerde belli olur.” Yani efendi ve akıllı biri olan hocasının belki de bilinç altında yuvalanan o cinsiyetçi ikileme düşmeden bir çırpıda çizivermiş bir insanlık durumunun altını...***Kim ne derse desin, bugün aslında Bosque’nin ‘güvenoylaması’ yapılacak Trabzon’da...Evet, teknik problemlerin ötesinde sahada bir türlü ‘eğlenmeyi’ beceremeyen Beşiktaş; zevksiz, yavan ve sıkıcı top oynadı şimdiye kadar.Yine de, Pancu’nun sözüne takla attırıp söylersek; “Güçlü karakteri olan takımlar zor günlerde belli olur...” Her ne kadar, bu maçın favorisi Trabzonspor olarak görünüyorsa da, ben bu maçın Beşiktaş’ın ‘gerçekten dönüm maçı’ olduğunu düşünüyorum. Ve bu nedenle bu akşam bambaşka bir Beşiktaş izleyeceğimizi sanıyorum.Gelelim Trabzonspor cephesine...Trabzonspor, Atletico Bilbao karşısında ‘iyi işler yapamadı.’ Çünkü Ziya Doğan, sadece Türkiye liginin sırrına ermiş bir hoca. Bu nedenle İspanya ve Ukrayna futboluna dair üstün körü bilgileri olduğundan Kiev ve Bilbao’ya karşı takımını ‘dik tutmayı’ başaramadı. Ama Ziya Doğan, Türkiye’deki hemen hemen tüm futbolcuları ‘ince bağırsağına’ kadar tanıyan ve onların ‘çözümlemesini’ iyi yapabilen ender hocalardan biri. Bu nedenle bu akşam neresinden bakarsanız ‘sıkı bir maç’ izleyeceğiz.Yine de benim bu tip maçlar için kesin olarak ispatlamayı başaramadığım hatta tuhaf bile sayılabilecek bir iddiam var. O da şöyle; ‘En çok kimin kazanması gerekiyorsa o kazanır...’Bu maçta ‘en çok kimin kazanması gerekiyor’ diye sorarsanız, yanıtım Beşiktaş olur...

03 Ekim 2004, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI