Arama

Popüler aramalar

‘’Bütün takım! Hazrol!...‘’

Öteden beri sinir olduğum bir başka kavram da ‘disiplin’dir. Nedense futbol ile ‘disiplin’ ayrılmaz bir bütünmüş gibi söylenir durur. Sanki marangoza, su tesisatçısına, sıvacıya, tornacıya ‘disiplin’ gerekmiyormuş gibi...Disiplin dediğin, hayata hakkıyla sahip çıkma durumundan başka bir şey değildir. Ve zaten her düzgün adamın da yapması gereken tam da bu olduğu için, bunu zırt pırt dile getirmenin bir anlamı yoktur.Bütün bunları Süleyman Hatısaru’nun dünkü FANATİK’teki ‘Çalımbay kanunları’ haberi düşürdü aklıma.Süleyman’ın haberinden öğrendik ki, Çalımbay, futbolculara bir tek nefes almayı yasaklamamış... Çalımbay’ın istediği ‘disiplin’ askeri disiplindir. Bu açıdan bana göre futboldaki yeri o denli önemli değildir. Bu tarz bir disiplin, ordulara gerekli olabilir, ama futbola asla.Yani becerisine, yeteneğine, ahlakına güvendiğin için tonlarca para verip aldığın ve her fırsatta ‘profesyonel’ dediğin bir oyuncuyu ‘yeniden imal etmeye’ gayret etmek, nafile bir çabadır.Futbol, yaratıcılığın ve özgürlüğün oyunudur. Problem, futbolcuları ‘organize edebilmekte’ düğümlenir. Bu organize etme işini kimi sevgiyle, kimi bilgiyle kimi de korkuyla halletmeye çalışır. Ben ilk ikisini öneririm; sevgiyi ve bilgiyi. Çalımbay, üçüncüyü tercih ediyor belli ki...Eğer bir hoca olarak futbolcu denen insanı, sadece ‘istediklerini’ yapan biri haline getirmeye gayret ediyorsa, oyunun temel öğesi olan yaratıcılığı ve özgürlüğü zedeleyebilir. O zaman da ortaya seyri pek tat vermeyen bir şey çıkar.Ayrıca bu kadar emir, bir asker haline getirilmeye çalışılan futbolcunun içinin derinlerinde, ‘sıkı filozof’ Elias Canetti’nin dediği gibi, keskin bir sızı bırakır. Özgürlüğü elinden alındığından yaratıcılığı sıradanlaşır ve git gide beğenmediğimiz diğer futbolculara benzemeye başlar.Diyeceğim o ki, bırakın futbolcular yaşama biçimlerine kendileri karar versinler. O zaman eminim, biz daha mahir oyuncular izleriz. Zaten kötü yaşarlarsa iyi top oynayamazlar ve sorun da kökünden çözülür, değil mi? Futbolculara ve bize biraz daha ışık lütfen...Fulya Projesi’ne katkı...İstanbul trafiğinin ıstırabını yaşayanlardan biri olarak, asap katsayımı düşük tutmak için yıllarca Levent’teki evime giderken Fulya’yı kullandım. İyi bir kaçış yoluydu. Şimdi oraya gün içinde binlerce insanın akın edeceği düşünülen bir kompleks yapılacak. Peki ama, sadece iki şeridi olan yoldan oraya nasıl gidilip, oradan nasıl çıkılacak, düşünen var mı? Çevredeki yollar genişletilemeyeceğine göre, projeye onay verenleri kutlar, şimdiden Fulya civarında oturan ve o yolları kullanmak zorunda olanlara ‘geçmiş olsun’ dileklerimi gönderirim...

28 Temmuz 2005, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Giunti'yi özlemişim‘’

Öteden beri futbolun ‘aklının’ orta sahadaki zeki, maharetli, çalışkan, inatçı ve kararlı çocuklarca oluşturulduğunu düşünen biri olarak Beşiktaş’ın en azından sağ taraf sorununu çözdüğünü söyleyebilirim. Yıllardır ağır aksak işleyen o kanada Ali Tandoğan’ın bir ferahlık getirdiği kesin.Yine de hazırlık maçları gösterdi ki; orta sahada bir radar gibi arkadaşlarının açıklarını gözleyip kapatabilen, topa oracıkta basan, kaptığı topu oyun kurucuya aktarabilen gösterişsiz, sade ama sağlam oynayan bir orta saha oyuncusu hâlâ yok Beşiktaş’ta.Böyle birini en son ne zaman izlediğimi düşündüm de aklıma ilk gelen isim Federico Giunti oldu.Futbolu dayanışmanın, yardımlaşmanın, dostluğun, gayretin ve özgürlüğün oyunu diye tanımlayan biri olarak Giunti’yi, nasıl hatırladığımı düşündüm. Şöyle yazmışım iki yıl önce...“Her maçta izleyenleri hiç şaşırtmayan bir oyun anlayışına sahip Giunti. Yıldızının saçtığı ışıltı bazen arttıkça artıyor, ama eksildiğine hiç şahit olmadım. Oyundan bir an bile kopmayan bir olgunluk içinde. Her kaptığı topu mutlaka en verimli kullanacak arkadaşına geçirmeye gayret eden ve bunu yüzdeye vurursak büyük oranda başaran, rakibin açık bıraktığı koridorları sinsice gözleyen ve onlara olmadık tuzaklar hazırlayan, ‘deha’ değil ama aklının ve yeteneğinin farkında biri...Topun Beşiktaş’ın kontrolünde olmadığı anlarda nerede duracağını, durduğu yerde ne yapması gerektiğini iyi bilen biri. Terbiye etmeyi becerdiği hırsı, müdafaa yapma becerisi, forvetteki arkadaşlarını gol pozisyona sokma konusundaki mahareti üst düzeyde olan biri... Böyle olunca da, onu izlemek büyük bir keyfe dönüşüyor.”Transferde adı geçince onu izlemeyi çok özlediğimi farkettim. Kumar oynamaya gerek var mı? Orta sahada işinin ustası bir tornacı titizliğinde didinip duran Giunti, İtalya’da bir yıl daha olgunlaştığı düşünüldüğünde Beşiktaş için en ideal isimdir. Antik Yunan’ın kara filozofu Heraklaitos, “Bir ırmakta iki kere yıkanılmaz” demiş ama ikinci kez girdiğinizde ne ırmak artık o eski ırmaktır, ne de suya giren ‘siz’ eski ‘sizsinizdir’... Her şey değişir ve gelişir; Giunti gibi, Beşiktaş gibi, bizim gibi... Eğer gelirse işinin ustası, mahir bir orta saha oyuncusunu keyifle izleyip ondan çok şey öğreneceğimizden hiç şüphem yok...

23 Temmuz 2005, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kazım! Topun çizgiyi çok erken geçti‘’

Ben Kazım Koyuncu’yu tanımadım, o da beni. Ama onu her dinlediğimde hep şöyle düşündüm; “Tanışsak bu çocukla birbirimizi çok severdik.” İkimiz de aynı denizin kıyısında büyümüştük. Her sahil çocuğunun kıyıya indiğinde yapmadan duramadığı işi, taş yüzdürmeyi, aynı denizde öğrenmiştik. Eğer tanışsak biz bu herifle, çok sıkı Trabzon / Beşiktaş kavgası eder sonra Beyoğlu’na çıkıp kafa çeker, bir kıyıdan ince ince türkü söylerdik, eminim.Zuğaşi Berepe’den tanırım da ben onu, asıl tanışmamız bir yaş günümde arkadaşım Ayşe Deniz Poyraz’ın hediye ettiği “Viya” albümü sayesinde oldu. Öyle bir albümdü ki, türküye hayli mesafeli olan uzak/yakın tanıdıklarım bile her bulduğuna dinletirdi “Viya”yı. O ‘mesafelilerden’ biriyle İstanbul’dan Kapadokya’ya giderken belki yüzlerce kere dinlemiştik o türküleri, yoksa şarkıları mı demeliyim.. Onu son, içtikleri sigarayla ortalığı dumana boğan izleyicilere ağıza alınmayacak küfürler ettiğim Yeni Melek’teki konserinde izlemiştim. Kazım, hastaneye yatmadan bir gün önceydi. Hayattaki, “İyi ki yapmışım” dediğim şeylerden biriydi o konsere gitmek. Sonra geçenlerde Süper Taktik’te, Samsun’dan arkadaşım Hakan Dilek’in Kazım’la yaptığı söyleşiyi okudum. O zaman her şey daha bir oturdu kafamda, bu oğlan kesin bizim mahallenin çocuğuydu. Öyle bir futbol öyle bir Trabzonspor anlatıyordu ki, “Ulan şu lig başlasa da tribüne gidip doya doya bir maç izlesek” geçti içimden. Volkan Konak söylemiş, Hakan’a bir hafta önce “Topun çizgiyi geçmesinden başka bir şeydir futbol benim için” diye. Kazım da devam etmiş; “Top çizgiyi geçse ne olur geçmese ne olur? Sen neyin varsa ortaya koyuyorsun. Horonun güzelliği dağların soluğu devreye girer lazlar futbol oynamaya başladığında.” Futbola buradan bakmayı bilen, bu oyunu bu kelimelerle seven kaç kişi tanıyoruz? Bu akıllı uslu, yetenekli çocuk dün aramızdan ayrıldı. Dün diyorum, çünkü biri toprağa gömülene kadar bizim için hep yaşayandır. Yüzüne bakabilir, elini tutabilir, ona baka baka ağlayabiliriz. Ama üzerine toprak örtülünce artık ona değil, onsuz kendimize ağlarız... Kazım da diyor ya, “top çizgiyi geçse ne olur geçmese ne olur” diye. Keşke hınzır hınzır gülen o koca burunlu çocuğun topu çizgiyi bu kadar erken geçmeseydi...

28 Haziran 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Akıllı olalım!‘’

Hele hele transfer dönemi iyice coşar yönetici. Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına 700 kilometreden daha yakına gelmeyecek futbolcuların adını dilinden düşürmez; “Onu alacağız, bunu alacağız” diye. Dersiniz, bir Türk takımını değil Juventus’u, Milan’ı, Real’i ya da Chelsea’yi yönetiyor.Ya da Beşiktaş yöneticisi Bülent Deriş’in yaptığını yaparsınız, ‘kendinizi göstermek’ için.Takımda istenmeyen Ronaldo ve Juanfran’a “Akıllı olun” mesajı gönderirsiniz basın aracığıyla.Kimdir ‘akıllı olması’ gerekenler, Beşiktaş’ın sözleşmeli iki oyuncusu. Neden ‘akıllı olacaklar’? Çünkü, Beşiktaş’ın menfaatleri her şeyin üzerinde. Peki, kim attırdı bu iki futbolcuya bu paralara bu imzaları? Yine Beşiktaşlı yöneticiler. Şimdi ne diyorlar; “Bırakın sözleşmeyi, hukuku falan. Siz toz kaldırmadan sessizce buharlaşın ayağımızın altından.”Dersiniz, bu iki oyuncu Beşiktaş’ta oynamak için kulübün kapısında yattı günlerce. Sanki onları almak için onca seferi başkaları yaptı ülkelerine.Bu ‘sözleşmeyi, hukuku hiçe sayan bakış’ aslında bize çok da yabancı değil. Kiracı ve ev sahibi arasındaki gerilimi düşünün, bir düşünün işveren ile işçi arasındaki gerilimi. Ne kadar birbirine benziyor değil mi?Parası, iktidarı olan her şeyi kolaylıkla yapabileceğini, istediğini istediği anda kapının önüne koyabileceğini düşünüyor. Kendini yasaların, sözleşmelerin üzerinde görme alışkanlığı haniyse muktedirlerin genlerine işlemiş.Oysa Batı’da hukuk, güçler arasındaki - siz bunu sınıf diye de okuyabilirsiniz - ciddi bir ‘mücadele’ sonucu oluşturulduğundan, hakkına sahip çıkma bilinci bizden epey ileridedir.Fatih Terim, Milan’dan ayrıldığında, “Helal olsun, ne sözleşme yapmış. Sırt üstü yatıp yılda bilmem kaç milyon dolar kazanacak” diye geyik yapan bizler, gözümüzün önünde futbolcuların hakkının gasp edilmeye çalışılmasını bir ‘adam sendecilik, bir neme lazımcılık’ içinde öylece izliyoruz.Beşiktaş yöneticisi Deriş, futbolculara aba altından sopa gösterirken ciddi bir ‘yöneticilik dersi’ de veriyor. Diyor ki; “İşi yokuşa sürerlerse Fulya’da PAF takımla idmana çıkarlar.” Cezaya bakın. Yani, Beşiktaş PAF’ın kategorisinde Dünya’nın en pahalı takımı olacağını söylüyor, bir anlamda. Peki onlar da, “Tamam hocam, verin parayı çıkalım PAF’la idmana” deseler, bundan kimin, ne yararı olacak? Yöneticiliğin birinci kuralı; hukuka saygılı olmaktır. Altında imzanızın olduğu metinlere önce sizin sahip çıkmanızdır.Kulübün menfaati tam da bunu gerektirir, hele ki, Beşiktaş gibi köklü ve saygın gelenekleri olan bir kulübün yöneticisi için hukuk, olmazsa olmazdır.Ya Ronaldo ve Juan ile saygılı bir biçimde anlaşacaksınız ya da hesabınızı - kitabınızı sağlam yapıp yabancı kontenjanınızı heba etmeyeceksiniz... Bu hesabı siz yapmazsanız, yapacak bir mahkeme nasılsa bulunur.

21 Haziran 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’‘Biz neyi tartışıyoruz?'‘’

Düşünün, Şenes Erzik gibi futbol üzerine ciddi kafa yormuş biri bile Türk Milli Takımı’nın temel sorununun Hakan Şükür olduğu konusuna düğümleyiveriyor tartışmayı. Oysa futbolun sorunları Hakan Şükür tipi gayet basit bir ‘havuz problemi’ni aşacak kadar derinlerde...Şimdi hep birlikte düşünelim, transfer sezonundayız ve transferde adı geçen topçuları şöyle bir göz önünden geçirelim. Aralarında kaç tane genç ve umut vaat eden oyuncu var.Benim aklıma ilk gelen isim, Beşiktaş’ın üzerinde ısrar ettiği Nuri Şahin... Denilen o ki, bu arkadaş da zaten çok mahir ve iki İngiliz takımı onu almak için sırada.Peki ya başkaları var mı? Yok... Ya da ben bilmiyorum, ki bilmiyorsam bu da benim ayıbım!.. Bence siz de zorlamayın, bulamazsınız. Bulsanız bile o ‘hatırı bir kaç yıl sonra sayılacak’ bir oyuncudur.Kimler var peki transferde adı geçen; ‘Ali Tandoğan’ım var, ‘Adem Dursun’um var, ‘Souleymane Youla’m var, ‘Altan Aksoy’um var, ‘Ragıp Başdağ’ım var.Kim bunlar?Tanıdık ve ne yaptığını, ne yapacağını tahmin edebileceğimiz arkadaşlar.Baksanıza, hala en büyük merakımız Emre Belözoğlu Fener’e gelecek mi, gelmeyecek mi sorusu.Bu sezon transfer etmeye değer bir kaç genç oyuncu yetiştirememiş futbol alemimiz ve onun ileri gelenleri kafayı, ‘emekli olmak için SSK prim dökümlerini çıkarmaya uğraşan’ Hakan Şükür’e takmış.Yani sezon boyunca goldü, değildi, çizgiyi geçti geçmedi, hakem ofsaytı verdi vermedi tartışmalarıyla elbirliğiyle boğduğumuz, ardından karşısına geçip kıkır kıkır güldüğümüz futbolu bir adım ileriye götürmek için yine yaşı kemale ermiş topçulardan medet umacağız.Bu sezon dişe dokunur bir genç oyuncudan bahsedemiyorsak, hiç yoksa tam da bu nedenle ve hele de bu zamanda Ersun Yanal ya da Milli Takım ile ilgili tartışmaların fazlaca ‘Türk tipi’ olduğunu düşünüyor ve kendi adıma gereksiz buluyorum...Ve Erkin Koray gibi soruyorum; “Bir ben miyim perişan gecenin karanlığında...”

14 Haziran 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Artık biraz futbol konuşalım‘’

Onlara göre maçı döndüren Liverpool taraftarıydı. Oysa bu iddia en hafifinden söylersek sahadaki 11 futbolcunun terine, hoca Rafael Benitez’in bilgisine açık bir hakaretti. O maçta sahaya çıkan ‘iki aklı’, sadece sonuçlar ve goller üzerinden düşünmeye alışmış Türkiyeli futbol yorumcularının analiz edebilmesini beklemek de iyi niyetli bir safdillik olurdu.Futbol üzerine en çok kafa yormuşlarımızdan olan Fatih Terim, ciddi bir İtalya tecrübesi olduğu için ilk devrenin sonunda ‘işin bittiğini’, çünkü Liverpool’un bir ‘İtalyan mantalitesi’yle karşı karşı olduğunu söylemişti. ‘Maçı taraftar aldı’ demek ne kadar değersiz bir tespit ise, Terim de biraz İtalya’yı biliyor olmaktan dolayı paçayı erken sıvamıştı.Futbol böyle bir oyun işte, hepimize dersimizi vermek için bir fındık ocağı dibinde pusuya yatmış yolumuzu gözlüyor.Bütün bunlara rağmen beni esasen dinden imandan çıkaran sözler, maçın ardından yine Liverpool taraftarının şu ünlü “Hiç bir zaman yalnız yürümeyeceksin” şarkısı için yapılan güzellemeler oldu. Kendi tribünlerine bir an bile kulak vermemiş yorumcular, bu şarkıyı göklere çıkarırken, “Yenilsen de yensen de taraftarın senle, üzüntünle sevincinle seninle birlikte” bestesini bir an olsun akıllarına getirmediler. Çünkü onlar Türkiye’deki tribünlerde genellikle ‘eli bıçaklı hooligan’ aramakla meşgul olduklarından, oradaki akılla, mizahla, duyarlıkla uzaktan yakından ilgili olmadılar.Onlara ve esasen hayatımızı yönetenlere göre bizim ülkemizde tribünlere gidenler, aslında birbirini boğazlamak için maça gelen vandallardı. O nedenle bu yılki Türkiye Kupası Final maçı öncesi yapılan o müthiş propanga işe yaradı ve koca stada ‘bir avuç’ taraftar gidebildi.İddia ediyorum, şu ‘taraftar, taraftarın kurdudur’ önermesi batıl inançtan öte bir şey değildir. Lakin öyle sık ve öyle yüksek sesle işlenir ki, herkes bunu doğru sanmaya başlar ve kimse maça gidemez hale gelir. Bu nedenle de, onlar için tribünleri yönetmek çocuk oyuncağı haline gelir. Çünkü, artık içeri kimse girmek istemeyecektir.Derbilerde ‘cinayet işlenmesin’ diye bir takım taraftarının sembolik bir bölümünü içeri alanlar, futbolun sadece tribünden izlendiğini düşünenlerdir. Daha kalabalık bir topluluğun maç izlediği kahvelere, meyhanelere, birahanelere gitseler o zaman görecekler ki, insanlar farklı formalar içinde belki biraz yüksek volümlü, ama efendice maç izlemeyi biliyor. Kavga küfür olmuyor mu, hayatımızda ne kadar olursa orada da o kadar oluyor...Bu tatilde bol bol futbol düşüneceğiz...

31 Mayıs 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aziz Pierre‘’

Bir oyun olarak futbolun, bir futbol maçı süresince yaşananların hatta maç öncesi konuşulup ardından yazılan çizilenlerin aslında ‘biz’i ele verdiğini düşünen biri olarak, bugün özel birinden, iyi bir öğretmenden bahsetmek istiyorum, Pierre Van Hooijdonk’tan... Bir futbolcudan öte, düşünen, hayatı yeniden kurmaya gayret eden, futbolu sevenlere hatta sevmeyenlere bile bir insanın ‘kendisini nasıl biri yapması’ gerektiğini göstermesi açısından Van Hooijdonk, benim için çok özel biri.Bir futbolcunun saha içinde arkadaşlarıyla nasıl dayanışacağının, gayretini aklıyla nasıl bütünleyeceğinin, oynadığı takımdaki diğer oyuncular üzerinde nasıl doğal bir otorite kurulabileceğinin, hocasının oyun anlayışına bir oyuncu olarak nasıl katkıda bulunacağının enfes bir örneğidir Hooijdonk... Takımı için iyi bir oyuncu olduğu gibi, takımdaki diğer futbolcular için de ‘lider’ kimlikli bir arkadaştır o...Oynarken vücudunu kullanma zarafeti, topa yaklaşımındaki estetik, vuruşundaki üstün teknik, sahada kendine yarattığı kadar arkadaşlarına da boş alan yaratma mahareti...Öyle biri ki, hangi takımı tutarsanız tutun, eğer futbolu gerçekten seviyorsanız o sizin için bir rakip futbolcudan öte yaşamınıza renk, içinize neşe katan biridir. Evet, rakibinizse sizi üzüntüye boğacağı kesindir, ama bir oyuncu olarak yaratacağı etki sizi ‘gadre uğratmaz...’ Elbette, onun da hepimiz gibi zaafları, defoları olmuştur - örneğin, Ankaragücü maçında Yılmaz’a yaptıkları gibi - ama hayat kantarına vurulduğunda ‘iyi’ tarafı kurşun gibi ağır, ‘kötü’ yanları ise pamuk kadar hafiftir.Evet, Pierre Van Hoijdonk futbolcudan öte biridir.Tüm şöhretine rağmen takımdan kesildiğinde, sesini çıkarmayıp hocasının tasarrufuna saygı göstermeyi bilir. Yedek olmayı bahane ederek takım içinde huzursuzluk yaratmayı kendine görev bilenlerden değildir. Şimdi, bunların zaten olmazsa olmaz şeyler olduğu ileri sürülebilir. Doğru, ama insan bu tür futbolcu / insanları övmezse, kimi över, sorarım...Pazar günü Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’na belki de son kez çıktı Pierre Van Hoijdonk. Bir grup Fenerbahçe taraftarı onu unutmadığını, hep hatırlayacaklarını göstermek için hazırladıkları, benim tam okuyamadığım ama “Aziz Pierre seni çok özleyeceğiz” türünden İngilizce bir pankart açtı. Onun oynadığı takımın taraftarı olmamama rağmen benim için de öyle... Düzgün kişilikli, iyi eğitimli, eğitimini aklıyla harmanlayıp futbola, hem de bizdeki futbola çok ciddi katkılar sağlayan Pierre Van Hoijdonk’u ben de özleyeceğim. Bütün futbolcuların ‘eğitimleri’ için önemli bir fırsattı Pierre.Umuyor ve de tahmin ediyorum ki, Pierre, hoca olarak yeniden buralara dönecek ve bildiği her şeyi bizim çocuklara aktaracak. Çünkü hem futbolcuların hem de biz taraftarların Pierre gibi ‘özel insanlardan’ öğrenecek çok şeyi var.

24 Mayıs 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Korktum, hem de çok korktum‘’

Ancak Samsun maçında bunca yıldır gittiğim tribünlerde hiç bu kadar korktuğumu da hatırlamıyorum.Maça 15 dakika kala kombinenim olduğu “Kapalı Tribün G Kapısı” kuyruğundayım, ama içeri girdiğimde dakika 8.14’tü. Nedeni açık, tek biletle iki kişi girme gayreti... Yine kavga kıyamet, yine saçma sapan işler. Oysa birinci arama kapısından biletsiz olanları içeri almamak gibi basit bir uygulama, turnike önü krizlerini kökünden çözüyor, bu iyi biliniyor.Neyse, giriyoruz içeri. Ama o meşhur merdivenlere ulaşamıyoruz, çünkü merdivene çıkış ana baba günü. Üniversiteden arkadaşım Hayati Kurt, karısı Hülya, bir yaşına o gün giren ve siyah beyaz formasıyla ilk maçına gelen minik Ulaş öteki kapıdan dolaşıp yerimize geçiyoruz. “Ortalık gergin” demeye kalmadan küçük çaplı bir itiş kakış başlıyor. Polis birini yaka paça götürmeye çalışıyor, arkadaşları onu vermiyor... Derken ‘mini savaş’ başlıyor.Mevzuuyu sonra öğreniyoruz. Alınmaya çalışılan vatandaşın cep telefonu girişteki aramalar sırasında çalınmış. Vatandaş polise şikayet ediyor. Artık kim kime ne dedi, nasıl dedi bilinmez, sinirler geriliyor ve kavganın fitili ateşleniyor. Kavga büyüyünce oradaki üç beş polis arka koridora inmek zorunda kalıyor. Tam, ortalık yatıştı diye maça döneceğiz, bu kez 10-15 kişilik coplu kalkanlı bir polis grubu kapalı tribünün ortasına doğru hızla ilerliyor. Belli birini alacaklar. Ama bu kez direniş daha büyük ve ortalık hakikaten savaş alanına dönüyor. Yerlerde sürüklenenler, önüne gelene vuranlar, küfür kıyamet. O ara, babalar korkudan ağlayan çocuklarını ezilmesinler diye alt tribüne sarkıtmaya çalışıyor. Bir bakıyorum 5-6 yaşlarında iki küçük kavganın tam ortasında kalmış, birileri kollarından tutup bizim bulunduğumuz daha sakin bölüme getiriyor onları. Çocuklardan biri zangır zangır titriyor korkudan. Yerde bir başkası, yediği coplardan nefes alamıyor ve üzerinden habire birileri geçiyor. Çocuğu resmen çiğniyorlar. Yerlerde yuvarlanan polisler, alt alta üst üste insanlar. Herkes birbirine vuruyor. Nihayet omuzu fazlaca yıldızlı bir aklıselim komiser görünüyor ve duruma hakim olup polisleri çekiyor. Sonunda maça dönüyoruz. Dakika 31.02... O ana kadar sadece kavga izledim, penaltıyı bile göremedim.Bu basit olay bile, ‘tribün psikoloji’sinden anlayıp, toplumsal olayları yönetmenin ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Elbette her tribünde olduğu gibi Beşiktaş tribününde de ‘suça meyilli’ insanlar var. Ve bunlara karşı önlem mutlaka alınmalı. Ancak o heyecanlı kalabalıktan birini almak için en son yapılacak şey, 5-6 bin kişinin arasına coplarla operasyon düzenlemektir. İşte facia tam da burada çıkabilir, büyükler değilse de çocuklardan ezilenler olabilir. Oysa yöntem basit; kim alınacaksa tespit edilir, çıkışta nazikçe emniyete davet edilir. Böylece de küçük çocukların, kadınların ya da erkeklerin kavganın ortasında ezilip ölme riski sıfıra indirilir. Ben Pazar günkü maçta gerçekten de o iki küçüğe ve yerde ezilen gence bir şey olacak diye çok korktum.Daha berbatı Diyarbakır’da yaşandı. Fenerbahçeli taraftarların kafaları gözleri yarılırken merak ettim, “Bu kentte polis, adalet, hukuk yok mu” diye. Bu kadar zor mu dışarıdan taş atanları engellemek. Bu engellenemiyorsa malımızı, mülkümüzü, canımızı kim koruyacak? Biz bu ülkenin çocukları değil miyiz? Bizim de hakkımız değil mi, rahatça ve güvenli bir biçimde maç izlemek? Bunun için ne yapmamız gerekiyor, yalvarmaktan başka. Biraz daha özen LÜTFEN...

11 Mayıs 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI