‘’Küçük hesaplar‘’
Aylardan ağustos. Sıcaklardan bunalmış, futbola susamış bir futbolsever için geri sayımın son günleri. Hem daha serin hem de futbol dolu günlere çok az kaldı...
Futbolseverin birkaç adım ötesindeki bir taraftar içinse, heyecan ve adrenalin yoğunluklu günler başlamak üzere. Şu sıralar sıkça tartıştıkları takımlarının mevcut yapısı ve bu yapıyla gelecek sezon neler başarabileceği. Umut ve hayaller başta olmak üzere, kafalarda çok şey var tabii, özellikle de soru işaretleri. Haftalar başlayıp, ilerlemediğinden, henüz yeterli veri yok çünkü ellerinde. Transferse, her zamanki gibi hâlâ en büyük merak konusu çokları için...
Mesela Fenerbahçeliler. Birinci kalecileri Volkan Demirel. Sonra daha genci Volkanların, ancak bir sonrakinin 19 yaşındaki Mert olduğunu çoğu bilmemekteler.
Sağda Önder var. Solda, Vederson sakat olsa da hadi Uğur da idare eder, peki ya Lugano ve Edu’yu hiç rahatsız etmeyen alternatif stoperler! Yasin ve Can, ne yazık ki Güney Amerikalıları formda kalmaya zorlayacak yeterlilikte değiller...
‘Orta saha hepsi canavar’ çok popüler bir tezahürattı yıllar önce, şimdilerde de aslında fena değiller. ‘Kezman gitti, Senna geldi’ haberi ise, ciddi anlamda bir müjdeydi Sarı-Lacivert’e gönül verenlere, oysa hâlâ resmi açıklama beklemekteler. Güiza, Semih, İlhan derken, belki Eto’o rüyası da bomba gibi düşer kombinelere. Hadi bıraksınlar rüyayı, ilk iki ismi zorlayacak bir gurbetçi forvet bile yeter!
Hâl ve gidişat bu haldeyken, sadece Fenerbahçesi ile ilgilenen milyonlarca taraftar için, Fenerbahçe’yi yönetenler, küçük hesaplarla manşetlere gelmekteler. Gazetelere, televizyonlara, internet sitelerine, kendi televizyonlarına, kendi internet sitelerine, milyonların asıl merak ettiği bilgileri taşımak yerine, daha küçük işlerle ilgilenmekteler. Üstelik, “Yüz yıllık bir çınar olan Fenerbahçe Spor Kulübü bunları muhatap almaz, bunlarla bilek güreşi yapmaz” İfadesini de kullanarak. İyi ki muhatap almıyorlar. Bir de alsalar, ne olacak kimbilir!
30 bin kombine satan, bunun 1000 katı taraftarı olduğu söylenen Fenerbahçe Spor Kulübü’nü yönetenler, küçük hesapları bir an önce bırakıp, milyonların beklentilerine cevap vermeliler. Yine tesis hamleleri, yine tüm amatör branşlarda başarı haberleri, Şampiyonlar Ligi’nde yine en az çeyrek final için, Senna, Eto’o ya da her kimse...
Milyonlar dururken, yüzlerle uğraşmak da ne!..
‘’Fark vardı!‘’
Kura çekimi sonrası çokça söylendi ya, “iki takım arasında dağlar kadar fark var” diye, gerçekten de öyleydi özellikle 5 ile 30. dakikalar arasında. Hatta daha da artabilirdi bu fark, Lugano 9’da çizginin önünden çıkarmasa, 23’teki ‘ofsayt’ sayılmasa, Volkan’ın kalesini 35 metre terk ettiği pozisyonda Senegalli Diarra kaleyi tuttursa...
Çok fark vardı gerçekten, iki takım arasında. Mesela, Kazım mahallede oynamaya devam ederken, Volkan ısrarla kalesini terk ederken, Alex taktik gereği en gerilere kadar çekilirken, Edu ile Lugano aralarına 20 metre mesafe koyarken, karşılarındakiler farklı oynuyordu onlardan. Koşuyorlardı mesela. Yardımlaşıyorlardı. Bizimkiler ne kadar kibarsa, onlar o kadar ‘partizan’dı! Tatlı serttiler, kimi zaman tatsız hatta! ‘Pırpır’ları vardı, şansları vardı ve keyifleri de oldukça yerindeydi bizimkilerin aksine, skor 2-0 iken özellikle...
Başka farklar da vardı tabii. Alex mesela. Hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünüp, çok büyük işler yapabilen bir yetenek yoktu rakipte. Güiza’sı da yoktu Sırplar’ın mesela. İyi ki de yoktu yani! Son vuruşları da cesaretleri kadar yerinde olsaydı, ne olurdu bizim koskoca Fenerbahçemiz’in hali!
Konsantrasyon başta olmak üzere her türlü farka rağmen, sadece kendi aymazlığından farklı kaybedebileceği bir karşılaşmayı, avantajlı bir sonuçla bitirdi Sarı-Lacivertliler. Kadıköy’de de büyük farklar olmazsa, Fenerbahçe ligine rahat girer...
‘’Sayenizde!‘’
Fenerbahçe tribünlerinin Emre transferinin ardından gönderdiği mesaja karşılık, ne dedi Arda: Kadıköy’e ancak deplasmana gelirim...
Nesi yanlış, bu tepki gören söylemin? Ya da ne demeliydi; Galatasaray’da Arda olan, kulübünün ondan büyük umutlar ve kazançlar beklediği genç yıldız...
Son derece doğal ve yakışıklı cümlelerdi sarf ettikleri. En azından bugün için. Gelecekte neler olabileceğini kim bilebilir!
Profesyonel bir iş değil mi, üst düzeyde gelir elde edenler için futbol! Onlar, yani futbolcular, yöneticiler, menacerler ve medya, yani bizler için ‘ekmek kapısı’ değil mi bu iş. Sizler, “kanımız ‘o’ renkte akar” diyor da olsanız; kan değil, boya için dönüyor bu dünya. Kırmızının yerinde, yeşil veya sütlü kahverengi var yani...
Onun için, yani profesyonel futbol endüstrisi için, kanınızı değil, yeşil veya sütlü kahverenginizi akıttığınızda, kulübünüzün sizi daha fazla sevindirebileceğini, gururlandırabileceğini idrak edin artık!
Mesela maça giderek, kombine alarak, kulübünüzün resmi ürünlerine sahip çıkarak akıtın, akıtacaklarınızı. Tıpkı, Fenerbahçe taraftarı gibi. Bütçenizden öyle ya da böyle; elektrik, su, doğalgaz veya telefon giderlerinizi hasaplarcasına yer ayırın kulübünüze. Bir filmi seyretmeyerek, bir eğlenceyi ya da sıradan bir ihtiyacı es geçerek destek verin, Sarı-Lacivert veya Sarı-Beyaz’a gönül verenler gibi...
Sonra deplasmana gelsinler size. Fatih Akyel, Emre Belözoğlu veya belki bir gün Arda Turan geldiğinde de, sayenizde geldikleri bilinsin böylece...
Sayenizde oralara gelenler futbolcular da değil sadece. Başkanlarınız, yöneticileriniz, teknik adamlarınız, yayıncı kuruluşlarınız, yazılı ve özellikle görsel basında boy gösteren çalışanlarınız da var; bilginize...
Sizin varlığınız nedeniyle dönüyor bu dünya ve şimdilerde neden yapıldığı bile tam olarak bilinmeyen, eski adıyla ‘meşin yuvarlak’...
Sağlığın, daha başka ve daha gerçekçi sevgilerin, kimi zaman hayatın, siyasetin, ekonominin ve hatta ilkelerin önüne geçerek dönüyor üstelik; sayenizde...
‘’Erken geldik!‘’
Bir mucizenin peşine takılıp geldi, bir ekip, bir millet buraya kadar.. Ya da bir duanın, hayalin, birlikteliğin ardından koşarak. Şaşırtarak, şapka çıkartarak, en olmadık anlarda işimizi görüp, çıldırtarak...
Seversin, sevmezsin! Beğenirsin, beğenmezsin! Daha da önemlisi, saygı duyarsın ya da saygı bile göstermezsin. Ancak, iyi işler yaptığını, iyi yerlere geldiğini kabul etmek mecburiyetindesin bizimkilerin...
Bu turnuvadaki en önemli özelliğimiz, geç gelmemizdi. Belki de bunun için, aşırı mutlu olduk, önceki üç büyük gecede. Dün, henüz 22. dakikada gelmemiz, bu nedenle endişe uyandırmıştı bizlerde, mutlu olamayacağımıza dair. Sonra, 86’da Semih’in akıl ve beceri dolu golü gelince tekrar ümitlendik. Yine mi bitmemiştik...
Ne var ki, 90. dakikada soldan gelen, son gelen Lahm bitirdi herşeyi. En son Almanlar geldi bu kez...
Takım olarak, sahada üstünlük kurarak, rakipten daha fazla atak yapıp, daha fazla şut atarak, rakip kaleyi daha fazla zorlayarak yenildik. Tabir eski, ancak gerçek; şerefimizle ve gururla finale gidemedik...
Kimin payı varsa yaşadığımız büyük mutluluklarda teşekkürler. Hedef olma ihtimali kuvvetle muhtemel Rüştü de panter gibiydi dün akşam kalesinde. Ona bok atmaya kalkmasın sakın kimse. Delikanlı Volkan ner’deydi!. Ve neden?
‘’Futbol oyunu!‘’
Zico’nun ardından, teknik adamlığından önce, sadece ‘adam’lığı konu ediliyorsa, bir sorun var demektir memlekette. Sonuçta arz-talep, her anlamdaki gelir-gider ve bunların muhasebesi ile ilgili profesyonel bir endüstri değil mi futbol? Üstelik, transfer değil mi, şu sıralar en çok isteneni, merak edileni profesyonel futbol oyununun. Ve ayrıca, kimler gelip, kimler geçmedi mi, yani!
Emre Belözoğlu’nun futbolculuğundan önce, ‘ışık’ı tartışılıyorsa eğer, bir sorun var demektir memlekette. Sonuçta, iyi ve her takıma lazım bir futbolcu değil mi Emre? Transfer değil mi, şu sıralar en çok merak edileni, isteneni futbol oyununun. Yoksa artık, öncelik futbolcunun iyisini almak değil mi! Başka kıstaslar mı geçerli! Kimler geçip, kimler gelmedi mi, yani!
Tıpkı Zico gibi, Fatih Terim’in de teknik adamlığından önce, ‘adam’lığı geliyorsa sohbetlerde gündeme, kesin bir sorun var demektir memlekette. Sonuçta, son dönemin, istatistiklere dayalı en iyi hocası değil mi Terim? Sadece tuttuğu veya özleştirildiği takım veya başka bir şey mi asıl mesele? Şu an için hocasız bir takımda ve en çok transferlerin merak edildiği futbol oyununun bu döneminde!
‘Futbol, sadece futboldur’ ya da ‘futbol sadece bir oyundur’ tezini savunurken, içinde bulunduğumuz olayın, ne menem bir şey olduğunu daha iyi kavramamızı sağlayabilecek meseleler bunlar. Her ne kadar bir oyunsa da, oynayan ve oynatanlar önemli tabii. ‘Işık’ meselesi ise, çok çok önemli, özellikle Fener için. Hani, ‘bahçedeki Fener’ için, Fenerli bahçe için, Fenerbahçe için!
Adamlık önemli, sporculuk önemli, millet önemli, memleket önemli. Futbol, zaten fazlasıyla önemli. Hele, bu oyunun eğlencelik olduğunun farkına varılmamışsa! Ancak Cumhuriyet, bu topraklarda yaşayan her kişi için hepsinden önemli. Tabii ki önce sağlık, özgürlükler, iş, daha doğrusu aş ve ille de Cumhuriyet. Uğruna yüz binlerin şehit olduğu, alnımızın akı, faziletimiz.
Bilirsiniz, her ışık her zaman aydınlatmaz. Yeterince aydınlatmaz en azından, güneş kadar yani! Fenerbahçe’ye ‘Fener’ denmesi de hiç hoş değil. Ne var ki, artık o da ‘ışık’ ile anılmaya başlayacaksa, fenerdir. Büyütmeye gerek yok, ilk harfi bile küçük yazılabilir!
‘’Herkesin tuttuğu!‘’
Sevdiğiniz, sevilmeye en layık olan değil mi? Toz konduramadığınız; en iyisi değil mi, kimi karşı görüşlere rağmen!
Beğendiğiniz, dünyanın en güzeli ya da yakışıklısı değil mi? Bilmez misiniz; güzellik göreceli...
Varsa, çocuğunuzu koyun kefeye. Onu tartacak ağırlık bulunabilir mi? Dünyanın en güzel şeyi değil mi bebekler; masum, saf, tertemiz.. Ve sadece bu nedenle bir başkasınınkini ne kadar da sevseniz; size ait olan, sizden gelenle o sevgi kıyaslanabilir mi?
Görece, ‘Bir şeye göre olan, kesin olmayıp kişiden kişiye, zamandan zamana, yerden yere değişebilen, bağıl’ ise, tercihinizin en doğrusu olduğu ya da tek doğru olduğu iddia edilebilir mi!
Futbol; çok basit oyun. Kimbilir, kaçıncı kez yazıyoruz? Kimbilir, kaçıncı kez bu oyundan kâr edenler kızacaklar yine bize, “basit” dedik diye! Dört taş, yuvarlak ve biraz da zıplama özelliği olan bir cisimle, birkaç kişiyle ve hatta tek başına bile oynanabilir. Şimdilerde ‘endüstri’ olarak kabul görse de; çayırda, çimende, kumda ve hatta asfaltta, gayet keyifli ve içten ve son damlasına kadar terin, o yuvarlak cismin peşinden koşulabilir...
En mahallisi, mahallelisi bile bir futbol oyununun, yoruma ve eleştiriye açık, tartışmaya ve hatta kavgaya meyilli, bir gün sonrasına dahi taşacak önemdedir. “Sen savunmada kalsaydın”, “biraz paslı oynasaydın” veya “o pozisyon penaltıydı” gibi cümlelerle bir futbol davası günlerce devam edebilir...
“Herkesin tuttuğu kendine” ne kadar poşetlik bir cümle gibi görünse de, herkesin tuttuğu kendinedir gerçekte! Herkesin tuttuğunun en büyük olması ise, bir başka gerçekliktir futbol ve ‘erkek egemen toplum’ literatüründe!
Söz konusu taraftarlıksa; bu, şampiyonluk ya da kupa büyüklüğüyle ölçülemeyecek bir şeydir, bazı anlayışlara göre.. Ya da parayla sahip olunamayacak, ancak desibelle veya sonuçla ölçülebilecek bir kavramdır, birileri için!
Herkes kendi yolundan yürür. Adımın büyüklüğü kadar, hızın, eğimin, nefesin veya doğru yolun da oldukça önemi vardır, yürüyüşlerde.
Evet! Herkesin tuttuğu kendinedir. Güzellik görecelidir. Renkler, zevkler ve yollar farklıdır yani, doğal olarak. İş bu nedenle kimilerinin büyüklüğü şu veya bu kıstaslarla ölçülemeyebilir.
Vay ruhuna! Demek ki, İslam Çupi haklıymış...
‘’Hayal kırıklığı‘’
Fenerbahçe büyük yürüyüşüne devam ederken, Galatasaray futbol takımı sadece yürümekle yetinmeyerek, arada bir zıplayıp meyveleri toplamaya devam ediyor!.. Aynı 2005-2006 sezonunda olduğu gibi, yokluk, eksiklik ve tutarsızlıkların takımı olarak görüldükleri bir dönemde, eleştiri oklarının açtığı yaralara aldırmadan, “tamam artık bittiler” denilen haftaların üzerine basa basa ulaştıkları zirvede tamamladılar ligi yine. İki hafta önce de vurguladığımız gibi, neredeyse tamamı sporculara ait olan bu başarı öyküleri ruhla ilgili. “..sadece bilinen Galatasaray ruhunun değil, gerçek takım ruhunun, sporcu ruhunun dışa vurumudur tamamen. Bunu anlayabilmek, bununla bire bir mücadele edebilmek ve o seviyeye çıkabilmek için, gerçek sporculardan kurulu bir birliktelik gerekir. Futbol oyununun göz ardı edilemeyecek en önemli özelliği; daha iyi, daha kaliteli ya da daha tecrübeli olmanın, kazanmak için asla yetmeyeceğidir.
Lincoln’le şampiyon olamazsınız mesela, ama Mehmet Topal’la olabilirsiniz”...
Başarı öyküsü
Bu sezona ait en önemli başarı öyküsü ise, hiç şüphe yok, Sivasspor ve Bülent Uygun’unkidir. Ligi dördüncü sırada bitirmeleri, onların sezonun en iyisi oldukları gerçeğini değiştirmeyecektir. Milyon Dolarlar ya da Eurolar harcanarak oluşturulmuş kadrolara karşı, üstelik o kadrolardaki bir tek futbolcunun fiyatı kadar bile tutmayan bütçeleriyle. Mesela Alex, mesela Lincoln, mesela Delgado... Tecrübe, popülarite ve her anlamdaki destek eksiklikleri, olumsuz, ancak bulundukları yerin değerini daha da arttıracak verilerdir. Her şeye rağmen, şampiyonun sadece 6 puan gerisinde kalıp, diğer iki devle puan puana tamamladıkları lig sonrası, takımlarıyla ne kadar övünseler yeridir...
İlk bakışta, sezonun en başarısızları olarak küme düşenler görülecektir. Ancak, hedeflerinin tamamından uzaklaşarak, futbol sezonunu kupasız kapayan Fenerbahçe ve Beşiktaş ile aslında üst sıralarda mücadele etmesi gereken Trabzonspor ve Bursaspor, ‘hayal kırıklığı’ unvanını asıl hak edenlerdir...
‘’Sivrisinek, saz!‘’
Tartışmasız; ülkemizin en büyük, en güçlü, en gelişmiş, rakiplerinin örnek alabileceği tek spor kulübü Fenerbahçe. 21. yüzyılın en başarılı ve etkili profesyonel futbol şubesi de, bu kulübünki doğal olarak. 2001’den bu yana, geride kalan 7 sezondaki 4 şampiyonluk, zaten bunun kanıtı...
Bu sezon da, özellikle Şampiyonlar Ligi’ndeki randımanıyla yükselişini taçlandıran ve geçmişteki Avrupa başarısızlıkları göz önüne alındığında, şu sıralar saygı ve gıptayı hak eden bir branş; Fenerbahçe Spor Kulübü Profesyonel Futbol Şubesi. Yurt içinde, artık kanıksanmış durumda, sezon sonundaki ya birinci ya ikinciliği...
Bu nedenle çok önemli, ondan şampiyonluğu kotarmak veya hediye almak. Bu nedenle çok önemli, ona karşı topyekun durmak. Bu başarı öyküsü nedeniyle daha coşkulu ona karşı atılan zafer turları, daha acımasızca veya biraz kompleks kokulu ve ağır, Fenerbahçeli arkadaşlara yapılan şakalar!
Alışmak ve mazur görmek gerek tabii bunları, büyüklüğün şanındandır, öyle olmalı!
‘Büyüklük’ denilen şey, Fenerbahçe ya da Fenerbahçeli için hiç sorun olmadı zaten. Ne geçmişinde, ne bu gününde. Gelecekte olması da beklenemez, doğru orantıyla...
Bu büyüklüğün en az karşı taraftakiler kadar kendileri tarafından da algılanması gerekli sadece. Ki, bu algı ve onunla birlikte kazanılacak itidal (yani orta yol, aşırı olmama durumu, ölçülülük) bu günlerin ve bundan sonrasının en önemli anahtarı gibi görünmekte.
Hani son günlerde sıkça konu ettiğimiz ‘ikili averaj’ durumları var ya; o mesela...
2005-2006 sezonunda hediye etikleri şampiyonlukta, Fenerbahçe’nin ikili averajda geride olduğu tek takım, ligi 10. sırada bitiren Manisaspor’du. Eşit olduğu tek takım ise, ligi 14. bitirip küme düşmekten son anda kurtulan Ankaraspor. Diğerlerinin tamamı altındaydı Sarı-Lacivertliler’in. O sezonun şampiyonu, parasız (!) Galatasaray’ın ikili averajda gerisinde kaldığı tek takım ise, Fenerbahçe’ydi...
Bu sezon, Kanaryalar’ın ikili averajda geride olduğu iki takım ise, İstanbul Büyükşehir Belediye ve Bursaspor. Onlara karşı kaybettikleri toplam puan 10. Şampiyonluğuna kesin gözüyle bakılan, hocasız (!) Galatasaray’ın gerisinde kaldığı tek takım ise, her zamanki gibi yine Fenerbahçe...
Umarız, anlatabilmişizdir! Artık, bunu da anlamayana davul zurna az!..









































