‘’Adam olun!‘’
İki stoper, bir topu ceza sahasından uzaklaştıramazsa, Semih pası verir, Alex köşeye gönderir ve öne geçer misafir.
İki stoper, sıradan bir ortayı ard arda ıskalarsa, arkadaki formsuz sağ bekleri zaten bir şey yapamaz, Andersson çıkar aradan ve nefis vurur, beraberlik için.
İki stoper, Alex gibi bir ustayı aralarına kaçırırsa, pasın o bölgede onunla buluşmasına engel olamazsa, penaltı kazanır rakip takım.
Hakem, ceza sahasının imtiyazlı oyuncusu kalecinin aslında topa hamle yaptığı ve bu penaltı kararı sonrası kırmızı karta gerek olmadığı yorumunu yapamazsa, haksız yere bir kişi eksik kalır ev sahibi. Bu arada Alex, genç Sinan’a “hoş geldin” der.
İki stoperden genellikle kötü oynayanı, kalecisinin çıkmakta olduğu yüksek topu almak için, dengesizce zıplar ve aynı dengesizlikle topa vurursa, gol olur kendi kalesine...
Hataya en açık oyunlardan futbolda her türlü sonuç olduğunu, en iyi yaşayanlar, en iyi bilenler teknik direktörlerdir. Onlar, olgun ve itidalli olmaları gerekirken, abuksayıp, sabuksarlarsa kulübelerinde, tribündekileri sükunete davet hakkı kalmaz kimsede. Hedefleri daha büyük olan takımlar da yeniliyor kendi sahalarında, üstelik bazen farklı sonuçlarla. Hiç, böyle gayri medeni tavırlar sergiliyorlar mı teknik adamları ve kulübedekiler.
Başkan, teknik adam, futbolcu ve hatta hakem hata yapar ve top bir kaleye girer. Sakin olun yaa! Bu spor sadece. Üstelik daha bir sürü maç var, bu işi profesyonelce sürdürdükçe. Özellikle kulübedekiler; elinizi kolunuzu indirin, küfürü ve bedduayı bırakın. Adam olun, spor adamı olun!
‘’Ne maçtı be!‘’
Ne heyecanlı, ilgi çekici ve merakla beklenen bir karşılaşmaydı değil mi, dün akşamki MKE Ankaragücü-Fenerbahçe mücadelesi!
Yukarıdaki cümleleri gerçek sanan ya da onları haklı bulan yoktur herhalde! Kimin umurundaydı ya da kimsenin pek umurunda değildi aslında değil mi?
Hadi tribünlerdeki yokluk bir kanara, Ligtv’si olmayan kaç kişi, bu karşılaşmayı izleyebilmek için herhangi bir mekana veya bir arkadaşına gitti!
Bu organizasyonu düzenleyenler, önüne ismini koyanlar ve yayınını yapanlar, bir kez daha düşünmeli...
İki taraftan birinin elenebileceği bir mücadele olsaydı dün akşamki; Fenerbahçe, Alex’siz, Güiza’sız bir kadroyla sahaya çıkabilir, tribünler böyle boş kalabilir miydi! En azından, maçı ikinci plana atan böyle bir yazı yazılabilir miydi!
Kim ne derse desin, Fenerbahçe’nin 1983’ten bu yana kazanamıyor olması, Türkiye Kupası’nın tek özelliği...
İki bile değil, tek maçlı eleminasyon sistemi. Hani, bir zamanlar Pendik’in Fenerbahçe’yi elediği gibi. Rövanş şansı bile verilmemeli ki heyecanı, cazibesi ve sürprizi bol olsun...
Bu arada, tansiyonsuz karşılaşma doğru orantılı olarak futbolsuz seyir ederken, Aragones’in fırsattan istifade şans verdiği Deniz’in hâlâ özgüvensiz ve yetersiz kalışı, güzel beyaz formalılar adına en dikkat çekici noktalardan biriydi. Kazım’ın özgüveni ne kadar abartılı ve gereksizse, Burak’ın aynı orandaki özgüvensizliği de kayda değerdi. Tamam saçıyla, kendini yalandan yere bırakışlarıyla gündeme çok geldi Burak, futbolundan önce. Ancak her şeye rağmen bu kadar kötü bir oyuncu değil. Fenerbahçe’de işinin zor olduğu gerçek ancak, geleceği için kendini toparlaması gerekir.
‘’Sana ne!‘’
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun öncelikle. Bize bu günleri değil de, daha öncelerini göstermek için; akıllarını, fikirlerini, bilgilerini, hayatlarını, kanlarını ve canlarını akıtanlar, nur içinde yatsınlar. Başlarında, Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere...
Eşlerinin, çocuklarının alnından, yanaklarından öperek, ölüme gittiler bile bile; yüzbinler...
Biz ise, en ufak bir maddi kaybın endişesiyle yaşamaktayız; yediğimizin önümüzde, yemediğimizin arkamızda olduğu, günümüzde...
Bir futbol karşılaşmasını bile, hayatla eşdeğer tutacak boyutlarda, saçmalamaktayız; şımarıkça!
Sporu bile çirkinleştirebilecek kıvamdayız; kimlik arayışlarımız, kültürümüz, ikili ilişkilerimiz, çıkarlarımız söz konusuysa...
Eski, temiz denizlerin büyüsüyle büyüyen, eski devlet veya spor adamlarının hikayeleri ile tepeden tırnağa bürünen, sonraları Rambo’larla, şimdilerde ‘Heroes’larla, eriyen bir ırkın ahvadıyız...
Biz, bir penaltı kazanmak için kendimizi yere atmaktan utanmayan, bir penaltıyı, penaltı olduğu halde reyting ya da tiraj için yalanlayan ve/ya doğrulayan; bir kazanç için doğruyu yanlış göstermekten sıkılmayan dönemin insanlarıyız...
Bankamatik, kredi kartı ve net’ten alışveriş devrinin çocuklarıyız. Haberimiz bile olmadan artırılan vergiler, yapılan zamlar, harçlar, faturalar ve dahasının getirdiği yükler nedeniyle ‘ilk hedefiniz kazanç’ bilinciyle bireylik taslayanlarız; ‘profesyonellik’ mesajıyla!
Yılmaz Vural’ın kendini yerden yere atışı, Aragones’in eli alnında sürekli yere bakışı, Fatih Terim’in maaşı, bir futbolcunun sakatlanışı, bir diğerinin yerde numaradan yatışı, bir hakemin çok rahat gösterebileceği bir kırmızı kart nedeniyle panik yapışı, çarkın içindeki bazılarının çaktırmadan kaçışı; bizim için hangi anlamlar taşıyor mesela!
Düşünebiliyor muyuz yeterince ve derince! Hani, insanlık gereğince, dürüstçe...
Paranoyaklık mıdır moda! At gözlüğü müdür, bilinç midir, bilinçsizlik midir, aymazlık mıdır, kültürsüzlük müdür, beyinsizlik midir!
Sebep-sonuç ilişkisi hiç mi öğretilmemiş veya öğrenememişiz ya da kafamız basmıyor buna!
Herkesin elindeki kendine değil mi veya parmağı ve herkes insan değil mi sonuçta, eğrisi, doğrusuyla!
“Bak! Ayşe’nin çocuğu 100 almış” veya “..o gün bir gelsin göreceksiniz!” laf mı ya!
“Bak var ya, bunun babası çok zengin ha!”... Ee, sana ne!
‘’Yaşa Deivid‘’
Lugano golü attı ve Fenerbahçe Bursaspor karşılaşması başladı. Altı dakika geç kaldı yani, dün akşam futbol. Uruguaylı’nın golü, bir anlamda çoktan hak ettiği küçük bir hediyeydi. Çünkü, kaç maçtır olduğu gibi dün de yine takımının en iyilerindendi.
Salı akşamı kıpırdanmaya başlayan Selçuk ise, tartışmasız hem takımının hem sahanın en iyisiydi. Cesurca ve tribünleri veya olası bir hatalı pası değil de, sadece formasını düşünmeye devam ettikçe de iyi oynayacak, eskiden olduğu gibi...
Carlos da, büyük aşkı futbola geri dönmüş gibiydi. Umarız tek gecelik bir ilişki değildir bu. O kadar da yaşlı değil çünkü, hayranları çok fazla ve hala hayatta...
Hep iyilerle sürüp gitmez bir hikaye. Cazibesini yitirir. İçinde mutlaka kötülere de yer verilmelidir. Bu nedenle, Gökhan Gönül, Semih ve Yusuf’un aslında pek alışık olunmayan oyunları göz ardı edilmemelidir...
Araya mutlaka, bir iki cümle de olsa hakem serpiştirilmelidir. Mesela; ceza sahası içindeki kontrolsüz hareket rakibe temasla neticelenmişse, buna ‘penaltı’ denir. Mesela, her ‘forma tutma’ hareketi, sarı kart değildir. Aksi halde, günümüzdeki her futbol karşılaşması, daha önce 6 kişi kalan takımın hükmen yenilgisi ile bitecektir...
Çok kaliteli ve seyirlik futbolcu Deivid’in golle dönüşü ise, her futbolsever için mutluluk vericidir. O, oyuna dahil olduktan sonra, takım arkadaşları için maçın bitmiş olması ise, üzüntü vericidir. Tabii en çok da Aragones için.
Peki o dakikaya kadar olumlu hiçbir şey üretemeyen, üstelik ligin üst basamaklarında yer alan kavuniçi Bursaspor’a ne demek gerekir. Yakıştı mı, Timsah’a!
‘’Hedefler‘’
Güiza’ya saygı duymak gerek. Semih’e de, Lugano’ya da... Güiza’nın kendi yarı alanında biraz daha az koşması gerek ama, Semih’in de... Lugano’nun fazla uzun ve fazla beceri isteyen paslar atmaması gerek ayrıca.
Alex atabilir ama; istediği zaman, istediği yere. Ancak onun da, sadece ve sadece bu takımın bir oyuncusu olduğunu unutmaması gerek!
Yani, işler kötü giderken, yüzünü buruşturup, yürüyüşünü, duruşunu, en kolay yaptığı şeyi isabetli pas atmayı değiştirmemesi gerek; son dakikasına kadar her oyunun, her sezonun!
Gökhan’ın daha çok çalışması gerek, daha iyi ve genelde bitirici orta veya pas üretebilmek için. Selçuk’un cesur olması gerek. Korkacak ne var ki, çok uzun zamandır profesyonelce, üstelik önemli bir kısmı büyük bir kulüpte geçen onca yıldan sonra... Deniz’in de dönmesi gerek, her şeye rağmen ayakta kalabilen, bir baba olarak en azından.
Herkes işini, en iyi yapabildiği ya da yapabileceği kadar yaparsa her zaman, tüm sorunlar açıkça çıkar ortaya, tüm önlemler daha kolay alınır o zaman, aksaklık varsa.
Takım, başka bir deyişle ekip olmak söz konusuysa; işini elinden geldiğince yapmak, iş arkadaşına olabildiğince yardım etmek, hiç sıkılmadan, pes etmeden, ekipdaşlıktan taviz vermeden, uğraşmak gerek...
Gelecek sezon Avrupa Kupaları’na katılabilmesi zor Fenerbahçe’nin. Hem de çok zor, bu saatten sonra...
İlk hedef; gönül verenleri, Sarı-Lacivert’e taraf olanları mahcup etmeden sezonu bitirmek.
Mesela, Arsenal deplasmanından 7’den fazla gol yemeden dönmek. Sonra, Porto ve Kiev karşılaşmalarından en az 4 puan çıkarıp, hiç olmazsa UEFA’da yola devam edebilmeyi denemek.. Ve “bu sezon da boş geçmedi” diyebilmek için, bu kadar hiçliğin arasına yıllardır kazanılamayan Türkiye Kupası’nı ekleyerek, mutlu olmak için neden üretebilmek. Yani, bir anlamda tarihe geçmek!
Kazım mahallede oynamayacak ama! Volkan Demirel, Edu, Can, Yasin, Vederson, Uğur, Önder, Ali Bilgin, Gürhan, Burak, İlhan; sadece Fenerbahçe’de oynuyorlar diye, kendilerini üst düzey oyuncu saymayacak. Carlos, Emre ya da Tümer unutulmayacaklarını bilirler elbet; peki bu büyük şöhretleri Fenerbahçeliler nasıl hatırlayacak!
Zor işler tabii. Yorum zor, aynı görüşleri paylaşabilmek olanaksız neredeyse! Daha Maldonado var, Josico var...
Muhtemelen “ne alaka diyeceksiniz” ancak, esprili Kemal Aslan kaç sezon profesyonel sözleşmeli futbolcu olarak oynadı Fenerbahçe’de! Oradan pay biçin işte!
Fenerbahçe Spor Kulübü, dünyanın en büyük spor kulüplerinden biri olma yolunda ilerliyor ve biz de katılıyoruz bu görüşe ve yürüyüşe. Ne var ki, belli ki, ciddi sorunlar var; en önemli organında, Profesyonel Futbol Şubesi’nde!
‘’Soğuk terler!‘’
Gökhan son zamanlarındaki en hareketli futbolunu oynuyor. Doğrusu Selçuk da öyle…
Sağ taraftan ilk yarının başından sonuna kadar, istediği gibi ve istediği kadar bindiriyor Fenerbahçe. Solda tık yok!
45+1’lik süre içinde, 6 tane gol atabilirdik İngilizler’e. Onlar da 5 bize. Giren, çıkan 1-3 oysa, devre sona erdiğinde!
Demek ki, Maldonado rakip kötü pas yaptığında iyi bir çöpçüymüş. Dün akşam çöpçü değil, gölgeleri takip eden bekçiydi sadece. Bu da kapak olsun, bize!
Edu yine çok kötü, bu nedenle her atak gol pozisyonu kalemizde. Volkan, oldukça uzun zamandır, çok net bir pozisyonu veya takımını kurtaramayan dev kaleci! Solda hâlâ tık yok! Zaten tam bu cümleler yazılırken olamaz da. Devre arası çünkü, Carlos ve özellikle Uğur içeride. Dışarıdaki hallerini de biliyoruz ya uzun zamandır, neyse!
Kötü oyununun yanına kendi kalesine attığı bir golü ekleyemeyen Edu’nun omuz pası son derece yerinde; giren, çıkan 1-4.
Bu büyük bir fırsat, bir avuç Fenerbahçe bölücüsü için tribünde!
Güiza takımının en iyilerinden çoğu zaman olduğu gibi; Gökhan, Lugano ve Semih’le birlikte. Ancak, geriye doğru fazla enerji harcamasa, gol pozisyonlarına saklasa gücünü daha iyi olacak. Son vuruş ve son düşünüşte diri olmak gerekçesiyle!
Carlos ve özellikle Uğur solda, stoperlerden biri Edu ve dev Volkan kalesinde! Giren çıkan 2-5…
‘’Forma çok güzel‘’
Sporcu her zaman formunun zirvesinde olmaz, olamaz! Sporcu her zaman formda ve hatta vasat bile olamaz! Selçuk gibi formsuzluğun zirvesinde olduğu dönemler geçirebilir. Edu gibi, Carlos gibi başarısız, etkisiz oyunlar sergileyebilir, uzunca bir süre üstelik.
Böyle üç, dört oyuncunun yer aldığı bir futbol takımında, bir de aslında kapasitelerinin üst düzey takımlar için pek yeterli olmadığı hala anlaşılamayan, Önder, Uğur, Kazım gibi oyuncular yer alıyorsa; o takımdan başarı beklemek mucize ile eşdeğerdir...
Tutoriç çok iyiydi değil mi, dün akşamın özellikle ilk yarısında. Yoruldu, zıplayıp-zıplayıp, topa kafa vurmaktan. Bir yerlerden koşup gelerek vurmadı neyse ki, daha da yorulurdu. O, görev bölgesinde beklemekte, Kazım ile Uğur ikilisi ve hatta gerilerden Lugano, bıkıp usanmadan Sırp oyuncuyu denemekteydi. “Aa! Buna da vurdu”, “aAa, buna da...”. “Yaa, bu adam kafasına gelen toplara vurabiliyor, aferin”... Size de aferin; en azından sabrınız ve istikrarınız için!
Böyle bir takımın kadrosunda bir de, ‘umut’ olarak görülüp ‘genelde sakat’ olarak yaşamlarını sürdürenler varsa, dünkü gibi bazı günler kurtarılsa bile, çok daha başarısız bir gelecek öngörülebilir.
Kocaelispor’un, aslında kendi gücüyle değil de, rakip marifetiyle yakaladığı pozisyonlar sırasında, salı akşamını düşünen, güzel formalı takımın taraftarları, hava soğuk da olsa ter dökecektir. Endişeye gerek yok! Bu, son derece normal bir şeydir. ‘soğuk terler dökmek’, günlük hayatta sıkça kullanılan bir deyimdir.
Yalnız, formaları gerçekten çok güzeldi Fenerbahçe’nin...
‘’Adam olmak zor!‘’
Sözümüz meclisten dışarı; Fenerbahçe ne zaman adam olur, biliyor musunuz...
Hadi bırakalım şimdi bir kenara Fenerbahçe’yi; biz ne zaman adam oluruz?
Değerlerine sahip çıkan. İlkeler ve ideallerle, gelecekten beklenen geçmişten gelenlerle, çekirdekten, genlerden, ananeden, görgüden, bilgiden edinilenlerle, üzerine koyarak gelinen bugünlere gösterilen özenle...
Sıkılmayı, utanmayı, kızarmayı bilerek yaşamayı tercih ederek.
Çok önemli hayati beklentileri bile; çok basit sıradanlıkların rahatsız edici varlığı söz konusu olduğunda, önemsemeyerek.
Yaratana ve yaratılana inanarak.. Ve sonsuzluğun yanına, yok oluşu koyarak...
Hatanın, en kaçınılmaz, en olası insani gerçek olduğunu kavrayarak.
Sevmekten çok, sevilmek için gayret sarf ederek. Sevilmenin sadece manevi değil maddi anlamda da getirisi en yüksek değer olduğunu idrak ederek.. Ve maddiyatın insanoğlu için aslında en önemli gerçek olduğunu göz ardı etmeyerek!
Buna rağmen; almaktan hep çekinip, verirken neredeyse sınır gözetmeyerek...
Diplomayla yetinmeyip, ders almaktan yılmayarak ve öğrenmenin en iyi yolunun; dinlemek, gözlemlemek, hafızalardan faydalanıp, tecrübeleri üzerine ekleyebilmek olduğunu, kabul ederek...
“Zararın neresinden dönersen, kardır” cümlesine itibar etmeden, yanlışın en azını yapmaya özen göstererek...
Fenerbahçe ne zaman adam olur, biliyor musunuz?
Hadi bırakalım şimdi bir kenara Fenerbahçe’yi; biz ne zaman adam oluruz?
Türk futbolu, Türk sporu adam olduğu zaman...
Türk medyası; tiraj ile reyting satan ve alanlar, adam olduğu zaman.
Arz, talep meselesinde; alanlar, satanların önüne geçebildiği zaman adam oluruz;
Fenerbahçe ve/ya Rüzgarlıbahçe’yle birlikte...
Biz ne zaman adam oluruz, biliyor musunuz?
Bir sözleşmeye imza atarken profesyonellik gereği; aklımıza ilk gelen, ayrılacağımız ya da gönderileceğimiz gün olmaz mesela, aklımıza ilk düşen.. Ya da bir sözleşme hazırlarken kendisinden bir şeyler umduğumuz kişiler için; henüz ilk günden, son günlerini düşürmeyiz aklımıza...
Kendimiz için gerçekten bir şey istemediğimiz zaman adam oluruz tam olarak.. Ve tabii ki, aslında bunun kendimiz için çok şey istemek anlamına geldiğini anlayabildiğimiz ve anlatabildiğimizde...
Biz adam olmayız yaa, çok zor!









































