‘’İnşallah yalandır‘’
Gündemi yine FANATİK belirledi. Türkiye’de belki de ilk kez bir spor gazetesi derbinin bile önüne geçecek bir manşetle piyasaya çıkmayı göze aldı. Gayet anlaşılır bir sebepten dolayı da dün öğlen saatlerinde Fenerbahçe Yönetimi, daha doğrusu bizzat sayın başkan tarafından yalanlandı.
Kulübün menfaatleri icabı yapılan yalanlamalara her zaman saygı duymuşumdur. Ama yalan olmayan bir haberin yalanlamasını yaparken kullanılan lisana dikkat edilmesi gerektiğine de inanırım. Bu tip yalanlamaları sayın başkanın yapmadığını, yalanlanmasını istediği haber için gerekli birimlere talimat verdiğini biliyoruz; muhtemelen kullanılan kelimeler yine birileri tarafından kaleme alınmıştır ama tabii, bu kez dipteki imza bizzat kendisine ait olduğu için faraziyeden değil olan üzerinden gitmekte fayda var.
Dün Fenerbahçe.org’den sayın başkanın yılmadığını, yorulmadığını büyük bir keyifle bizzat kendi kaleminden öğrenmiş bulunuyorum. Gündeminde şu an için böyle bir ayrılığın olmaması ayrıca sevinç kaynağı oldu benim için. Çünkü kendisinin, her ortamda da söylediğim gibi gelmiş geçmiş en başarılı başkan olduğuna daha bu camiaya yapması gereken pek çok hizmetler bulunduğuna inanıyorum.
İnanıyorum ki, dünkü yalanlamasında gösterdiği şevk ve inancı gösterdiği sürece, camiasını daha pek çok başarılı günlere taşıyacaktır.
İlk kez yalan çıkması halinde büyük mutluluk duyacağım bir haber yaptık. Mayıs ayını büyük bir umutla sayın başkanın devam ettiğini görmek umuduyla bekleyeceğim.
O gün geldiğinde kendisine bırakması yönünde herhangi bir telkin gelir de bir an için kalbinden “ya acaba bıraksam mı” diye geçerse, dün yazdığı yalanlama yazısını hatırlamasını öneririm.
Çünkü Allah muhafaza, bırakma kararı alırsa benim yazacaklarımın yanında dün yazdıkları “Pamuk prenses ve 7 cüceler” kıvamında kalır.
‘’Sesinizin çıkma zamanı‘’
Ne Hacettepe, ne Kayseri, ne de Sivas yenilgileri bizi şu anda Fenerbahçe adına şaşırtan. Bizi şaşırtan, 10 yıllık bir iktidarın 10 maçlık kredisinin olmamasından. Bizi şaşırtan, Fenerbahçe’ye ihaneti bile göze alarak Aziz Yıldırım muhalefetinin yapılmasından. Ve bizi şaşırtan, bu durumdan memnuniyet duyan pek çok Fenerbahçeli’nin olmasından.
Yoksa gören herkes gibi bizler de görüyorduk, takımın dengesinin olmadığını, kaybedilenin yerinin dolmadığını, çıtayı yeni bir hedefe koyarken yapılan yatırımın yerini bulmadığını.
Ama yapıldı..
Hem yönetim açısından, hem muhalefet açısından duygu aklın önüne geçince ortaya çıkan sonuçun bu olmasına şaşırmayın.
Muhalefet yararlıdır, iktidar için ufuk açar ya da açması gerekir. İktidarın da yapılan muhalefetten çıkarımlar yapması iktidarları için faydalıdır. Ne “ben yaptım oldu”culuk doğrudur, ne de “ne olursa olsun”culuk. Muhalefeti kuvvetliyken ezmek, gerekli zamanda yapıcılık yerine yıkıcılığı getirir. Fenerbahçe’nin bugünkü çalkantısının ardında yatan sebeplerden biri de budur.
Fenerbahçe’de bir kesim için Aziz Yıldırım’ın bırakmasının, takımın Avrupa şampiyonluğundan bile daha sevindirici olduğunu biliyoruz ve şu ortamın tam istedikleri ortam olduğu da aşikar.
Yorgun, sıkılmış, bıkmış, hatalar yapmış ve kendini yalnız hisseden bir başkan ve tam istenilen sonuçlar.
O kesim için yapılacak birşey yok.. Çünkü Yıldırım ile kavgaları o, görevden gidene kadar hatta belki gittikten sonra bile bitmeyecek.
Şimdi elele vermesi gereken kesim Fenerbahçe’yi gerçekten sevenler, ne Aziz Yıldırım, ne o, ne bu umursamadan yalnızca takımının başarısı ile mutlu olup başarısızlığında hüzünlenebilenler. Moralli ve destek gören Aziz Yıldırım’ın bir önce yaptığından daha fazlasını yaptığını hatırlayanlar, kulübü için bilet karşılığı değil gerçekten yürüyenler. Şimdi sizin sesinizin çıkma zamanı.
Aziz Yıldırım, ömrünün sonuna kadar Fenerbahçe başkanı olacak diye bir kural yok, Aziz Yıldırım, Fenerbahçe’nin sahibi değil. Daha iyisini yapabileceğine inanılan bir kişi çıktığında Aziz Yıldırım bile “gel bu işi sen yap” diyebilmeli.
Aziz Yıldırım vazgeçilmez değil.. Ama Aziz Yıldırım, köhne zihniyete, tribün liderlerine feda edilmeyecek kadar değerli bir başkan.
En azından Yıldırım, şu tribün savaşını kaybetmemesi gereken bir başkan. O kaybederse şu anda böyle bir öncelikleri ve tasaları olmasa bile gelecek için Beşiktaş da kaybeder, Galatasaray da.
‘’Ben anlamadım‘’
1. O Partizan bu Partizan değil diyorduk ama, dünkü Fener de o Fener değildi. Ama bu haliyle bile zor oldu. Aragones tam istediği(miz) hocaydı, çok disiplinli ve çalıştırıcıydı ama maçın sonunda daha çok ayakta kalanlar da onlardı.
2. Maç 0-0’ken başkaydı, 1-0 Fenerbahçe öne geçince başka oldu ve herşey daha kolaylaştı. Partizan atmak için çok uğraştı geriyi de biraz açtı, aynı durumda Fenerbahçe olsaydı ne yapardı? Ona rağmen Fenerbahçe 2-0’dan sonra bile bayağı pozisyon verdi ve turu bile zora soktu. Bunu Aragones nasıl açıklamalı?
3. Bu futbolla ne olur diye bir sorunuz var ise; hedef Şampiyonlar Ligi’nde geçen senenin üzerine çıkmaksa hiç ümitlenmeyin.
4. Maç öncesi Emre oynuyordu sakatlandı, Semih sakattı oynadı???? Emre’nin sakatlanması beklenmedik birşey değil de, Semih kesileceğini anlayınca sakatım kaprisi mi yapıyordu? Umarız öyle değildir.
5. Galatasaray off side olan pozisyonda gol yiyip, Fenerbahçe offside olmayan pozisyonda yediği golden kurtulunca milyonlarca Euro’yu da cebe indirdi. Pekii, futbolun adaleti Fenerbahçeliler’e, Saracoğlu’ndaki 2009 finalinde Galatasaray’ı görmeyi mi hazırlıyor acaba?
6. Paramız var, paramız var diyen bir kulübün transferi 33’lük Josico mu olmalı?
7. Sezonun başı.. Eleştirmek tamam da ağır eleştirmek hata olur. Her Fenerbahçe taraftarının beklentisinin büyük olması normal, ama şu andaki görüntü ile büyük beklentiler hayal.
8. Dakika 84, skor olarak tur sende, gol ümidin Güiza ile takımın geri kalanı arası yaklaşık 35 metre. Peki nasıl büyük takımız?
9. Büyük Fenerbahçe taraftarının tribünlerindeki pankartlar, böyle bir maçta böyle mi olmalı. 500 kişilik bir grup ile kulübün çekişmesinden milyonlara ne?
10. Hedeflerden ciddi sapmalar olursa, yine tesislerden mi bahsedilecek, yoksa spor kulübü olmaktan mı?
‘’His‘’
Eskiler “hissi kablel vukuu” derlerdi bizim küçüklüğümüzde, bahsettiğim kuşağın tevellütleri 1340’lara aitti çokça. Olacağı hissetmek. Kısaca bu...
İsviçre, Çek, Hırvat maçlarında gözümüz öyle görmese de, aklımız “olmaz” dese de, kalbimiz hep “olacak” diyordu. Almanya maçında gözümüz öyle görmese de, aklımız “olacak” dese de, kalbimiz “olmaz” dedi nedense.
Belki de bu kadar üzülmemizin nedeni de bu. Son andaki yüklenmelerle değil, uzatmalarda ayakta kalmakla değil, ilk kez bir maçın başından sonuna kadar iyi oynadık. Her türlü şarta, eksiğe, gediğe karşın iyi oynadık. Evet, üzüntümüz bundandır. Yoksa biz de biliyoruz futbolda hak etmeden kazanılan maçlar olduğu gibi, hak edilirken yitirilenlerin de olduğunu.
Peki ne ile avunacağız şimdi! “Önemli olan sonuç” diye öğretilmedi mi bize. “Hatice’ye değil neticeye bak” diye konuşmaz mıyız hepimiz. Güme mi gitti şimdi Alman’a karşı oynadığımız futbol, hiç mi gururunu yaşamayacağız bunun!
Belki ilerleyen yıllarda futbol sevenler çoğaldıkça, tabeladan kurtulup oyunun kendisinden zevk almaya başlayacağız. Kim bilir...
Benim için doğrusu bu, belki benim gibi düşünen başkaları da vardır. Ama büyük çoğunluk için böyle olmadığını biliyorum. Önemli olanın kazanmak olduğunun farkındayım ve bunu da hiç, ama hiç garip karşılamıyorum.
Garip karşılasam, neredeyse her turnuvada en azından bir yarı final oynamaya alışık bir ulusun taraftarlarının böyle deli gibi sevinmesini karşılardım. Futbolu güzel kılan, takipçilerinin kalbindeki işte bu amatör sevgi.
Benim için Almanya maçı, Kazım’ın topu direkten döndüğünde bitti. İlk kez başımıza gelmeyen bir şey o anda gelmişti çünkü. O an hissettim gecenin bizim olmayacağını.
Tıpkı, Çek maçının son saniyelerinde, o kaleci kendini attırdığında bunun bedelini çok ağır ödeyeceğimizi hissettiğim gibi.
O karşılaşmadan sonra kısacık bir yazı yazmış ve “tadını çıkartın” demiş, “Volkan dahil” diye bitirmiştik. Aslında o Volkan’ı bir gün gelip hiç ama hiç affetmeyeceğimi bilerek.
Yenilgiye mazeret arama niyetinde değilim. Bu turnuvadan bir Türk taraftar olarak mutlu ayrılıyorum. Dün de yazdığım gibi, emeği geçen herkese teşekkür bir borç bizim için. Tam 18 gün boyunca büyük mutluluklar yaşattılar bizlere ve sonunda da başımız dik evimize dönmemize olanak tanıyan bir futbolla veda ettiler. Ama bu turnuvada bir tek kişiye, evet bir tek kişiye, yani o kaleciye teşekkür etmiyorum.
Bundan sonra nerde oynarsa oynasın, ne kadar inanılmaz kurtarışlar yaparsa yapsın, bu yaptığını hep hatırlayacağım. O olsa da belki aynısı olurdu, belki Hırvat maçını da geçemeyebilirdik, bunların hepsi de kabulüm. Ama böyle bir turnuvada, takımını böyle ahmakça eksik bırakmak, işte bunu kabul edemem.
Artık kendi gündemimize dönebiliriz. Yine baş başa kaldık. Herkes kendine göre bir yorum ve analiz yapacak. Katıldıklarımız da olacak, katılmadıklarımız da.
Ben hâlâ bu turnuvaya gelecek en iyi Türk 23’ünün bu olmadığını savunacağım, kimisi de Terim’in en doğru tercihi yaptığını, başarısının da bunun kanıtı olduğunu belki de.
Ben hâlâ önemli olanın futbol olduğunu ve kazanırken de iyi futbol beklediğimi söyleyeceğim, kimi de “kazansaydık da, olmaz olsaydı o futbol” diyecek belki.
Herkes bir şeyler söyleyecek ve ben de hepsini saygı ile dinleyip, kimine hak vereceğim.
Ama o kaleciyi asla affetmeyeceğim.
‘’Teşekkürler‘’
Belki de ilk defa dün olmalıydı. Hani hep şans kısmet dedik ya. Bu kez işte o bizden değildi sanki. Buraya kadar gelirken yanımızda olan, sanki dün terk etmiş gibi davrandı bize.
Kazım’ın topu direkten döndüğünde korkmuştuk zaten yanımızda değil mi bugün diye!
Yine Kazım noktayı koydu, yerde kalırken son dakikada...
Olsun, buraya kadar bizi getiren herkese ve her şeye teşekkür boynumuzun borcu.
Pazar günü Viyana’da Türk Milli Takımı’nı görmek dünkü futbolumuzla hiç, ama hiç hayal değildi.
Bugüne kadar oynadığımızla da burada olmak hayal bile edilmezdi.
Garip ama gerçek böyle.
Öyle bir efsane yaratılmak üzereydi ki, değil torunlarımız onların torunları bile ağızdan ağıza bu 22 günü hatırlayacaktı. Yoldan geçen dedeye çocuklar “Bu kim biliyormusun, Semih Şentürk’ün torunu” diye göstereceklerdi.
Ama olmadı. Hem de tam olması gereken maçta. Tam olması gereken anda.
Dediğimiz gibi. Herkese teşekkürler.
‘’Bizi istiyor‘’
Burada bu maç için Balkan maçı da dediler, ev sahiplerinin maçı da. TC vatandaşı olup da Avusturya’da çalışma izni olan kişi sayısı bakımından Hırvatları ikiye katlamışız. Yan taraf Almanya ile İsviçre, ama Hırvatlar bu eve bizden daha fazla sahip çıkmışlar gibiydi maçtan önce. Hem Viyana’nın meydanları onlara teslim oldu, hem de Ernst Hapel Stadı.
Avrupa’nın göbeğinde bu kadar Türk’ün yaşadığı bir coğrafyada beklemedik bir şeydi bu benim için.
İş gruptan çıkınca knock-out’a dönünce her şey değişiyor takımlar için. Hatanın telafisi olmayınca, doğal olarak daha ürkek oluyor takımlar. Dün, en az bizim kadar ürkekti Hırvatlar da sahada. Böyle olunca da ilk yarı yoklama yumrukları ile geçti. Hırvatlar bir kere direkte kaldı, biz uzaktan bir iki kere yokladık. Zaten oyun düzenimizde uzaktan atılacak şutlar dışında alternatifimiz de yoktu, bunu değiştirecek oyuncumuz da.
İkinci yarıya, iki maç sonra geri dönmek zorunda olmadan başlamamız bir handikap mıydı, yoksa avantaj mı; bunu değerlendirmek gerçekten zor.
Her geriden geldiği maçın ikinci yarılarında daha pozitif futbol oynayan takım, ikinci yarıya ileri gitme niyeti pek de olmadan başladı ve bitirdi.
İşin garibi ne biliyor musunuz? Hırvatların hiç mi hiç kazanmaya niyeti yoktu ya da yok gibi oynadı uzatma boyunca. Sanki onlar da “ne olacaksa penaltıda olsun” der gibiydiler ve istedikleri de oldu.
Yine, “gittik” derken, geri döndük.
İnanılmaz, gerçekten inanılmaz.
İster inançlı olun, ister inançsız. İnandığınız şey her ne ise, emin olun o şey bizi istiyor.
Fatih hocamız, bir dörtlük yazıp, sonra okumaktan vazgeçmişti, arkadaşlarının ısrarı ile! Biz Hayyam’dan bir dörtlükle bitirelim yazımızı:
Bir sır daha var, çözdüklerimizden başka!
Bir ışık daha var, ışıklardan başka.
Hiç bir yaptığınla yetinme, geç öteye.
Bir şey daha var bütün yapıtlardan başka.
‘’Mucizeler zaman almaz‘’
Öyle bir oyun ki. Kahramanlık ile idam sehpası arasında gidip geliyor herkes. Güzelliği de buradan geliyor çoklarına göre. Bir bakıyorsunuz dar ağacına çıkmak üzere olanlar, bir anda cellat olabiliyor.
70’inci dakikadan sonra yazısını atmak zorunda kalan gazeteci var mıdır, elbette onu bilebilmek zor ama, dün Fatih hocanın yaptığı açıklamaların bir dayanağı vardır elbette.
“Futbol oyunu bir ölüm kalım meselesi değildir, ondan çok daha ciddi bir iştir” diyen futbol adamı, boşuna söylememiş olsa gerek yıllar boyu yaşadıklarının ışığında bu sözü.
İp üzerindeki cambaz gösterisine benzemeye başladı, milli takım, basın diyaloğu (ya da basının bir kesimi ile hocanın diyaloğu).
Neyse aslında bunlar boş. Önemli olan ve yapılması gereken önümüze bakmak, Hırvatlar’ı nasıl yeneriz, daha ilerisine nasıl gideriz, onları düşünmek.
Bunları da çokça yetkililere bırakmak en doğrusu.
Türkiye’nin oynadığı maç adedi üç. Oynadığı dakika sayısı 270. Herkesin beğendiği bölüm süresi 80.
Ortada 190 dakikalık bir kayıp zaman var milli takım adına. Varlık gösteremediğimiz, rakibe mahkum olduğumuz ve herkesin de eleştirmekte hem fikir olduğu bölümler.
İsviçre maçının ikinci yarısı ile Çek maçının ikinci yarısındaki büyük bölümün eleştiri aldığını ben zannetmiyorum. Fatih hocanın, Çek maçının ikinci yarısında gösterdiği performansa kötü diyecek birinin olduğunu da düşünmüyorum. Statta oturduğum yer gereği kulübe performansını en az maç kadar takip etmiş biri olarak, ikinci yarıda, futbolcu tek tek duracağı yerden kime pas atılacağına kadar oyuna müdahale eden hocanın katkısına kim eleştiri getirebilir?
Ama bir şeyi göz ardı etmemeliyiz, etmememiz gerekir. Bu takım hiçbir maça iyi başlamadı. Bu takım hiçbir maçın ilk yarısında rakibine müdahale edemedi, bu takım hiçbir maçın ilk yarılarında “Bu takım bu maçı kazanır” dedirtmedi.
İnancımız her zaman gördüklerimiz ile değil, hislerimiz ile sınırlı kaldı.
Hedefi şampiyonluk olarak koyanlar, ortaya da bugüne kadar gösterdiklerinden farklı bir şey koymak zorundadır.
Bir olduktan sonra iki, iki olduktan sonra üç olacak maçlar her zaman geri gelir mi? Futbol da böyle bir istatistik var mı?
Mucize yaratıyoruz bu doğru, mucizeler zaman alırmış onu da dün öğrendik. Doğrudur.
Ama benim inancım mucize her zaman olmaz. Mucize mucizedir ve zamanla alakalı değildir. Öyle olsaydı adı mucize olmazdı.
Türkiye’nin son iki maçına bahisçilerden ilk yarı bir ikinci yarı iki oynayanlar zengin oldu. Ben aza tamah etmek istiyorum. İlk yarı bir ikinci yarı bir.
Bir de lütfen bunu başarın.
Yolunuz açık olsun.
‘’Tadını çıkartın‘’
İlk yarı, ikinci yarı. Kader mi? Ya da kader hep böyle gider mi? Bilmiyorum ne demeli, bu zaferin ardından... Nihat, ne zaman Nihat olacak diyorduk;
kısmet düneymiş...
Hamit, keşke köşede bağlanmasa diyorduk;
onun kısmeti de dün ikinci yarıdaymış...
Henüz ilk yarılarda iyi oynadığımız maç olmadı.
Belki, çeyrek finalden sonra onu da başarırız...
Kayıplarımız çok Hırvatlara karşı ama,
Şimdilik bunun tadını çıkartalım; doyasıya...
Volkan dahil!