‘’Bir futbolcu Dünya Kupası kazandırabilir mi?‘’
Geçmiş yıllarda oynanan Dünya Kupa’larında olabilirdi ama bugün oynanan futbolda böyle bir şeyin yaşanması olanaklı değildir. Günümüzde oynanan sistematik futbol Messi’nin bile öncülüğüne engel olurken tek başına bir oyuncunun kupa kazandırması geçmişe özgü bir nostalji olarak kalmıştır. Tek başına bir oyuncunun kupa kazandırması söz konusu olduğunda aklımıza ilk gelen Diego Maradona’dır.
Meksika’da oynanan 1986 Dünya Kupası’nda Maradona tek başına kupaya damgasını vuran oyuncu oldu. Maradona’dan sonra hiçbir dünya kupasında onun kadar takımını sırtında taşıyan bir oyuncuya rastlanmadı. İngiltere’nin bütün savunmasını çalımladıktan sonra attığı gol ve kupanın kazanılmasında “Tanrı’nın eli” nitelemesi yaptığı “Maradona dokunuşu” hala belleklerimizdeki tazeliğini korumaktadır. Deyim yerindeyse Maradona’nın ölüsü bile Arjantin’i 1990’da İtalya’da yapılan Dünya Kupası’nda finale taşımıştı. Yaşları 40’ın üzerinde olan futbolseverler Maradona’nın futbol becerilerini çok iyi bilirler.
Ama onların bilmediği hatta bizim kuşağın bile seyretmeye yaşlarının yetmediği, belki de Maradona’dan çok daha büyük, deyim yerindeyse rakiplerini birbirine düğümleyen çalımlar atan Brezilyalı Garrincha çok az bilinmektedir. Futbol tarihçileri 1962’de Şili’de oynanan Dünya Kupası’nı Brezilya’ya kazandıranın Garrincha olduğunu yazar.
Yerli(Kızılderili) kökenli olan Garrincha doğuştan çarpık bacaklıdır. İki bacağı da dizden sola doğru eğiktir. Doğduğu gün bacağındaki çarpıklık görüldüğü halde ailesi öylesine fakirdir ki doktora götüremezler. “Çarpık bacaklı melek” olarak ünlenen Garrincha öylesine doğaçlama futbol oynar ve üç, dört rakibin arasından öylesine becerili çalımlar atarak çıkar ki “taktikler herkes içindir, ama onun için geçerli değildir” düşüncesi onun olağanüstü kişisel becerisinde anlam bulur.
1962’de oynanan kupanın çeyrek finalinde İngiltere’ye iki, yarı finalde ise Şili’ye yine iki gol atar. Ancak Şili maçında rakibine bilerek çelme taktığı için oyun dışı kalır. Kararı veren yardımcı hakem ertesi gün başına bir iş gelmesin diye Şili’yi terk eder. Peru Cumhurbaşkanı bile Garrincha’yı oyundan atan Perulu hakemi arayarak raporunda onun için ağır şeyler yazmamasını istemiş ve bu sayede final maçına çıkabilmişti.
Final maçını 39 derece ateşle oynamış ve takımının kupayı kazanmasında büyük pay sahibi olmuştur. Pele’nin ikinci maçta sakatlanarak kupada başka maç oynamadığı 1962 Dünya Kupası’nın yıldızı da, kupayı ülkesine kazandıran da Garincha’ydı. Ayağına topu aldığı zaman durdurmanın mümkün olmadığı futbolun bu doğal virtüözü ne yazık ki yoksulluk ve yoksunluk içinde hayata veda etmiştir. Pele kazanmanın sembolüydü, Garrincha ise oyunu oyun için oynamanın. O günlerde Brezilya kazananların değil, eğlenceyi sevenlerin ülkesiydi…
‘’Dramatik iki Dünya Kupası‘’
Dünya Kupası’nı, güzel oyun futbolun güzellik yarışması olarak değerlendirir üstat Halit Kıvanç. İlk güzellik yarışması, bugün bizim coğrafyamızda bulunan Kaz Dağları’nda, Antik çağda yapılmış, futbolun güzellik yarışması da 1930’da Uruguay’da düzenlenmiş. 1924 Paris ve 1928 Helsinki olimpiyatlarında altın madalya alan Uruguay futbol takımı ilk Dünya Kupası’na bu başarılardan dolayı ev sahipliği yapmış, ilk kupanın da şampiyonu olmuş.
Dünyanın her ikliminde futbol büyük bir tutkudur. Ancak bu tutkunun boyutları hiçbir yerde Brezilya kadar coşkulu ve dramatik sonuçlar için neden değil. Brezilyalı Nelson Rodrigues, 1950’de Dünya Kupası’nı kaybeden Brezilya için şöyle demiştir: “Her yerde yaşanan ulusal felaketler var. Örneğin Hiroşima. Bizim ulusal felaketimiz de 1950 yılında Uruguay karşısında aldığımız yenilgidir”.
16 Temmuz 1950’de oynanan ve Uruguay’ın Rio’da 2-1 kazandığı maçın etkileri bugüne kadar gelmiştir. Bugün bile bazı futbol tutkunları 16 Temmuz günü sabit telefonlarını fişten çekiyor, o günü anımsamamak için.
Maracana Stadı, Rio de Jeneiro’da tasarlanmış en görkemli yapılardan biri olarak kabul ediliyor. Dünya Kupası finalinin oynanması ve Brezilya’nın şampiyon olacağı düşünülerek hem cüretkar hem de insanı coşkulandıran bir yapı olarak tasarlanmış. 16 Temmuz 1950’deki finali 173.750 biletli seyirci izledi. Stadyumda bulunan hiç kimse Brezilya’nın kaybedeceğine inanmıyordu. Maç öncesinde Eyalet Valisi Angelo Mendes de Moraes oyunculara hitaben şöyle sesleniyor: “Siz Brezilyalılar, sizi turnuvanın galibi olarak görüyorum. Çok değil birkaç saat içinde milyonlarca vatandaşınız sizin şampiyonluğunuzu kutluyor olacak. Yarımkürede bir eşiniz yok… Ben sizi şimdiden fatihler olarak selamlıyorum.”
Kaybedilen finalden sonra Brezilya’da tam bir dram yaşanıyor. Bu dramatik durumun izleri uzun yıllar unutulamıyor. Kaybedilen finalden 20 yıl sonra final maçının kalecisi Barbosa ile bir mağazada karşılaşan kadının oğluna onu göstererek “Bak, bu bütün Brezilya’yı ağlatan adamdır” dediği anlatılır. Barbosa 2000 yılında ölümünden kısa bir süre önce ”Brezilya’da en fazla hapis cezası otuz yıl ama ben elli yıla mahkum edildim.”demiştir.
***
1974 Dünya Kupası TRT tarafından canlı yayınlanan ve bizim kuşağın izlediği ilk şampiyonadır. Hepimiz Hollanda ve Cruyff hayranıydık. O Hollanda takımının hiçbir maçı kaybetmeyeceğine inanırdık. Grup maçlarından sonra ileriki turlarda Hollanda, Arjantin’i 4-0, yarı finalde ise Brezilya ile adeta alay edercesine bir futbol oynayıp sambacıları 2-0 yendikleri maçları nefesimizi tutarak izlemiştik. Finali Almanya ile oynayacaklardı. İki takımın iskeletini de altışar oyuncuyla Bayern Münih(Beckenbauer, Breitner, Uli Hoeness, Meier, Gerd Müller, Schwarzenbeck) ve Ajax(Cruyff, Haan, Krol, Neeskens, Rep, Suurbier) oluşturuyordu. Finalden iki yıl önce Bayern Münih ile Ajax Münih’te bir hazırlık maçı oynamışlar, Ajax 5-0 yenmişti.
Her şey, her türlü veri Hollanda’dan yana olmasına karşın futbol yine yapacağını yapmış ve Hollanda 1-0 öne geçtiği maçı 2-1 kaybetmişti. Total futbolun öncüleri yenilmişti. Sadece Hollandalılar değil biz de dahil tüm Hollanda gönüllüleri düş kırıklığına uğramıştık. Ancak “tüm futbol hayatım savunmaların nasıl açık vereceğini gözlemekle geçti” diyen olağanüstü bir golcüye sahipti Almanlar. Bayern Münih formasıyla 628 maçta 365, 62 milli maçta da 68 gol gibi inanılmaz bir istatistiğe sahip olan Gerd Müller. Müller iki Dünya Kupası’nda 14 gol attı. Pele ise 4 kupada sadece 10 gol atabildi.
‘’Futbol iki başlılığı kaldırmaz‘’
Fenerbahçe yönetiminin Fransız futbol adamı Damien Comolli ile anlaşma yapmasından sonra futbolun patronunun kim olacağı konusundaki belirsizlik sürüyor. Bir yandan Comolli’nin futbolun tek yetkilisi olacağı, teknik direktörü bile onun belirleyeceği söylenirken öte yandan teknik konularda tavsiyeden öteye gitmeyeceği izlenimi veriliyor. Bu nedenle hem futbol kamuoyunun hem de medya mensuplarının kafası karışmış durumda. Görevler tam olarak netleşmediği için ortada iki başlılık durumu var gibi görünüyor.
Türkiye gibi henüz futbolunu yapılandıramamış ve bu yüzden UEFA büyük kulüplerimizin üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi dururken, teknik konularda belirsizlik aşılmadan kulüpte yeniden yapılanmaya gidilemez. Daha önce İtalyan sportif direktör getiren ve onu kamuoyuna “futbol sihirbazı” olarak sunulmasına karşın, kısa bir süre sonra ülkesine gönderilen Giuliano Terraneo’ya, Fenerbahçe bugün bile tazminat ödemeye devam ediyor.
Comolli teknik direktörün kim olacağına karar verecek yetki ile Fenerbahçe ile anlaşma yaptıysa hiç tartışmasız teknik konularda tek yetkili odur. Bunun adı İngiliz modeli menajerlik sistemidir. Adına Sportif Direktör demek unvanı süslemekten başka bir anlam taşımıyor. Bu modelin Türkiye’de uygulanabilirliği yoktur. Bilgisini ve görgüsüne güvenen hiçbir Türk teknik direktör Comolli’nin altında çalışmaz. Örneğin Fatih Terim, Şenol Güneş, Ersun Yanal ya da Aykut Kocaman bu tür bir organizasyonun içinde olmazlar. Ancak Comolli yönetimin saha içinde ya da kenarındaki temsilcisi olarak, teknik adamdan bilgi alıp yönetime sunacaksa Kocaman ya da Ersun Yanal teknik direktör olabilir.
Comolli’nin teknik konularda tek sorumlu olacağı bir yapıda yerli hoca verimli olmaz. Bu durumda yabancıdan başka seçenek kalmıyor. Çünkü yabancı teknik adamlar daha profesyoneldir, futbolda duygusal dalgalanma yaşamazlar, kazanacakları vergisi düşük para daha öncelikli olabilir. Fenerbahçe’nin öz dinamiklerini bilmedikleri için yapılanma uzun sürecek ve sonuçları sıkıntı yaratacaktır.
Yeni başkan Ali Koç’un felsefe değişikliği ile yola çıkması da her yana çekilebilir. Çünkü felsefe ve değişim ucu açık konulardır. Antik Çağ’dan bu yana felsefi tartışmalar sürüyor ama insanlık bugün bile bu konularda fikir birliğine varamamıştır. Fenerbahçe’de sonuç alamazsanız felsefe değişikliğine ilişkin düşünceleriniz, düşüncede kalır, uygulamaya fırsatınız olmaz. Sonuç almak için de en iyi yol Kocaman’ın öncülüğünde Comolli ile birlikte çalışmaktır. İki yabancı ile yola çıkmak ise Nasrettin Hoca’nın gölü mayalamasına benzeyecek…
‘’Comolli neyi değiştirecek?‘’
Fenerbahçe’nin yeni başkanı Ali Koç’un, Koç ailesinin bir üyesi, dolayısıyla herkesin saygı duyacağı bir kişilik olması tartışılmaz. Kongre öncesi ve sonrasında yaptığı konuşmalar, ortaya koyduğu tavır, özellikle Aziz Yıldırım’a karşı sempatik, samimi söylemleri, Fenerbahçe’deki olumlu değişim rüzgarının ilk esintileriydi. Benim, Ali Koç’a özel sempatimin altında ise rahmetli Ağabeyi Mustafa Koç’u tanımak vardır. Biz Anadoluhisarı’ndaki akademinin ilk öğrencileri olduğumuz yıllarda Mustafa Koç 15-16 yaşlarında bir delikanlıydı. Hepimizden daha çok halk çocuğu ve deyim yerindeyse hepimizden daha çok sokak çocuğuydu. O bizim Mustafa’mızdı. O günleri düşündükçe bugün bile anlamakta zorlanıyorum; Türkiye’nin en zengin ailesinin çocuğu nasıl bu kadar alçak gönüllü olabilirdi?
Bizim Mustafa’mızın küçük kardeşi de “bizim Ali’miz” gibi duruyor. Kongrenin üzerinden bir hafta geçti, Ali Koçu televizyonlardan izliyor, demeçlerini gazetelerden okuyorum. Herkese, her kesime, her rakibe saygı duyan yaklaşımı ile farklı bir başkan olacağı açık. Fenerbahçe’ye büyük yıldızlar almaktansa büyük futbolcular yetiştiren bir felsefenin yerleşmesi için uğraş vereceğini açıklaması ise benim Türk futbolu için hayal ettiğim yaklaşımın ta kendisi.
Fenerbahçe’deki futbol felsefesi ve futbola bakış açısı nasıl değişecek ve bu değişim Comolli ile başarılabilir mi? “Felsefe” ve “değişim” son derece gizemli sözcükler. Ali Koç’un felsefe değişimi için attığı ilk adım Fransız futbol adamı mıdır? Diyalektik felsefenin en temel yaklaşımlarından biri şudur: “Önemli olan suyun gücü değil, dalgaların sürekliliğidir”. Fenerbahçe’de Ali Koç’un gücünün değil, kuracağı ekibin dokunuşları ile sağlanacak sürekliliğin değişimi sağlayacağı başkanın ilk söylemlerini özetidir zaten.
Ancak başlangıçta yapılan hataların kelebek etkisi yarattığını Ali Koç çok iyi biliyordur. Comolli başlangıcı ne kadar doğrudur ve Fransız sportif direktörün bir “kaşif” olarak Fenerbahçe’ye sunulması abartılı değil midir? Fransız futbolcu Henry’nin onun tarafından keşfedilmediği bu soruları sormamın nedenidir. Çünkü Henry, Ernst Jackie’nin kurduğu futbol okullarından yetişti. Henry, Arsenal’a gittiğinde zaten bir dünya yıldızıydı, 1998’de Dünya şampiyonu olan Fransa’nın en önemli oyuncusuydu. 50 yaşındaki Comolli’nin yaşının o tarihlerde keşif yapabilecek düzeyde olmayacağı kanısındayım. Büyük olasılıkla yetişmiş Henry’nin Arsenal’a transfer olmasında yardımları olmuştur.
Futbolda takım seçimi çok önemlidir. Zaten Comolli’de bunu inkar etmiyor “gelenekleri olan takımlarda çalışmanın” öneminden söz ediyor. Arsenal, Tottenham ve Liverpool bizim futbol oynadığımız yıllarda İngiltere’nin en köklü takımlarıydı. Bir de Manchester City vardı. Manchester United bile bu takımların düzeyinde değildi. Bildiğim kadarıyla hep ekonomik olarak güçlü takımlarda çalışmış. Alt liglerde bir takımda görev yapmamış. St. Etienne’in ekonomisi kötüye gidince de kulüpten hemen ayrılmış. Fenerbahçe’de gelenekleri olan bir takımdır ve her dönemde ekonomik gücü vardır. Comolli’yi buraya çeken “Koç ekonomisi” olmasın…
‘’Galatasaray Gomis'i satmalı mı?‘’
Transfer sezonunun resmen açılmasına iki gün kala bütün takımlarımızı etkilemiş olan tasarruf ya da küçülme eğilimi doğrultusunda oyuncu almanın yolu, iyi bir edere satılacak oyuncularla da bağlantılıdır. Özellikle de Galatasaray’da ekonomik eşiğin aşılması Rodrigues ve Gomis’den birinin satılmasına bağlanıyor.
Kişisel düşüncem Gomis’in satılmasından yanadır. Gomis’in genel performansına bakıldığı zaman ligde attığı 29 gol olağanüstüdür. Bu kadar gol, bırakın Türkiye Süper Ligi’ni mahalle arasında atmak bile zordur. Bu noktada Gomis’in ve Galatasaraylı oyuncuların rakip kale önünde ona yaptıkları yardımların hakkını teslim etmeliyiz. Ancak Gomis’in geride bıraktığımız sezon tutturduğu gol ortalaması çok yüksektir. Bizim ligimizde 20 gol ortalaması bile yüksek sayılırken otuza yakın gol atmak gelecekteki beklentileri de yükseltecek, rakiplerin önlemleri de golcünün üzerinde baskı yaratacaktır.
Fransız santrforun attığı gollerin büyük çoğunluğu, kendi becerisinden daha çok takım arkadaşlarının hazırladıkları oyun planının bir ürünüydü. Gollerin epey bir kısmı tek vuruşlarla neredeyse boş kaleye atıldı. Zorluk derecesi yüksek maçlarda ise pek ortalıkta görünmedi Gomis. Bu bağlamda önümüzdeki sezon aynı başarıyı göstermesi zordan da öte olanaksız gibidir. Örneğin, Galatasaray Avrupa Kupası’ndan daha birinci turda elenmesiydi Gomis bu denli çok gol atabilir miydi? Ya da önümüzdeki sezon oynanacak zorlu Şampiyonlar Ligi maçlarında Gomis’in performansı hangi boyutlarda olacak?
Bütün bu olasılıklar göz önüne alındığında, Galatasaray’ın ekonomik açıdan yol alması için Gomis’i satmayı çok ciddi şekilde düşünmelidir. Futbolcu performansı açısından şu anda kadrodaki en büyük değer olan Gomis, bir yıl daha Galatasaray’da oynadıktan sonra, bütün sezon boyunca 20 gol sınırına ulaşamaması olasılığı vardır. Bu durumda Gomis’in ederi ne olur, düşünmekte yarar var?
‘’Lucescu'nun işi çok zor‘’
Ulusal takım bu geçiş dönemindeki son hazırlık maçını da Rusya ile oynadı. İran ve Tunus’a göre biraz daha fizik gücü yüksek olan Rusların önde yaptıkları baskı özellikle tandemde yaşadığımız sorunları ortaya çıkardı. Cenk Tosun’un Tunus karşılaşmasında kırmızı kart görmesiyle santrforsuz oynamak zorunda kalınması nedeniyle atak planlarını orta sahadan adam kaçırmak üzerine kuran ve beraberlik golünü bu uygulama sonucu atan Milli takımın en güvenilir savunma oyuncusu olarak düşünülen Çağlar Söyüncü üzerinden hatalar yaşaması aslında tandem oyununun zorluğuyla ilişkiliydi
.
Bilindiği gibi epey bir zamandır liberolu sistemden, çift stoperli oyuna(tandem) geçiş yapıldığından başlamak üzere, başarılı olan her takımın kazanımları “tandemdeki uyum” üzerinden değerlendirildi. Bir İngiliz deyimi olan ve “ arka arkaya koşulan iki at” anlamına gelen tandem, futbolda tek bir oyuncu gibi hareket edebilen, birbirinin kusurlarını kapatan, biri zayıf düştüğünde diğerinin güç gösterisi yaptığı bir yapıyı anlatır. Bu anlamda tandemi oluşturmak hem takımların hem de teknik adamların karşılaşacakları en önemli sorunların başında gelir.
Yeni oluşturulan bir takımın tandeminde görülen kusurları olgunlukla karşılamak gerekir. Çağlar Söyüncü genç ve geleceği olan bir oyuncu. Ruslara karşı ilk yarıda Okay Yokuşlu, ikinci yarıda ise Kaan Ayhan ile birlikte oynadı. Tandemin asıl yükünü çeken oyuncu olduğundan dolayı da hatalar yaptı. Türkiye’de onca yabancı futbolcu transferine karşın büyük takımların bile tandemdeki uyumu sağlayamadığı ve bu nedenle zaman zaman Mehmet Topal’ın hem Fenerbahçe’de hem de Ulusal takımda tandemin bir ayağında görevlendirildiği göz önüne alınırsa, savunmanın ortası ülkemiz futbolunun genel sorunu olarak kabul edilebilir.
Bu bağlamda Lucescu’nun işi bir hayli zordur. Savunmasını organize edemeyen, tandemdeki uyumsuzluğu gideremeyen yeni oluşturulan bir ekibin ataklarda planlı hareket etmesi zordur. Avrupa Uluslar Ligi’ne üç aylık bir zaman var. Rusya ile oynayacağımız ilk resmi maç da sezon başına denk geliyor. Sezon başında takımlarımızın genel form durumundaki düşük seviye de Rusya karşılaşmasını zorlaştıracaktır. Bir yandan yenilenen öte yandan da yar4ışmak zorunda olan bir takımın beklenmedik sonuçlar alacağına kendimizi alıştırmalıyız.
‘’Aziz Yıldırım ile anılara yolculuk...‘’
Aziz Bey’i tanıdığımda, spor basınında onun adını bile bilen yoktu. 1990’lı yılların başıydı ve Fenerbahçeli eski futbolcular haftada iki gün Dereağzı’nda halı saha maçları yapıyorlardı. O günlerde tutkulu bir Fenerbahçe taraftarı olan Aziz Yıldırım bu maçları organize eder, kendisi de oynardı. Ben de Spor Akademilileri Derneği başkanıydım. Derneğin bir etkinliği için rahmetli Yılmaz Yücetürk’den yardım istemiştim. Yılmaz Hocam, o maçların biri oynanırken Dereağzı’na çağırıp Aziz Yıldırım ile tanıştırdı beni. Çok geçmeden önce futbol şubesi sorumlusu arkasından da Fenerbahçe başkanlığına seçildi. 20 yıl önce Vefa Küçük’ü bir oyla geçip başkanlığa ulaştıktan sonra basına yansıyan fotoğrafı hiç gözümün önünden gitmedi.
Aziz Yıldırım, Fenerbahçe Başkanlığı’na seçildikten bir yıl sonra Fanatik gazetesinde yazmaya başladım. 10 yıl boyunca saygıya dayalı bir ilişkimiz oldu. Hiç beklenmedik anlarda beni arar o günkü yazım üzerine görüşlerini bildirirdi. Bir gün, Fenerbahçe’yi takip eden muhabirleri toplayıp Fanatik’te yayımlanan yazılarımı örnek göstermesini Cüneyt Karakaya bana iletti.
İlk zamanlar basın mensupları ile yöneticiler Fenerbahçe Stadı’nın protokol kapısından girerlerdi. Aziz Bey ile sık sık karşılaşırdık. Bazen boynuma sarılır, bazen ceketini ilikleyerek “Metin Bey nasılsınız?” diyerek resmi bir tavır takınır bazen de göz göze gelmemize karşın ilgilenmeden geçip giderdi. Son hali takıma ilişkin bir şeylere sinirlendiğinin göstergesi olmalıydı.
2006 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’ne davet ettim. Fenerbahçeli Rektör Prof.Dr. Faruk Karadoğan’ın odasına çıktığımızda ilk işi Kampus’u incelemek oldu. “Kampus tahminen 250 hektar civarında olmalı” dedi. Gerçekten de kampus alanı söylediği kadardı. İTÜ Ayazağa Yerleşkesi’ndeki Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde konuşmasını yaptığı sırada, Galatasaray’ın Avrupa şampiyonluğunun rastlantı olduğunu söyledi. Fenerbahçe’yi Mustafa Denizli değil kendisinin şampiyon yaptığını da İTÜ’de söyledi. O gün bir İTÜ öğrencisi kendisini çok ağır bir şekilde eleştirdi. Galatasaray taraftarı olduğunu söyleyen öğrencimize verdiği yanıt tarihidir: “Burası üniversite. Bura aklın ve düşüncenin özgürleştiği yerdir. Eleştirilerinizin hiçbirine katılmıyorum, ama düşüncelerinize sonuna kadar saygılıyım”.
Aziz Yıldırım 20 yıl Fenerbahçe başkanlığı yaptıktan sonra görevini genel kurulun tercihi sonucunda Ali Koç’a devretti. Yeni başkanın Aziz Bey’i hak ettiği bir şekilde onurlandırmasının üzerine söylenecek söz yok! Ancak şunun altını bir kez daha çizmek gerekiyor: Bir gün, büyük kulüplerin salt futbol kulübü olmadıkları herkes tarafından anlaşılırsa, bir daha Aziz Yıldırım kadar başarılı bir başkanın zor geleceği de anlaşılır olacaktır. Aziz Bey, Fenerbahçe tarihinin en kritik kavşağında görev yapmış saygı ile anılması gereken bir başkandır.
‘’Küçük gibi görünen büyük hatalar‘’
1960’lı yıllarda Ulusal takımımız için “averaj takımı” olarak kabul edilen İran, Tunus, Mısır gibi ülkeler Rusya’da yapılacak Dünya Kupası finallerine hazırlanırken, biz yeni bir takım kurup gelecek büyük turnuvalar için umudun peşinde koşuyoruz. Gerçi bizim genç ve kaliteli futbolculardan oluşturmaya çalıştığımız Ulusal takımın futbol değerlerini test edebilmek için İran ve Tunus’un ne kadar ölçü olabileceği konusunda kuşkularımız var, ama sezon bitiminde oynanan hazırlık maçlarının zorluğu göz önüne alındığında milli takım oyuncularının kusurlarının hafifletici nedenleri olabilir.
Gene de, küçük gibi görünen hataların futbol takımlarının başına ne büyük işler açtığının altını çizmek gerekiyor. Bu küçük şeyler konusunda Lucescu ne düşünüyor acaba? Örneğin, Rumen teknik adam Tunus maçından sonra Cenk Tosun, Cengiz Ünder ve Mahmut Tokdemir’i karşısına alıp yaptığı hataları anlattı mı, ya da Rusya maçından önce anlatacak mı?
Cenk Tosun’dan başlayalım. Ulusal takımımızın kaptanı, Türk futbolunun kültürel değerlerini İngilter’de oynayarak dünyaya tanıtmak öz görevi ile hareket eden bir oyuncu tribündeki basit bir itişme yüzünden kırmızı kart göremez. Cengiz Ünder, rakibin attığı ilk golde kafası ya da ayağı ile uzaklaştırması muhtemel olan bir topu göğsüyle kontrol etmeye çalışınca golü yedik. Maçın en iyi oyuncusu bu denli basit bir hata yapmamalı. Kendi ceza yayı üzerinde topla buluşan bir oyuncunun ilk görevi, gerekirse en ilkel biçimde topu tehlike bölgesinden uzaklaştırmaktır. Cengiz bunu yapmayınca golü yedik.
Yediğimiz ikinci golde ise ters kademeye giden Hasan Ali Kaldırım’ın yerini, doğru bir davranışla doldurmak isteyen Mahmut Tokdemir yüksekten gelen bir topu kafa ile taca ya da taç çizgisine doğru göndermesi gerekirken ceza yayının üzerine doğru vurdu. Oradaki karmaşa içinde rakip adeta topu dürterek gol attı. Kalecilere ve savunma yapmak durumunda kalan oyunculara henüz futbol eğitimi aldıkları yıllarda şu gerçek öğretilir: Topu uzaklaştırırken ceza yayı üzerine doğru değil, ceza sahasının köşelerine doğru vurun. Bu durumda topu rakip de alsa kaleyi karşıdan göremeyeceklerdir. Eğer ceza sahasının köşesine doğru topu uzaklaştırırsanız, rakip topu alsa da kaleyi görmek için uğraşırken savunma toparlanır.
Görüldüğü gibi yapılması gerekengayet basit, ama futbolda basiti yapmak zor... Neden zor? Çünkü biz gösterişli işler yapmaya bayılırız! Bir Alman dünyanın en büyük futbolcusu olsa da, futboldaki küçük hataların baş belası sonuçlar doğuracağını bilir. Bu bilgi onu basit oynamaya yöneltir. Milli takım yenilenirken bu basit hataları gidermenin yolları da bulunmalıdır.