‘’En az yüzde kırktır!‘’
Pereira sezonun büyük bölümünde Alper’i ve van Persie’yi yetersiz, Diego’yu da vazgeçilmez saydı. Markoviç sakatlanana kadar Volkan Şen de “kesik” yedi çoğunlukla. Bu dönem boyunca müthiş bir efor harcamasına ve çok kaliteli gol ayaklarına rağmen pozisyon ve gol kısırlığı tavan yaptığı için de sevenlerini fıtık eden oyunlar sergiledi Fenerbahçe onlarca kez.
Portekizli hocanın kaybetme korkusu oyuncularına da sirayet edince Kadıköy’de bile zar zor pozisyona girdi, daha çok da duran toplardan olmak üzere 1-0 öne geçtiğinde de zamana oynadı kaç maç Sarı Kanarya.
Ama ikinci yarıdaki Galatasaray maçından başlamak üzere Alper ile Volkan Şen’i aynı anda sahaya sürüp Nani’ye de Diego’nun görevini verince Vitor Pereira, Fenerbahçe iki-üç sınıf birden atladı deyim yerindeyse. O pozisyon ve gol fakiri takım, pozisyon vermeden maç başına 3-4 gol atmaya başladı, kaçırdıkları da çuvalları buldu resmen. Yani, Alpersiz Fenerbahçe’nin iki-üç ayda attığı golü Alperli haliyle üç-dört maçta atmaya başladı önceleri ıslıklanan o kadro ve bu kez pozisyon ve gol bereketinin öbür adı olmaya başladı adeta.
Çünkü “kusur” kadroda değildi. Aksine 103 gollük sezonu egale edecek kaliteye sahipti en hafifinden Süper Lig’in bu en kaliteli topluluğu.
İşte bütün bunlar da bir teknik direktörün takımına katkısının boyut ve önemine işaret ediyor.
Çok kişi hocanın takım üzerindeki etkisinin yüzde on-on beşle sınırlı olduğunu sanıyor, söylüyor ülkemizde. Oysa bu satırların yazarı yıllar önce bu oranın en az yüzde kırk olduğunu iddia etmiştir.
Hele teknik direktörün görüş ve önerileriyle kadro şekillenmişse bu oran yüzde kırkı bile zorlar totalde.
Aslına bakarsanız çok kaliteli kadroların başaramadığını ortalama kadroların başarmasının altında yatan ana faktör tam da budur işte, teknik direktör katkısının boyutu ve önemi sanıldığının çok üstündedir aslında.
‘’İkisi de hak ediyor!‘’
Bu kaçıncı maç Avni Aker’de yarım kalan, sayısını unuttum ben. Ancak eğri oturup doğru konuşalım, bir kara leke gibi alnımızda beleren bu utancın asıl sorumlusu olarak sahaya fütursuzca dalan ve çizgi hakemi Volkan Bayarslan’ı darp eden o holiganı mı göreceğiz? Misal, Çağatay Şahan’ın rehin tutulması emrini veren Trabzonspor’un eski başkanı “hukuk devleti”nin gereği olan bir yaptırımla karşılaştı mı? Ya da aradan bir yılı aşkın süre geçmesine karşın, Fenerbahçe’nin otobüsüne yapılan katliam amaçlı saldırının failleri bulundu mu? Yani yapanın yanına yaptığı kar kalan bir ülke olduğumuz yargısı yerleşik hale gelmese, o genç adam (Trabzonspor’un net penaltısı verilmese bile) öyle pervasızca sahaya biraz zor atlardı. Offf, of.
Neyse, biz güzellikleri öne çıkaralım, onlarla teselli bulmaya çalışalım.
Kaybedene yazık olacak, ikisi de hak ediyor şampiyonluğu zira. Ama yapılacak bir şey yok, bu işin doğası böyle.
Samimiyetle belirteyim ki, bu sezon adına Beşiktaş’ın şampiyonluğu Fenerbahçe’ninkine oranla beni biraz daha mutlu eder. Çünkü sezon adına en güzel futbolu oynadılar, temaşaya duyduğumuz özlemi hafiflettiler nispeten.
Kara Kartal’ın şampiyonluğuna böyle yaklaşmamın başka nedenleri de var tabii. Şüphesiz, her takımımız haksızlığa uğramıştır, ama hiçbiri Beşiktaş kadar yara almamıştır haksızlık konusunda büyük olasılıkla. Adeta yıllarca futbolumuzun Küba’sı oldu deyim yerindeyse Beşiktaş.
Peki, ligin boyu hepten kısalmışken ipi kim göğüsleyecek, acaba? Doğrusu, çok çalışkan bir öğrenci olsanız bile kolay cevaplandırılacak bir soru değil bu. Tamam, Beşiktaş 3 puanlık avantajla son dört haftaya giriyor. Ama rakip gol pozisyonu yaratmıyorken dahi ne yapıp edip gol yiyor siyah beyazlılar. Savunması baraka gibi, bir üfürükle dağılıyor neredeyse.
Oysa Fenerbahçe “taş gibi” bir savunmaya sahip. Üstelik Diego ve çift 6 numara ısrarından vazgeçince Pereira, artık gol bulmakta da zorlamıyor Fenerbahçe.
İşin özeti zorlu yarışta başka faktörler de etkili olacaktır hiç şüphesiz. Misal, stresle baş edebilen, baskıyı göğüsleyebilen, olası sıkıntılarda dağılmadan ayakta durabilen bu “sinir savaşı”nı kazanacaktır büyük olasılıkla. Tabii bütün bunlara tecrübe ve teknik direktörlerin liderlik üslubunu ilave etmeyi de unutmayalım.
‘’“HOCA” DEDİĞİN!‘’
Samimi insan Pereira. Aidiyet duygusu da güçlü, amenna. Ama en azından şu haliyle, Fenerbahçe’nin beklentilerine cevap verecek hoca değil ne yazık ki.
Ozan’dan Caner’e, Alper’den Nani’ye, Van Persie’den Fernandao’ya kadar aklınıza kim geliyorsa Pereira’yla geri gitti bu sezon maalesef.
Portekizli teknik direktör sadece dayatıyor. İkna kabiliyeti yok. Futbolcuya “Sen şurada şöyle oynayacaksın.” demekle iş bitmiyor. Söylediklerine, istediklerine futbolcu da inanacak, yani ikna edeceksin ki beklediğin performansa ulaşsın oyuncun. Çünkü performansın düzeyi asla psikolojiden bağımsız değildir.
Yıllar önce Fenerbahçe’yi çalıştırdığı kısa dönemde söyleşi yaptığım Zeman, “karaktersiz” demişti Sergen için. Gerekçesi de takımın ihtiyaç duyduğu maçlarda yıldız oyuncunun kayıplara karışmasıydı.
Ama aynı Sergen’den maksimum verim almıştı Mircea Lucescu bildiğiniz gibi. Neden, çünkü Sergen’i ikna ederek oynatıyordu Rumen hoca.
Zaten hoca dediğin oyuncusundan nasıl, nerede en üst düzey verim alacağını keşfeder. Ali Gültiken, Gordon Milne’den önce sağ bek oynuyordu Beşiktaş’ta. Ama İngiliz teknik adam ondan saygın bir forvet oyuncusu yarattı ve yıllarca Metin ve Feyyaz’la birlikte Kara Kartal’ın gol ayağı oldu.
Keza Raşit Çetiner, Kocaelispor’da santrafordu ve Fenerbahçe’ye de 9 numara olarak transfer olmuştu. Ama Özkan Sümer bu Raşit Çetiner’den milli takım formasını da giyecek bir stoper yaratmıştı Galatasaray’ı çalıştırdığı dönemde.
Özet olarak söylemek gerekirse, futbolcu robot değildir. Egosu şişkindir ayrıca “topçu milleti”nin. O nedenle, dayatmaktan ziyade ikna etmeyi tercih etmeli teknik direktörler.
Aksi halde yeteneği ve kapasiteyi inkara dönüşür resmen futbolcunuzun performansı ve siz de şaşar kalırsınız öylece. Bunun en canlı örneği de Pereira’lı Fenerbahçe’nin Türkiye standardının üstündeki kadrosunun ortaya koyduğu tablodur herhalde.
‘’"Taktik" deyip, geçmeyin!‘’
Peki, taktiği kim belirliyor? Elbette teknik direktör.
O halde “taktik” nedir, önemi ne boyuttadır, gelin biraz kafa yoralım. Futbolda taktik; koşulları değerlendirmek, gerekli olan sonucu elde etmek için doğru planlama ile aklı yan yana getirmektir.
Bütün bunların açılımı da şudur: Bir teknik direktör rakibinin özelliklerini göz önüne alarak organize edecek ekibini. Yetmez, kendi takımını da enikonu tartıp ona göre bir oyun şekli planlayacak.
Bütün bunlar da tıpkı performans gibi taktiğin de hem psikolojik, hem zihinsel bir kavram ve hocanın vizyonunun başarmak için ne denli önemli olduğu gerçeğine götürüyor bizi.
Yani “Hangi rakibe karşı neler yapabilirim, o rakibe karşı üstün ve zayıf yanlarım nelerdir?” Ya da “Ne yaparsam artılarımı öne çıkarır, ne yapmazsam rakibin artılarını nötr hale getirebilirim?” sorularıyla şekillenir taktik.
Tabii en önemlisi de rakip teknik direktörün hamlelerini, tercihlerini doğru bir analizle lehine çevirecek hamle ve tercihlerde bulunacak adımlar atacak teknik direktörler.
Bunun en yakın ve canlı örneği Sayın Aykut Kocaman’dan geldi, geçtiğimiz cumartesi akşamı Konya’da.
Maç 1-1 giderken Pereira rakip takımın en büyük baş belası Volkan Şen’i oyundan alır almaz, Aykut Hoca müthiş hamlesini yapıyor. Önce forvete taze güç adına Volkan Fındıklı’nın yerine Bajic’i alıyor, yetmiyor inisiyatifi hepten ele almak için Traore’yi de sahaya sürerek taktiğin ne kadar önemli olduğunu ispatlıyor.
Sonuç; Sevgili Serkan Akcan’ın deyimiyle “Pereira’yı taktiksel anlamda paramparça ederek” maçı da kazanıyor, Sayın Aykut Kocaman.
‘’GÜNEŞ Mİ, PEREİRA MI?‘’
Son viraja girdi artık şampiyonluk yarışı. Büyük olasılıkla bundan böyle teknik direktörler son sözü söyleyecektir. Tercihleri, tavırları, hatta form durumlarıyla bir tık öne geçenin ekibi ipi göğüsleyecektir.
Şenol Güneş’in en büyük handikabı “final”deki fobisi olarak karşımızda duruyor. Nitekim, o sınıfa koyabileceğimiz Kasımpaşa maçında da olumsuzluklar ön plana çıktı Sayın Güneş adına.
Öncelikle bir stoper olarak La Liga’dan gelmiş Alexis dururken, orta sahadan devşirme bir stoper olan Necip’i tercih etti böyle bir maçta. Bu da sorunlu olan takım savunmasını hepten problemli hale getirdi.
Keza Gökhan Töre sakat, Quaresma da cezalıyken, Kerim Frei’ı sadece ilk 45’te oyunda tuttu. Oysa defansif problemlerini minimum düzeye çekmiş takımlarımızın başında geliyor Kasımpaşa. Yani bu tür takımlara karşı Kerim Frei gibi futbolcular olmazsa olmazlardan oluyor kaçınılmaz olarak. Bu yüzden de Gomez her halde topla en az buluştuğu maçını yaşadı ve pas tuttu deyim yerindeyse Kasımpaşa maçında. Tabii, fatura da ağır oldu ve büyük bir avantajı kaçırdı hocanın tercihleriyle Kartal.
Pereira da galiba aşık atıyor Sayın Güneş’le. Türkiye’nin en kaliteli kadrosu gol sorunu yaşıyorsa ortada büyük bir çelişki, hatta yanlış var demektir. Fenerbahçe’nin savunmadaki başarısında Mehmet Topal-Kjær uyumunu görmezden gelip kimi övgüye boğuyorsak, ofansif sorunun ayları bulmasının sorumlusu olarak da onu göreceğiz doğal olarak. Portekizli teknik direktör çift forvet deniyor, Van Persie ve Fernandao’yu dönüşümlü oynatıyor ama sorunu çözemiyor. Neden? Çünkü sorun golcülerde değil, sorun orta sahadaki üretimsizlikte. Oysa elinde bu sorunu çözecek Alper gibi önemli bir oyuncu var. Direkt kaleye gidebiliyor, adam eksiltebiliyor, pas zamanlamasını ayarlayabiliyor…
Ancak Pereira aşırı derecede muhafazakar davranıyor, sorunu ve çözümünü görmezden gelmekte ayak diretiyor.
Açıkçası şampiyonluk mücadelesinde belirleyici role sahip iki teknik adam var karşımızda. Ve bu aşamadan sonra en az hata yapan teknik direktör takımına bayram şöleni yaşatacaktır sezon bitiminde bence. Bakalım Sayın Güneş mi, yoksa Sayın Pereira mı söyleyecek son sözü, doğruyu bularak.
‘’KEŞKE!‘’
Bir futbolcu, hele de bir golcü için maç kondisyonu hayati derecede önemlidir. Adı ve kariyeri ne olursa olsun futbolcunun, bu gerçek değişmez.
Kulübede geçirdiği zaman, sahada yer aldığı süreyi ikiye, üçe katlıyorsa; o oyuncu kaçınılmaz olarak özgüven sorunu yaşar.
Oysa ki, futbolcunun kendisini güçlü hissetmesi ve düşündüklerini sahaya yansıtabilmesi için iki temel şey vardır. Bunlardan birincisi kondisyon, ikincisi de özgüvendir.
Bütün bunları bir kez daha düşünmemin nedeni Cenk Tosun’dur.
Geçen yıl Demba Ba, bu sezon da Gomez gibi iki dünya starının gölgesinde kaldı ve maç kondisyonu problemli hale geldi kaçınılmaz olarak bildiğiniz gibi. Ama bu gerçeğe rağmen, yer aldığı süreyi maksimum düzeyde yararlı hale getiriyor. Hem Beşiktaş hem de Milli Takım’da skor üretiyor, takım oyununa önemli katkı sağlıyor. Saygı duyulacak bir karakter duruyor karşımızda resmen.
Elbette Beşiktaş gibi bir takımda ve “Şenol Güneş Akademisi”nde yer almış olmanın önemli bir şans olduğunu biliyorum. Ama bu bile, Cenk’in maç kondisyonu konusundaki şanssızlığını ortadan kaldırmaz. Yani, keşke Cenk Tosun sürekli forma şansı bulmuş olarak Fransa 2016’da vitrindeki yerini alabilseydi.
Bir “Keşke!” de Fatih Terim’in Volkan Demirel’i “defterden silme” konusundaki tutumu adına dilime dolanıyor.
İki kız evladı olan Sayın Terim, Volkan’ın küçücük kızına edilen hayasızca küfürlere gösterdiği tepkinin insani boyutunu anlayacak deneyim, duyarlılık ve yaşa sahip bir “lider”dir. Dolayısıyla, bir özürle sorunu çözüp, tecrübeli file bekçisini yeniden Ulusal Takım’a kazandırmak yakışır kendisine.
Çünkü “rol model” olan insanların tavırları, dolaylı da olsa toplumu derinden etkiler. Maalesef, empati ve özeleştiriyi çöpe attığımız bir süreçten geçiyoruz ve en küçük nedenlerle köprüleri yakıyoruz artık karşılıklı olarak. Belki özel nedenleri de var ayrılıkların, ama boşanmaların son yıllarda çığ gibi büyümesinin bir nedeni de bu mevcut ruh halimizdir bence.
Oysa tarihimizin hiçbir döneminde bu günkü kadar empatiye ve özeleştiriye ihtiyacımız olmamıştı, bu gerçeğin farkında olmak da öncelikle Fatih Terim gibi insanların yükümlülüğüdür.
‘’Olacak iş mi!‘’
İçi yanıyor insanın. Bunca özveriyle oluşturulan bu kadroyla en kötü ihtimalle UEFA Kupası’nda yarı final oynamalıydı Fenerbahçe.
Elbette adil yönetim adına görev almışken, Sarı Kanarya’nın bu kulvara vedasındaki katkısını yadsımıyorum, sahada ırkçılığı oynayan Hırvat hakemin.
Ancak, Vitor Pereira’nın tavır ve tercihlerinin etkisi de en az Ivan Bebek’in ki kadar taş koymuştur Fenerbahçe’nin Avrupa’daki yoluna. Tıpkı Shakhtar Donetsk maçında yaptığı gibi Braga önünde de takımına gerçek bir liderlik yapacağına tribüne oynadı ve asli görevini unuttu, dolayısıyla başında bulunduğu “ordu”yu “komutan”sız bıraktı maalesef Portekizli teknik direktör.
Yani zor anında takımına sağduyu aşılayacağına, olası krizleri yöneteceğine, art niyetli Hırvat hakemin niyet ve misyonuna figüran oldu tercih ve tavırlarıyla; uyarı almış olmasına rağmen tribüne gönderilmemek için sakinliğini koruyamadı. Misal, Volkan Şen’in yerine Nani’yi tercih etmesi, Ivan Bebek’ten haksız yere sarı kart almış Mehmet Topal’ı hemen oyundan alıp onun yerine Ozan’ı sahaya sürmemesi…
Keza bu sezon gözle görülür bir düşüş yaşayan Caner’in yerine defansif yönü daha kuvvetli olan Hasan Ali’yle başlamaması gibi bir elin parmaklarından fazla hatası var Braga maçında hocanın.
Tabii, insanın içini yakan, ümitlerini örseleyen şeyler bununla da sınırlı değil ne yazık ki. Belki de bin yılda ancak bir ulusa kısmet olacak Mustafa Kemal gibi eşsiz bir lider harcını yoğurmuş bu ülkenin.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” şiarının önemini 1920’li yıllarda dahi ulusuna anlatmaya çalışmış Atatürk’ün ülkesinde 2016 yılında yaşadıklarımıza bakın Tanrı aşkına! Cumhuriyet’in 93. yılında kin ve nefret sarmış dört yanımızı. İnsanlar birbirinin yanından endişeyle geçip gidiyor. Aylardır ocaklara ateş düşüyor, -Galatasaray-Fenerbahçe gibi Türkiye için çok önemli- spor müsabakaları bile erteleniyor. İş mi bu şimdi yani, Allah aşkına!
‘’MAALESEF GERÇEK BU!‘’
Fuar Şehirleri Kupası’nda bizi yıllarca sevindiren Altay şu anda 3.ligde maalesef. Kurtuluş Savaşı’mızın simgelerinden Karşıyaka ise ikide bir icralık oluyor ve ne yazık ki kümede kalma savaşı veriyor halen PTT 1.ligde. Hem de Sayın Selçuk Yaşar’ın önemli maddi ve manevi katkılarına rağmen. Eskişehirspor’un, Trabzonspor’un tarihiyle büyük çelişki oluşturan maddi ve manevi sıkıntıları ise zaten malumu hepimizin. UEFA Kupası kazanmış tek takımımız olan Galatasaray’ın geçen yılı sonunda “Avrupa’dan men” cezası alması ise tam bir ibret vesikası.
Neden peki, neden? Çünkü yıllardır problemli şekilde yönetiliyor kurumlarımız. Bir başka deyişle çoğu yöneticimizin yükümlülükleri ile vizyonları arasında derin uçurumlar bulunmakta. Dolayısıyla sorun çözmek adına iş başına gelen çoğu yöneticimiz, sorunları çözmenin aksine sorunların kaynağı olarak karşımıza çıkıyor. Tabii, kulüplerimizin borçları azalacağına artıyor, başarıları çoğalacağına azalıyor ve dününü arar hale geliyorlar ne yazık ki.
İşte sırf bu nedenle bile, başta Beşiktaş camiası olmak üzere hepimiz bir kez daha rahmetli Süleyman Seba’nın anısı önünde saygıyla eğilmeliyiz. Keza yanlışlarına rağmen İlhan Cavcav, kulübüne çağ atlatan Aziz Yıldırım, “Avrupa’da men”le karşı karşıya kalacak denli büyük bir borcu olan Beşiktaş’a Seba ruhuyla başkan olan ve bir yandan borcu azaltırken diğer yandan Vodafone Arena mucizesini gerçekleştiren Fikret Orman ve Altınordu’yu çağdaş bir anlayışla yeniden yapılandıran Seyit Mehmet Özkan gibi değerli yöneticilere de yürekten teşekkür etmeliyiz ülkemiz adına. Ve umalım ki, sayısı artsın bu tür yöneticilerin.
Dileyelim ki, bu musibetlerden ders alınsın, tüm kurum ve kulüplerimiz bir an önce hak ettikleri refah ve huzura kavuşsun.
Not: Dilerim bu vahşet ve alçaklık bir daha uğramasın bu topraklara. Dilerim bu şiddet ve cinneti yaratana, sempatiyle bakana ve ondan rant devşirene inme insin, Yüce Tanrım!