‘’Salı sallandırdı‘’
Neredesinden bakarsanız bakın her yönüyle sakat bir maçtı. Fenerbahçeliler’in kafası geçen Çarşamba ile önümüzdeki Salı arasında sıkışıp kalmıştı belli ki... İşte salı sendromu, hem salladı hem de sallandırdı Fenerbahçe’yi...
Ne Alex vardı oyunda, ne Kejo, ne herkesin özlediği Roberto Carlos, ne de gıpta ile bakılan Gökhan Gönül. Herkesin uyuduğu dakikalarda buz adam Serdar Coolbilge nöbetteydi Allah’tan.
Saidou’nun golü bile narkozdan çıkaramadı Sarı-Lacivertliler’i. Sanki hepsi kukalı değil ‘kupalı saklambaç’ oynuyordu. Kendilerini Londra’ya saklıyorlardı. Topu ayağına alan kuşatılıyor, yanında hiçbir arkadaşını bulamıyordu. Kadıköy’de Chelsea’den bile daha motive ve etkiliydi Kayseri. Afili bir skorla, fiyaka bozmak adına çıkmışlardı sahaya...
Maç sakata gidiyordu ki, standardının sınırları bir uçtan diğerine savrulan hakem Hakan Sivriservi’nin verdiği garip penaltı gidişatı değiştirdi. Fenerbahçe’ye verilmeyen penaltıların yanında, komik ötesi sayılabilecek bir pozisyonda üstelik. Herhalde Kayseri’de Edu’nun haksız atılışını ve sonrasındaki çözülmeyi eşitliyordu bu durum, ama yine de keşke verilmeseydi. Tolunay Hoca’dan o zaman da benzer bir tepki gösterseydi, ancak o zaman inandırıcı olabilirdi.
Bu bile Fenerbahçe’yi ateşlemeye yetmedi. Uzatma dakikalarında Coolbilge’nin yaptığı müthiş kurtarış, maçın dönüm noktası oldu. Ve Fenerbahçe ilk kez rakiplerinini defalarca yaptığını yapıp; Semih Wesson’un son saniyede bulduğu golle kritik bir 3 puan aldı.
‘’270 dakika‘’
Başlık aslında her şeyi anlatıyor. Moskova sadece 3 maç, yani 270 dakika uzakta. Bu boş bir hayal değil, çırılçıplak bir gerçek. Çünkü futbolda hiçbir sonuç mucize ya da sürpriz değildir. Oranları değişse bile her maç için sadece 3 ihtimal vardır; galibiyet, yenilgi ve beraberlik.
Sahada futbolun doğrularını daha iyi yapan, daha iyi yardımlaşan, daha çok mücadele eden, takım olmanın gereklerini daha çok yerine getiren istediğini alır. Arada tecrübe ve şans faktörünü de atlamamak gerek. Yenilmeyecek takım yoktur. Her takım her takımı alt edebilir. Zaten futbol da bu yüzden güzeldir. Umutsuzluğa asla yer vermeyen yüzüyle kitleleri peşinden sürükler. Rakibi olabildiğince ciddiye almak başka, kafanda abartıp öcüleştirmek başka. Kendine güvenmek başka, rakibi küçümsemek başka. Çünkü maçı bonservis bedelleri, formalar, unvanlar ve istatistikler değil, sahadaki futbolcular oynuyor. Başlama düdüğü çaldığında sahadaki herkes eşitleniyor. Futbol ukalalığı ve laubaliliği kaldırmaz. Tarih bunu yapanlara attığı tokatlarla doludur.
Fenerbahçe, bu seneki Şampiyonlar Ligi serüveninde tarihinin ilklerini yaşıyor. Bir yandan bazı futbol bilmişlerine ders verirken, bir yandan da ders alması gereken bir yığın akla zarar hatalar yapıyor. Kendini mağlup duruma düşürüp, geriden gelip skoru lehine çeviriyor. Hatalarını, şanssızlıklarını, sakatlıklarını, eksiklerini aşıp kendini yenmeyi de öğreniyor. Tıpkı ıslıkları, yuhları, homurtuları yenmeyi öğrendiği gibi. Yani hâlâ biriktiriyor.
En iyi zamanında en formda ya da en tecrübeli oyuncuları uzun süre sakatlanıyor. Ancak takım onları aramıyor. Yerine giren görevini yapıyor. Bu takımda aylardır Appiah yok mesela; hani olmazsa olmaz zannedilen adam. Formunun zirvesine tırmanmış Deniz yok aylardır. Tecrübe abidesi Carlos yok. Mesela Gökhan Gönül kulübeden gelip devrim yapmıştı, şimdi bayrak Kazım’da. Kezman aylarca oynamadı, Semih kulübeden gelip gol krallığında zirveye yerleşti. Volkan ve Deivid ne kâbusları atlatıp kader adamı oldu. Serdar kaç ay sahalardan uzak kaldı. Bütün bunlar gerçek bir takım olabilmenin göstergeleri. Ancak hâlâ aşılması gereken, detaylarda gizli mesafeler var. Takıma giremeyen futbolcular, kafalarındaki ‘yedek’ kavramını yok etmeyi başardığında, Süper Lig’deki tüm rakiplere en az Chelsea kadar saygı duymak gelenek haline geldiğinde olgunlaşma süreci tamamlanacak. Şimdi en az Chelsea rövanşı kadar önemli bir Kayseri maçı bekliyor Fenerbahçe’yi. Fiyakayı bozdurmamak lazım!
‘’Savaşmadan olmaz‘’
Kolay değil, Şampiyonlar Ligi’nin tek namağlup ekibi, üstelik 8 maçta sadece 2 gol yemiş, yarım milyar Euro’luk bir dünya devi karşındaki. ‘Kesinlikle gol yemeyelim’ şartlanmasının yarattığı aşırı baskı, Fenerbahçeli futbolcuların ayaklarını birbirine doladı ilk yarıda. Öyle ki, en büyük silahı ayağa isabetli pas yapmak olan takım ilk yarıda ‘tek taraflı ateşkes’ ilan etmiş gibiydi.
Bu kez Deivid’in ayağından gelen harakiri golü, tribünleri bile oyundan düşürdü. Zico’nun askerleri, Chelsea’nin oluşturduğu Majino Hattı’nı bir türlü aşmayı başaramayınca umutsuzluğa teslim oldu bu yarıda.. Savaşmak yerine, siperde saklandılar. 39’da Kejo’nun iki defans oyuncusu tarafından biçilmesi ise kesin penaltıydı.
İkinci yarıda diriliş öyküsü vardı Fenerbahçe’nin. Aurelio’nun havan topunu ayağıyla önüne alan Kazım, attığı nefis golle Chelsea’nin biraz da ukalalık kokan özgüvenini yerle bir edip, panikletti. Ve roller bir anda değişmişti. Bitirici darbeyi de kuşkusuz gecenin en üzgün adamı Deivid’in, jeneriklik güdümlü füzesi vurdu. Maçın tartışmasız en iyisi Volkan’dı.
Kötü oynadıkları, kendi kalesine attığı golle geriye düştükleri maçta bile bir futbol devini alt eden bu çocuklar, alınlarından öpülmeyi fazlasıyla hak ediyorlar.
Ancak çıtayı yukarı taşımanın temel koşulu da ders vermek kadar, hatalardan ders almaktan geçiyor.
‘’Çıtayı yükseltmek‘’
Fenerbahçe, Avrupa arenasında ‘0’ çekerken de, farklı mağlup olurken de bir kaç köşe yazarıyla birlikte aynı şeyleri söylüyorduk. Eyyamcı ve kaba göre şekil alan mevcut koronun tam tersine söylemleri dile getiriyorduk.
Neydi bu pekii? Önemli olan vizyonu açık tutmak, sürekliliği yakalamak ve hezimetlerden bile bir şey biriktirmek. Sonrasında da sabırla ve inatla o eksikleri tamamlayıp, çarkı tam tersine döndürebilmek. Bu yolda tavizsiz ve kararlı bir duruş sergilemek. Bazen kendi tribünlerine, kendi taraftarlarına, kendi camiana rağmen hem de.
İşte gelinen nokta apaçık ortada. Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım takıntısı hastalık derecesine varmış adamlar bile sonunda mızrağın çuvalı yırttığını kabul etmek zorunda kaldı.
Fenerbahçe, gittiği her Avrupa deplasmanında bir şeyler öğrendi. Hem futbol hem tesisleşme hem vizyon hem de kurumsal kimlik anlamında... Yani kendi gerçekleri ile çağdaş futbolun gerçekleri arasındaki uçurumu fark etti. Öğrendiklerini hayata geçirdi. Şimdi bir yandan öğrenmeye devam ederken, bir yandan da onlardan farklı ve daha üstün neler yapabiliriz arayışında.
Birleşmiş Milletler 2008 yılını, ‘Dünya Tuvalet Yılı’ olarak ilan etti. Gerekçesi çok çarpıcı; “Yeryüzünde yaşayan insanların yüzde 40’ı, sağlıklı ve hijyenik koşullarda tuvalet ihtiyacını gideremiyor.” 21. yüzyılda, bu oran ve bu rakamlar çok ürkütücü. Hem büyük bir dram hem büyük bir ayıp. Herhalde buna Türkiye’de statlara koşan insanlar da dahildir.
Kimse unutmasın ya da biz yine hatırlatalım. Şükrü Saracoğlu Stadı yenilenmeden önce, numaralı tribünde bile tuvalete gidebilmek, normalden 5 kat dayanıklı mide isterdi. Tribüne gelenler, insanlık ayıbı o manzara ile karşılaşmamak için sınırlarını zorlar, kıvranırlardı. İnsanlar bu yüzden maça çocuklarıyla ya da eşleriyle gelmez istemezdi. Şimdi gelinen noktada, Maraton ve Fenerium tribünde 5 yıldızlı otel standardı var. Fenerbahçe’nin vizyonu kale arkalarındaki tuvalet standartlarını da diğerlerinin seviyesine yükseltmeyi gerektiriyor. Dünyanın en mükemmel işletmesi bile, en fazla tuvaletleri kadar temiz olabilir. Gerçek vizyonu standardı vitrinler, imajlar değil, buralar belirler çünkü.
Aziz Yıldırım detaylara çok önem veren aşırı titiz bir başkan. Bunu da ıskalamayacaktır. Mesela Şükrü Saracoğlu Stadı’nın akustiğini mükemmelleştirmeyi kafasına takmış. Akustik uzmanları en ince ayrıntısına kadar hesaplayıp projeyi hazırlamış. Ve bunun için 1 milyon dolarlık bir harcama yapılacak. Sezon biter bitmez çalışma başlayacak.
Vizyonun çıtasını da işte bu gibi detaylara verilen önem belirliyor.
‘’Futbol mühendisi‘’
Beşiktaş için ‘olmak ya da olmamak’, Fenerbahçe için gelecek yıl da Şampiyonlar Ligi’ne katılmayı büyük ölçüde etkileyecek atmosferi yüksek bir maçtı. Soğukkanlı olan kazanacaktı.
Futbol mühendisi MareAlex’in önderliğinde, dozu abartılmış bir sakinlikle başladı Sarı-Lacivertliler. Pas trafiğini engellemekte zorlanan Beşiktaş, ilk 10 dakika sadece izlemekle yetindi. Son kez bir derbiye ev sahipliği yapacak olan İnönü’de, tribünlerin yüreklerini ağızlara getiren öncü depremler, Lugano ve Kejo ile geldi. Ardından ‘küçük maçların büyük oyuncusu’ MareşAlex mükemmel kafayla ağları buldu.
İlk kornerini 18. dakikada atabilen Beşiktaş, ‘ıska’ sendromu yaşayan Lugano’nun sunduğu iki önemli fırsattan yararlanamadı. MareşAlex’in rakibi felç eden kornerleri, köşelerdeki güvenlik engeli yüzünden etkisizleşti.
Sahanın en kötülerinden Serdar’ın, sahanın en iyilerinden Gökhan’ın hatasıyla başlayan pozisyonda beraberlik golünü bulması, ilahi bir ironi gibiydi.
Yeniden dümene geçen MareşAlex, Semih Wesson ortak yapımıyla ikinci golünü de atıp, kendisini tartışanlara bilmemkaçıncı kez tekzip gönderdi. Ali Bilgin’in, bomboş kaleye atamadığı gol, kendi yeteneklerini unuttuğunun ya da inkar ettiğinin belgesi gibiydi.
İşler tersine döndü artık; bundan böyle Beşiktaş’ın kendi evinde kazanamama sendromu geçerli. Korner köşelerindeki manzara, futbolumuz adına büyük bir ayıptır ama sadece futbol oynamaya çalışan, sürekli ‘rakibe saygı’ diye konuşan bir emekçiyi hedef alan tribün teröristlerinin yaptıkları, ucuz bir zavallılık gösterisidir.
‘’Karar maçları‘’
Fenerbahçe’nin geçen yıldan bu yana oluşan ilginç bir futbol karakteri var. Umulmadık maçlarda akıllara zarar puanlar kaybederken, kritik ve stres derecesi yüksek ‘karar maçları’ndan firesiz geçiyor.
Beşiktaş maçı zorlu bir periyodun başlangıcı aynı zamanda. Belirleyici niteliği sahip üst düzey bir karşılaşma. Elbette şampiyonluğu tayin edecek bir maç değil. Ancak Fenerbahçe İnönü’den galibiyetle ayrıldığı taktirde, en azından seneye tekrar Şampiyonlar Ligi’nde olmayı büyük ölçüde garantiler.
Kulübün kendi iç dinamikleri ve vizyonu açısından istikrar ve süreklilik, kuyruklu yıldız gibi bir görünüp bir yok olan geçici başarılardan çok daha önemli.
Fenerbahçe stresi yüksek maçları sakin oynayabilen, bırakın rakip sahayı kendi tribünlerinin olumsuz baskıları karşısında bile soğukkanlılığını kaybetmeyen, kendini bozmayan bir ekip. Ayrıca kadroda şampiyonluk yarışının stresine alışkın futbolcular da çoğunlukta... Bu da takımın genel karakterini oluşturuyor.
Beşiktaş, yarıştan kopmamak için mutlak kazanmak zorunda olan takım. Bu da Fenerbahçe açısından bir başka önemli avantaj. Bu takım önce Appiah’ı kaybetti. Sonra en formda dönemini yaşayan Deniz’i... Sonra Kejman’ın ameliyatı, ardından Roberto Carlos’un sakatlığı. Aurelio’yu kafa karışıklığına itip oyun standartını düşüren transfer girişimlerini de... Hedefte kırılma yaratabilecek Gaziantepspor ve Sivasspor gibi karar maçlarındaki hava ve saha koşullarını da alt alta toplarsanız, hangi hengamelerin aşıldığını daha rahat görürsünüz. Bunca olumsuzluk, stres ve yoğun maç trafiği arasında Şampiyonlar Ligi’nde kulüp tarihinin en önemli başarısının elde edilmiş, bugüne kadarki en yüksek puanın toplanmış olması da bir başka önemli gösterge.
Beşiktaş maçına gidilirken en önemli handikap, camianın Chelsea maçını konuşmaktan bir türlü kopamaması. Tehlikeyi çok iyi sezen Zico, üstüne basa basa ‘maç maç düşünmeliyiz’ vurgusu yapıp, rahatsızlığını dile getiriyor. Ancak takımın bugüne kadar kulvarlar konusunda kafa karışıklığı yaşadığı da inkar edilemez bir gerçek.
Fenerbahçeli futbolcular tıpkı hocalarının istediği gibi, sadece oynayacakları maça odaklandıkları sürece, başa çıkamayacakları stres de, rakip de yok. Ancak tersi olduğunda ağır ve telafisi olmayan sonuçlar da sürpriz değil.
Kabul, Chelsea’yi aşıp yarı finale uzanmak şampiyonluğa tercih edilebilecek bir başarı olur. Ancak seneye tekrar devler arenasında olmak da yarı finale tercih edilebilecek başarıdır. Çünkü kulübün hedefleri ve vizyonu daha çok ikinci şıkkı gerektiriyor.
‘’Aykırı duruş‘’
On yıllarca ironik ve dramatik biçimde kendi büyüklüğünün kapanına kısılmış, kendi çarpık gerçeklerinde tutuklu kalmış, kendi kendini uyutmuş, uyuşturmuş ve avutmuş bir devdi Fenerbahçe...
Rant oligarşisinin hegomanyasından sıyrılıp, hapsedildiği kalın kabuğu çatlatmayı başardı; sabırla, destekle, istikrarla ve cesaretle... Bir yandan da kendi bünyesindeki şefkatsizliği, merhametsizliği, şımarıklığı ve sevgisizliği de eze eze yenerek ve tasfiye ederek hem de...
Günü kurtarma adına geleceğini hoyratça harcamış, ertelemiş ve ötelemiş bir camia, artık geleceğini kurtarmak adına günü hiç düşünmeden feda edebilecek bilinci yakaladı. Futbolu kuşatan çarpık gerçeklerle taban tabana zıt bir rota belirleyip, bundan asla sapmayarak becerdi bunu. Dümeni en azgın dalgaların üzerine üzerine kırarak, rüzgarı arkasına değil karşısına alarak.
Kırılgan ve yapay kaoslara mahkum edilmiş camianın, artık çok büyük bir vizyonu ve direnç noktaları oluştu. Mesela Daum’un 3 yıl görevde kalabilmesi sıradışı bir durumdu. Mesela başkanlık koltuğunda 10 yıldır aynı ismin oturması yine aykırı bir durum. Çünkü gruplar ve tribünler ömür biçerdi başkan ve yönetime. Yerlerine kimin gelip, görevde ne kadar kalacaklarına da. Mesela taraftarlar narkoz etkisi yapan Galatasaray galibiyetlerinden daha büyük ve daha anlamlı sevinçlerin olduğunu da öğrendi Sevilla maçıyla...
İşte ıslıklara, yuhlara, saygısız aşağılamalara, geçerli anlayışa pozitif bir
inatla direnen, egosunu farklı mağlup etmiş bir karakter; futbol bilgesi Zico.
İspanya’dan dönen takım arkadaşlarını Samandıra’da eşofmanla ve elinde çiçekle karşılayan dünya devi ama alçakgönüllülük fenomeni Roberto Carlos. İşte üstün yetenekleri ve katkısı kendi taraftarlarınca bile saçma tartışmalara konu edilen tartışmasız futbol sihirbazı Alex. Hepsinden önemlisi takım ruhuna inanmış futbolculardan oluşan bir takım; hem de güler yüzlü ve sevimli futbol oynayan karakterleriyle... Ve tabii, sürekli terse yattıkları için onlardan rövanş almayı hastalıklı bir takıntı haline getirmiş, diş gıcırdatan yorumcu güruhu...
Bu negatif parametrelerin tam dönüşümü için, devrimin direnç çıtası daha üst noktalara taşınmak zorunda. Aziz Başkan, Şükrü Saracoğlu’nun başkanlık rekorunu da kırmalı mesela. Zico, Daum’un görev süresini daha daha ötelere taşımalı. Hatta ayrılırken yanında yardımcı antrenör olarak çalışmış Roberto Carlos’a devretmeli görevini. Çocukların sevgilisi Alex, futbol kariyerini illa ki çubuklu forma altında noktalamalı.
Plansızlıkların ve olağanüstü hallerin kulübünde, bu uzun vadeli planlama için gereken adımlar şimdiden, en radikal biçimde atılmalı.
Yıllarca kazanırken bile kaybeden bu kulüp, kaybederken kazanma alışkanlığını genlerine kadar işlemek istiyorsa, başka yol yok!
‘’Semih'in gecesi‘’
Biri ligde tutunmak için sürpriz arıyordu, diğerinin şampiyonluk yarışında sürpriz yaşamaya hiç tahammülü yoktu. Biri zirveye, diğeri ligin dibine çengel atmıştı. Sahadaki futbola bakarsanız, birbirlerinden hiç farkları yoktu.
Tribünler de cuma ve köprü sendromu yüzünden hayli fire vermişti. Koca ilk yarıda Kasımpaşa’nın iki, Fenerbahçe’nin ise onlardan daha silik ‘bir buçuk’ pozisyonu vardı. Taraftarlar Fenerbahçe’nin ısrarlı uyurgezer halinden hoşnut kalmamış olacaklar ki, ‘pış pış’ içerikli arabesk tezahüratlarla iyice uyutmaya çalışıyorlardı. Sarı-Lacivertliler ilk kornerlerini ilk yarının uzatma dakikasında kullanırlarken, onlar da koca stadı beşiğe çevirmeyi başarmışlardı bile...
Maçın Aurelio ile birlikte umut veren diğer adamı Deivid, ikinci yarının hemen başında gördüğü sarı kartla sahadan tamamen silindi.
Sıkıntı veren, fıtık eden, afakanlar bastıran kilitlenmiş futbolun çilingiri yedek kulübesindeydi. Koğuş nöbetçisi Semih Wesson önce ‘kalk borusu’nu çalıp arkadaşlarını uyandırdı. Ardından muhteşem asistiyle ilk golü hazırlayan adam oldu. Alex’e verdiği, onun da sağ ayakla vurduğu seken topu, sol ayakla kaleye göndererek tribünleri rahatlattı. Deivid uzatmanın son dakikasında attığı golle, kritik derbide yalnız bıraktığı arkadaşlarından özür diler gibiydi.
Maçta daha çok yardımlaşan, daha çok koşan ve bu halleriyle alkışı daha çok hak eden Kasımpaşa’ydı.