‘’Geç olmadı mı?‘’
Fenerbahçe daha önce yaşadığı müsibetlerden ders çıkarmayı hâlâ başaramamış. Kaç kez ağır bedeller ödediği halde, transferlerde bir kez daha geç kalındığı su götürmez bir gerçek.
Başkan Aziz Yıldırım’ın “3 yıl üst üste şampiyonluk” sözünün, bir motivasyonu ve iddayı ortaya koymak amaçlı olsa da amacını çok aşan, sıkıntılı bir söylem olduğunu bir kez daha tekrarlıyorum. Tıpkı “yürüye yürüye şampiyon olmak” gafı gibi! Bunları kendi aranızda konuşabilirsiniz ama kamuoyu ile paylaşmak son derece sakıncalı... O zaman mayıncıların eline koz vermekten öteye geçmez bu tür sivri sözler. Camiayı manüple etmek isteyen, rövanş duygularıyla yanıp tutuşanlara altın tepside bir fırsata dönüşür.
Başkan, 15 Haziran’da transferler dahil, her şeyin bitmiş ve hazır olacağını söylemişti. Açıkçası herkes bütün bağlantıların yapılmış ve bitmiş olduğunu, bu kez her şeyin tereyağdan kıl çeker gibi hallolacağını düşünüyordu. Neredeyse verilen tarihin üzerinden 1 ay geçti. Hâlâ belirsizlik hakim. Hiçbir rahatlatıcı ya da taraftarın gazını alacak açıklama da yapılmıyor. Bu gerçekleşmeyince, diğer sözlerin inandırıcılığını da erozyona uğratıyor kaçınılmaz olarak. Yıldırım’ı kendi sözleri üzerinden infaz etme ve karalama kampanyası şimdiden başladı bütün platformlarda...
“Hırs, yelkeni şişiren rüzgara benzer, azı yerinde saydırır, çoğu da tekneyi batırır” demiş Voltaire... Fenerbahçe bir türlü arasını bulamadı. Bir ara dengeyi tutturur gibi olsa da, gene kaybetti.
Kurumsallık iddiasında olan bir kulüp günlük taktiklerle değil, her alanda uzun yılları kapsayan planlı stratejilerle ilerlemek zorundadır. A planının yanında, B, C hatta D ve E planları olur. Biri olmadığında diğeri devreye sokulur. Pehlivan tefrikalarına, yılan hikayelerine, yalanlara, fırsatçılara zemin hazırlamaz.
Ne diyelim, dertlerin en iyisi kişinin alıştığı dertmiş ya, o minvalden devam herhalde...
‘’Ne gerek vardı?‘’
Fenerbahçe’nin yeni yöneticisi Cihan Kamer, durduk yerde öyle garip cümleler attı ki ortaya, yani istese bundan daha beterini yapamazdı.
Ortada çok iddialı bir vaat varken, söz verilen 15 Haziran tarihi geride kalalı neredeyse 1 ay olmuşken, buna rağmen iç ve dış transfer hâlâ muamma iken... Ön eleme maçları kapıya dayanmışken, ligin başlamasına bir aydan az zaman kalmışken...
Yani Fenerbahçe’nin bir yığın halledilmemiş meselesi ortalık yerde dururken, taraftar içten içe sabırsızlık ve gerilim biriktirirken... Ne gerek vardı sayın Kamer? Fenerbahçe’nin sorunu Rijkaard mıdır? ‘İkincilikler’ dilemek neyin nesidir?
Hoşuna giden her şeyi söyleyenlerin, hiç hoşuna gitmeyecek şeyler işitmesi de normaldir. Zaten ya okuyorsunuz, ya dinliyorsunuz bir haftadır. Bu sözler Fenerbahçe antipatisi yaratmaktan, rakibi hırslandırmaktan başka neye yarar? Dostlarınızla aranızda şakalaşmıyorsunuz, resmi sıfatlı biri olarak demeç veriyorsunuz! Bu tarz, Aziz Yıldırım’a değil Adnan Polat’a benziyor.
Bakın dahil olduğunuz yönetimde Nihat Özbağı gibi bir abide isim var. Yıllardır ne konuşur, ne konuşulur. Sadece çalışır. Kulübün geleceğini garanti altına alacak bütün projelerde yoğun emeği vardır. Asla ön plana çıkma isteği ya da girişimi yoktur. Bir kez olsun hayıflandığı görülmemiştir. Egosu sıfıra yakındır. Bir çocuk saflığıyla aşıktır kulübüne... Övgü aldığında da utanır ve yüzü kızarır. Eğer yöneticilikte birini örnek almak istiyorsanız, ondan daha iyisini ve doğrusunu bulamazsınız! Çünkü o, sözün, başarının gölgesi olmaktan öteye geçmeyeceğini bilenlerdendir.
Derler ki; “Dünyada karıncalardan daha etkili vaaz verebilecek kimse yoktur; çünkü hiç konuşmazlar!” Nihat Özbağı da bu kulübün karıncasıdır.
Hayır, illa ki konuşmak derdindeyseniz, o zaman transferlerin neden geciktiğini açıklayın. Bunu yapın ki Fenerbahçe taraftarları ciddiye alındığını görsün ve rahatlasın. Yok “ben böyle konuşurum” ısrarınız sürecekse, ağzınızdan çıkmadan önce, kuyumcu terazisinden daha hassas bir terazide tartmadan sarfetmeyin sözlerinizi...
Siz siz olun, sırf kendisi öttüğü için güneşin doğduğunu zanneden horozlardan olmayın. Bu kulüp, Aziz Yıldırım öncesinde bu tür horozların oyun çiftliğiydi çünkü...
Fenerbahçeliler sataşma değil, kalkışma bekliyorlar sizden!
‘’Aramızda kalsın‘’
Son yazılarıma gelen tepkiler gülünç ötesi... Yapıştırma, yakıştırma, yaraştırma ne varsa, bütün çirkinlikler ‘tam saha pres’ komutuyla üstüme salınmış. Şöyle buyurmuş efendiler: FBTV’de bunları söyleyebilir miydin? Aziz Yıldırım ile aranız mı bozuldu? FBTV’den ayrılınca cevval ve kallavi bir hal almışımmış. Ucuz bir kurnazlıkla aklınca dalkavukluk göndermesi yaparak aşağılama. Okuyan adamda doz aşımı ‘Öküzgözü’ etkisi yaptığını da paylaşayım. Madem merak ediyorsunuz ilk ve son kez anlatalım da, tahmin yürütmenize, şifre kırma zahmetine gerek kalmasın. Hem de sizin gibileri iftira illetinden kurtarayım.
Akıl hazır değilse, göz göremezmiş. Kendine inanmaya programlanmış göz bu haldeyse, başkalarına inanmaya programlı kulaklar ne halde Allah bilir? Aramızda kalsın ama ben FBTV’nin profesyoneli değilim, olmayı da asla düşünmedim. Buradan bağlayıcı beyanda bulunuyorum ki; hiçbir zaman da olmam. Çünkü ahlakın temelinin özgürlük olduğuna iman ederim. Orada yorum yapıyorum diye de asla ayrıcalıklı gazeteci olmadım. Tam tersi bedeli ağır oldu: Tecrit, tehdit ve davalar gırla.
Yine aramızda kalsın, ne düşüncelerimi sansürledim, ne bildiğimi sustum, ne bilmediğimi konuştum. Ne telkin, ne de rica aldım. Aksi olsa anında bırakırdım. Ayrılmak da tamamen benim kişisel tasarrufumdur.
Siyaset, cemaat, cemiyet, camia, hükümet, mafya, federasyon, kulüp başkanı, medya şeyhi ya da baronuna biat etmediğimiz halde, kalemimizle ayaktayız. Göbek ve kursak bağımız olmadığından, diyet borcumuz da yok çok şükür! Bu da aramızda kalsın; Aziz Yıldırım’ı severim, Fenerbahçeliliğini de çok severim, ama Fenerbahçe’yi ikisinden de çok çok daha fazla severim. Başlattığı devrimi, bizzat O’na karşı bile militan bir keskinlikle savunurum. Sapma olursa da küfür ve hakarete kaçmadan en ağır eleştiriyi yaparım. Hançer, bıçak ve neşter arasındaki farkı iyi bilirim.
Hatta yanlışlarını bile camia içindeki bazılarının doğrularından daha ileri bulurum. Çünkü ‘yanlış bir ağzın dile getirdiği doğrulardan daha kötü bir yalan yoktur’ felsefesine inanırım. Kendisinden yardım, tavassut, destek gibi mesafe dışı beklentilerim de, isteklerim de hiçbir zaman olmamıştır. Aramızda kırgınlık, kızgınlık ya da küskünlük de yoktur. Fakat O’nu kuşatan yancı güruhtan da günahım kadar da haz etmem.
Bir gazetecinin dalkavukluğunu, anaokulu öğretmeninin çocuk sapığı olmasından daha alçakça bulurum. Tribün dalkavukluğuna soyunan gazeteciliği de daha mide bulandırıcı... Kimse duymasın da, ‘Evcil hayvanların en vahşisi dalkavuklardır!’ demiş Pittacus adlı sersem bir adam! Ben de O’nun yalancısıyım!
‘’Böyle nereye kadar?‘’
Ortalıkta uçuşan bonservis paralarını, garanti paraları, yıllık ücretleri, tazminatları, buharlaşan bedelleri görünce insanın dudağı uçukluyor. Yani Arsenal, Barcelona, Real Madrid bile bu kadar hovardalık yapmıyor, yapamıyor. Bunun nedeni biraz içerideki vahşi rekabet ve yabancı sınırlaması gibi görünse de, asıl mesele plansızlık ve programsızlık.
Dünyadaki en büyük, en zengin kulüpler bile bonservis parasından yırtmanın (istisnalar hariç) sözleşmeleri maç başı yapmanın derdindeler. Bizimkiler yüksek uçuşta... Sanki kriz denilen illet bizim ülkemize hiç uğramamış. ‘Dün dündür, bugün bugün’ mantığıyla büyük kulüp olunmaz. Bu sistem, ekol ve kurumsallaşma işidir. Ajax, PSV orada, Porto ve Lyon gözünüzün önünde... Her sene dünya futboluna adam armağan ediyorlar. Ya keşfettikleri ya da yetiştirdikleri yıldızları parlatıp, dünya yüküyle paraya satıyorlar. Buna rağmen hepsi her sene Avrupa Kupaları’nda sonuna kadar mücadele ediyor. Müzeleri de kupa dolu...
Baktığınız zaman bu bahsettiğimiz takımlar, potansiyel, camia ve büyüklük olarak bizim 4 büyüklerin yanında kasaba takımı kadar cüce kalıyorlar. Hatta bonservisler ve futbolcu ücretleri açısından da cüce sayılırlar. Ancak başarı, istikrar, sistem, süreklilik ve ekol olarak da bizimkilerin yanında dev oldukları kesin. Bizim kulüplerin altyapıları, ‘laf ola beri gele’ misali yasak savma şeklinde devam ediyor. Arada aykırı durumlar olsa bile bunlar genel gidişatı etkilemiyor. Güya her takım PAF, B Genç, Amatör Gençler, Minikler, Mini Minikler, ‘bilmemkaçyaşaltı’ gibi tonlarca kategoride yarışıyor. Ama 10 yılda bir tek adam verirlerse büyük başarı.
Şu futbolcuların bir tanesine verdiğiniz bonservis bedeliyle, şu gönderdiğiniz hocalardan bir tanesine verdiğiniz tazminatla, menacerlere havadan kaptırdığınız komisyonlarla hem kulübünüzü, hem de Türk futbolunu kurtarırdınız. Tıkır tıkır işleyen, başarısı dünyaca tescillenmiş sistemler bin yıldır gözünüzün önünde. Ajax ve PSV’nin altyapı sistemini olduğu gibi transfer edersiniz. Ama bu işin de tek kusurlu yanı gösteriş ve şaşâsının olmaması! Öyleyse ne gerek var? Zaten harcanan para da, borç da kulübün nasıl olsa! Kim kime hesap sormuş, kim hesap vermiş ki bugüne kadar? Kaldı ki oradan çıkan yeteneklere şans verecek cesaretli hocalar da yok, onları tahammül edebilecek taraftar zihniyeti de...
“Rüyaları gerçekleştirmenin en kestirme yolu, uyanmaktır” demiş J.M.Powe. İyi Uykular kayıp iklim!
‘’Fenerli Medya!‘’
Bu gerzek söylem, gerçeği örtmek için ortaya atılmış, 100 büyük Türk yalanın ilk 5’inde yer alır. Bunu hangi medya şeyhinin durup durup ortaya attığına ve hangi müridlerin zikir sıklığıyla tekrarladığına bakarsanız, meseleyi de basitçe kavramış olursunuz.
Bu tarikatın ‘lolita yorumcusu’ fularlı şeyhi yıllardır “medyadaki spor müdürlerinin Aziz Yıldırım’a yaranma yarışı içinde olduğu” yalanını tekrarlar. Devşirdiği yularlı kalemler gık çıkarmadan alkışlar, diğerleri de bulaştırmamak için ‘tık’ demez.
Oysa medyadaki ofisboylar bile çok iyi bilir ki; tiraj da Fenerbahçe’dir, reyting de...! Fenerbahçe’nin basına bu kadar kapalı olduğu halde, diğerlerinden uzak ara haber ve yoruma konu olması, tamamen ticari kaygıyla alâkalı bir gerçekliktir. Çünkü Fenerbahçe, diğer takım taraftarları tarafından en az kendi taraftarları kadar okunur ve izlenir. O nedenle de oranlar ikiye katlanır. Nokta!
Bu yalanı ortaya atanların gerçek amacı spor medyasını, spor kamuoyunu, futbol kurum ve kuruluşlarını, en küçük unsurları ile birlikte Fenerbahçe aleyhine kışkırtmaktır. Aynı şahsiyetler “Fenerasyon” iftirasının da üreticileridir, “Fenerli Başbakan” söylemlerinin de...(Bakın bunlar özellikle Fenerbahçeli değil, Fenerli derler, çünkü buna bir tür küçümseme kodlarlar- Selim Soydan ve Fener takımı istisna)
“Fenerasyon” derler Galatasaray ve Beşiktaş şampiyon olur. Günah bile çıkarmazlar. “Fenerli Başbakan” derler, hükümet onlara stat yapar. Fenerbahçe’nin UEFA’ca onaylanmış ve kendi parasıyla yaptığı ‘elit’ stadı, peşkeştir ve gecekondudur. Galatasaray’a “Fenerli Başbakan’ın yaptırdığı stat, helaldir, hak edilmiştir.
Müteahhit yükümlülüklerini yerine getirmez. İhale iptal edileceğine, TOKİ kefaletiyle devlet bankasından kredi bulunur, ancak iş son anda yatar. Bu sefer şeyhleri “Galatasaray’ın kaderi Fenerli Başbakan’ın elinde” diye iki gazetede birden saldırır. Başkanları “Başbakan bize söz verdi” diye inceden gözdağı hamlesi yapar. Bir başkası TOKİ başkanını hedef gösterip, baskı altına almaya çalışır. Peki usulsüz olan TOKİ’nin ihaleyi alan firmaya ‘kefil’ olması mıdır, olmaması mıdır?
Galatasaray Başkanı Adnan Polat, 30 Nisan akşamı, Ankara’da ‘Bilkentli Aslanlar’a şunları söylüyor: “Bütün kulüplerinin varlıklarını 10 ile çarpsanız, Galatasaray’ın varlıkları kadar etmez!” O halde niye stadınızı devlete havale ediyorsunuz?
Peki Sayın Polat, sonradan eş durumundan işvereni olduğunuz angaje yorumcunuz, koca televizyon kanalını sabote etme pahasına ‘yardım kampanyası’ yaparken, neredeydi bu varlıklarınız?
Seneca’dan bir cümle ile bağlayalım; “Az şeye sahip olan değil, çok şeyin özlemini çeken fakirdir”.
‘’Galatasaray farkı-2‘’
Son yazdığımız fasıldan, kaldığımız yerden devam edelim. Kim ne derse desin, görüşlerimin sonuna kadar arkasındayım.
Servet meselesine takılmış çoğunluk “Daha iş bitmedi, bu henüz söylenti” diyerek, bonservis bedeli konusundan vurmaya çalışıyorlar. İş bitmişti de, uzama nedeni Marsilya başkanının istifa etmiş olması...
Galatasaray, değerini kendisi pek bilmese de, değer verdiğini hissettiremese de, dışarıya karşı kıymetini koruyabiliyor elindekilerin... Ucuzlamasına, ‘hiç’leşmesine olanak vermiyor. Bu açıdan diğer bütün kulüplerden ayrılıyor. Ha, eğer buna medyayı yönlendirme, kullanabilme diyorsanız, o da saygı duyulacak bir iletişim başarısıdır.
Meira’nın satışına bakalım... Eğer o başarısızlıkla Fenerbahçe’nin ya da Beşiktaş’ın elinde olsaydı en fazla Gordon Shildenfeld olurdu Meira... Diğerleri alırken ve oynatmadan verdiklerinin üstüne ekstra paralar vererek ellerinden çıkarırlardı muhtemelen...
Sivri ve uç bir örnekle sürdürelim. Galatasaray, Fenerbahçe’yi 6-0 ya da 4-0 yenmiş olsaydı, ne hale gelirdi Sarı-Lacivertli kulüp? Sezon daha orada bitmez miydi? Peki bu skorların yaşandığı sezonlarda sıralamalar nasıl şekillendi, hatırlayan var mı?
Galatasaray’a kendi evinde 4-0 yenilmiş bir teknik direktörün ya da futbolcular topluluğunun arkasında durabilir miydi Fenerbahçe? Peki Bursa deplasmanında 5 farklı travmadan sonra, hangi takım şampiyon olabilirdi?
4 yıl üst üste şampiyon olup, UEFA ve Süper Kupa almış takımın futbolculardan hiçbirine jübile yapılmadığı gibi, hoyratça oldu bittilerle kapının önüne konuldular. Peki bir kaç örtülü imâ dışında, kulübünün aleyhinde konuşan bir tek adam var mı?
Yönetimler de taraftar da vefasızlık yaptığı halde, onlar sadakat yemini etmiş gibi kulüplerine vefa yarışında...
Peki Kadıköy yakasında durum ne? Kulüp bir yığın bonservis bedeli ödemiş, yattığı yerden hak etmediği paralar vermiş. Ya bonservissiz serbest bırakılmış ya da gitmek için üste para almış. İmâ ne kelime, imha etmek ister gibi, kan davalısıymış gibi sallıyor babam sallıyor.
Fenerbahçe ‘sinir toplum örgütü’, Galatasaray ise ‘sihir toplum örgütü’ gibi... Bu ağır çelişkileri sadece medyanın tutumuna bağlayan Fenerbahçe taraftarına da söyleyecek bir çift sözüm var: Yemeyin o zaman kardeşim! Siz yedikçe, ıslıkladıkça, yuhaladıkça kulübün elindeki değerler de buharlaşmaya devam eder!
‘’Galatasaray farkı‘’
Fenerbahçe’nin ezelden beri en büyük açmazı; elindekinin değerini bilememek. Komşunun civcivini devekuşu yapıp, kendi elindeki fili de pire kadar görmek... Elde iken ‘müthiş ve olağanüstü’, elinde iken de ‘murdar’ ve ‘tu kaka...’
İşte Servet Çetin örneği ortada... Sarı-Lacivertli takımdan bir ‘belâ’ gibi gönderildi. Gitsin diye neredeyse üste para bile verilecekti. Galatasaray 500 bin Euro’ya aldı, 8,5 milyon Euro’ya sattı. Hem de ligi 5. sırada bitirdiği bir sezonda ve üstelik uzun süren bir sakatlıktan yeni çıkmışken...
Daha böyle nice örnekler verebilirim. Ezeli rakiplerden biri ‘değersizken’ aldığına değer katıyor, biri de aldığı değerleri değersizleştiriyor, ucuzlatıyor.
Mesela Arda Turan ve Semih Şentürk çelişkisi... Biri iki senede en pahalı Türk futbolcusu konumunda, diğeri ise ‘mahallenin kopili’, ‘evin çocuğu’ ya da ‘fasulyeden adam’ muamelesi görüyor.
Binbir zahmet ve pazarlıkla alınan gözde futbolcular daha sonra en kolay elden çıkarılabilecek, ucuz takas metası haline dönüşüyorlar. Başkasında oynayınca mükemmel, sendeyse baş belası...
İşte Alex de Souza ve Cassio Lincoln... Biri gol ve asist rekorları kırmış. Diğerinin yıllık maliyeti 2, bonservisi 3 katı, verimi dibe vurmuş. ‘Koşan Alex’ diyordu Fenerbahçe taraftarı, ‘koçan’ bile olmadığı ortaya çıktı. Buna rağmen tartışılan ve berbat olan Alex, Lincoln hâlâ baştacı...
Tomas’ı her fırsatta ucuzlatanlar, Galatasaray’a gelince yere göğe sığdıramadılar. Birileri bu sürekli ucuzlatma propagandasını yapıyor, diğerleri de on yıllardır bu zokaya atlıyor.
İşte son olarak Özgür Çek. 8 yaşında Fenerbahçe Altyapısında topa vurmaya başlayan, 1991 doğumlu ve 46 kez milli olmuş bir futbolcu... Türk futbolunda en zor yetişen sol bek mevkiinde oynuyor. Hocaları da ondan çok umutluydu. Şubat ayında 5 yıl sözleşme imzalanırken Şekip Mosturoğlu’nun söyledikleri de arşivlerde... Özer Hurmacı’nın bonservis küsuratıymış gibi bonserivisiyle birlikte gözden çıkarıldı. PAF Ligi’nde kendisinden 3 yaş büyüklerle çarpışa çarpışa sivrilmiş bir yetenek. Neden ondan sol tarafta da bir Gökhan Gönül yaratma girişimi bile olmadı? Aykut Kocaman buna nasıl onay verdi?
Fenerbahçe fahiş fiyatlarla alıp, üste para vererek gönderme savurganlığından ne zaman sıyrılacak? Elbette, cesaret ve tahammül çıtasını yükselttiği zaman!
‘’İtirazım var!‘’
Mehmet Topuz olayında hem Fenerbahçe hem de Türk futbolunun geleceği adına en ideal çözüm, meseleyi FIFA’ya taşımaktı. Öyle olsaydı, çok büyük olasılıkla iki sene transfer yasağı ve puan silme cezası ile noktalanacaktı bu dava... Milat olacaktı. Kaptıkaçtı ya da adam kaldırma usulü ilkel yöntemlere kimse cesaret edemeyecekti. Küçük kulüpler açısından hayati bir fırsat kaçtı. Ne yardan, ne serden misali bonservis parasından ve inatlaşmaktan vazgeçilemeyince, olay böyle çözüldü.
Sonuçta doğru yolu izleyen kulüp kazandı. Kazandı da, bu uğurda neler kaybetti acaba? Meseleyi bir de tersten okuyalım bakalım...
Aziz Yıldırım’ın, Mehmet Topuz kendisini aradığında gösterdiği tepki ne kadar şıksa, özel uçakla ayağına kadar gidip, özel uçakla getirmesi de o kadar yakışıksız. Bu futbolcunun bonservisine verilen 9 milyon Euro ile alacağı ileri sürülen yıllık ücret, Türkiye koşullarında çok uçuk rakamlar... Bu kadar para verildikten sonra 3 yıllık sözleşme yapılması da bir başka garabet. Şu halde 1 yıllık gerçek maliyetini hesaplamak için, bonservis bedelini 3’e bölüp alacağı yıllık ücretin üzerine ekleyin...
Mehmet Topuz, Roberto Carlos mudur? O’nu diğer futbolculardan üstün ve daha makbul kılan şey nedir ki, böyle özel bir töreni ve övgüyü hak etmiştir? Topuz için gözden çıkarılan paranın yarısı ara transferde harcanmış olsaydı, iki sağlam takviyeyle Fenerbahçe sezonu şampiyon bitirmez miydi? En azından Şampiyonlar Ligi’ne kalıp, minimum 15 milyon Euro’luk kazançla maliyetlerini fazlasıyla amorti etme şansı da varken...
Şurası çok açık; Fenerbahçe’de kurumsallık durumsallığa bir kez daha yenilmiştir. İnat ve rövanş duygusu aklı yenmiştir. Şimdi bu rövanş duygusu bir çok Fenerbahçeli’yi fena halde mutlu etmiş olabilir. Dün Topuz’a küfredenler, bugün bağrına basmış olabilir. Topuz fiyaskosuyla ‘çifte şampiyonluk’ piyangosunu murdar edenlere de, zaten diyecek hiçbir sözüm yok. Onlar da kendi içlerinde hesaplaşsınlar. Mehmet Topuz karanlıkta kalan o 15 gün boyunca neler döndüğünü açıkça itiraf etmedikçe, bu formayı giymesine itirazım var.
Bir gün herkes Fenerbahçeli olmasın!