‘’Başkanın şifreleri‘’
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım resmi dergideki aylık yazısında, dolaysız ya da dolaylı bir çok konuya değiniyor.
Taraftara mesajı
Yıldırım, “yine birlikte başaracağız” diyor. Taraftarın tutkusu aynı ama coşkusu hayli darbeli... Çünkü verdikleri mücadelenin, çabanın onda birini bile futbol takımında göremiyor. Bu da tribünlerin inancını törpülüyor.
Medya meselesi
Ortada bir iletişim aldatmacası varsa, bunu medya değil, futbolcuların büyük çoğunluğu yapıyor. O yüzden medyaya ayar verme hevesini terk edip futbolculara ayar verme konusuna odaklanmak lazım. Camiaya ‘umutsuzluk ve huzursuzluk’ pompalayanlar da; hâlâ giydikleri formanın farkında bile olamayanlardır. Yönetim neşteri vurmakta tereddüt edince, onlar kulübe ‘kelepçe’ vurmuştur.
Yayın ihalesi
Malın sahibi TFF değil, Kulüpler Birliği’dir. Hiçbir sermaye kâr görmediği bir işe girmez. Digitürk ‘bağış ve hizmet’ hamaseti yapacağına, 3 kuruşluk ofsayt kameralarını halletsin. Bu ihaleyi sadece ‘50 bin dolar’ farkla almıştır. Bu paranın suni piyasaya, futbolculara, menajerlere, komisyonculara yedirilmemesi için her türlü önlem ve denetimin oluşturulması lazım.
Transfer ve yetki
Başkan, transferin Aykut Kocaman’ın inisiyatifine bırakıldığını ilan ediyor. Bu güzel. Ama transfere asla ihtiyaç olmadığı şeklindeki beyanı ağır bir çelişki barındırıyor. Çünkü Daum da, takımın yükünü çeken futbolcular da, bazı yöneticiler de ‘transfer şart’ görüşündeydi.
‘’Gidiş olay çıkış kolay!‘’
Sarı kart eksikleri ve kesikleriyle, maceralı, gerilimli ve yorucu usulü bir yolculuktan sonra varmıştı Sivas’a Fenerbahçe. Ancak bu kez yumuşayan hava ve saha şartları yanındaydı.
Eski gücünden tamamen uzaklaşmış bir Sivasspor’dan çelme yiyip yemeyeceği haftanın en büyük merak konusuydu. İki taraf açısından hayli önemli olan maçta akıllı ve efektif oynayan takım Fenerbahçe’ydi. Sihirli değnek mi değdi bilmem, Sarı-Lacivertli futbolcular bayağı bir silkelenmiş ve farklı göründü. Gidişleri olaydı, dönüşleri kolay oldu.
Semih nihayet kendini boğan saçmalıklardan sıyrılıp, futbola dönmüş. Selçuk da öyle... Kendinden kaçak Uğur Boral da iç barışı sağlamış. Yoksa ‘fotokopi ikizi’ gollere, şuurlu bir ‘ıslak imza’ koyamazdı. Futbola hasret kalan Mehmet Yıldız’ın ‘hoşgeldim’ füzesi, ayakta alkışlanacak bir jenerik golüydü. Ancak bu gol, galibiyet iştahını körükleyince, fark geldi. Haldur, huldur maaile hücuma çıkmanın, saldırmanın ceremesi ağır oldu. Aslında maç çok daha önce kopabilirdi. Fenerbahçe rakiplerinden daha fazla mücadele etmedikçe, daha fazla koşmadıkça işi çok zor. Deplasman sayısının az olması avantaj ama Saracoğlu’nun zemini bunu da tersine çeviriyor.
Bu galibiyetten sonra ‘asla transfer olmaz’ diyordum ki; maç biter bitmez Aykut Kocaman beni doğruladı.
‘’Eksen kaymış‘’
Daum, Alex ve Emre “transfere ihtiyacımız var” diye ortadan, açık açık konuşuyor. Kimi basın toplantısında, kimi FBTV’den, kimi kulübün resmi yayın organından. Aykut Kocaman da Brezilya seferine çıkıyor.
Son olarak da Nihat Özdemir, Divan Kurulu’nda “en iyisini alacağız” diye bağlayıcı cümle sarf ediyor. Bir gün sonra hiçbir transfer yapılmayacağı şeklinde bir başka tekzip yayılıyor ortalığa... Taraftar şaşkınlığa, umutsuzluğa, sinire, strese kesiyor. Çünkü bir şeylerin yolunda gitmediğini, sallapati yürüdüğünü, tesadüflere bağlı olduğunu herkes apaçık görüyor.
Bu nasıl tuhaflıklar silsilesidir? Nasıl bir haldir? Her kafadan bir sesin çıktığı, kakafonik ve yakışıksız bir görüntü... En az Şükrü Saracoğlu’nun zemini kadar berbat bir ironi...
Bu takıma tranfer yapmak değil, yapmamak risktir. Geçen sene Fabian Ernst’i alma cesaretini Fenerbahçe gösterseydi, şampiyonluğu da alırdı. Tıpkı 650 bin Dolar’a kiralanan Nobre’nin şampiyonluk getirmesi gibi. Bunu borç içindeki Beşiktaş göze aldı ama Fenerbahçe alamadı.
Mevcut durumun bir tek izahı var; herhalde yönetim şampiyonluğu istemiyor. Aksi olsa transfer maliyeti kadar bir para gözden çıkarılıp, büyük liglerden, büyük takımlardan oyuncu kiralanabilirdi. En azından Nobre hamlesi gibi, yarım sezonluk bir hamle yapılırdı.
Bakın Galatasaray’a... Son derece akıllı bir nokta harekatıyla 18 milyon Sterlin’e alınmış Jo’yu kiraladı. Rota sürekli Premier League’i gösteriyor. Riski de yarım sezonluk.
Fenerbahçe’nin yaptığı ise Trabzonspor’u Gökhan Ünal külfetinden kurtarmak. Hem 3,5 milyon Euro ve Burak’ı vermek koşuluyla... Gökhan da Mehmet Topuz’un idare-i maslahat durumuna ayak uydurur ve eski takımındaki gibi oynarsa yandı gülüm keten helva.
Şurası çok açık ki; Fenerbahçe ekseninden kaydı, rotasından saptı. Cesur olması gereken yerde korkak, temkinli olması gereken noktada aşırı atılgan. En büyük farkı olan ve hiçbir koşulda değişmeyen coşkusu ve neşesi kalmadı 4 yıldır. Sadece rakiplerine umut ve neşe dağıtan bir hale büründü.
Bu takımın transfere ihtiyacı var. Hem de bangır bangır bağırıyor. Hepsi Emre kadar yırtınır, Lugano kadar savaşır, Gökhan Gönül kadar koşar, Bilica kadar direnir, Özer kadar istekli ve iştahlı olur, Alex kadar akıl ve profesyonellik koyarsa ortaya, o zaman belki gerek kalmayabilir. O da belki!
Bunun dışında kim ne derse boş konuşuyor.
‘’Eksi 10‘’
Karla karışık bir yağmur, karma karışık bir futbol, tarla karışık bir saha; hem de çeltik tarlası... Tribünler de “eve dönemeyiz” korkusundan olabildiğince seyrelmiş. Kanatlar su altında, ağırlaştırılmış çamur güreşi başlıyor. Bildiğin 3. Lig koşullarının tekmili bir arada!
Ligin en tepesindeki ile en dibindekinin maçıydı bu.
Peki aralarında bir fark görebilen oldu mu? Güçsüz ve cılız Fenerbahçe, rakiplerini değil, kendini ve izleyen gözleri yoruyor.
Kurgulasan olmaz; Sivas deplasmanı öncesinde ‘sınırdakiler’ 4 sarı kart görüp, aklın sınırlarını zorluyor. Ee, bu ‘müttefik şartlar’ altında Fenerbahçe’nin başka rakibe de ihtiyacı kalmıyor zaten.
Keşke maçı kazanmak için sadece daha çok bonservis parası, sadece daha çok transfer ücreti, sadece daha çok şöhret yetebilse... Neylersin!
Alex olmayınca ‘beyin travması’ geçiriyor Fenerbahçe... Aklı ve zekası tutuklanıyor.
Hissedilen sıcaklık -10’a düşüyor. Güiza ve Semih el ele gol kaçırma krallığına yürüyor. Bünyamin Gezer’in Semih’in tertemiz pozisyonunu düdükle kesmesi, kimseyi kesmez; sarı kart da göstermeliydi galiba...
Santos duran topu, vuran topa çeviriyor. Ardından ‘iki ıska ve bir vuruş’ ile Fenerbahçe’nin belalısı Youla ortaya çıkıyor. Her an kırılabilecek bir maç, Özer ve Güiza ile bir anda 3-1’e geliyor. Ancak sorular da sorunlar da hâlâ yerli yerinde öylece duruyor.
‘’Öncelikli mesele...‘’
Ortada, ağızdan kaçmış bile olsa, talihsizce bir demeç bile olsa ‘verilmiş bir söz’ var. Hem de çok bağlayıcı bir üslupla ve çok çok iddialı bir “3 yıl üst üste şampiyonluk” sözü...
Ortada, bu söz yüzünden harcanmış milyonlarca Dolar ve yine bu söz yüzünden yaşanmış transfer kavgaları ve abartılı fiyatlar ödettiren gerilim yüklü rekabet anıları var. Ancak ne futbol var, ne takım ruhu, ne kondisyon, ne koşmak, ne hırs, ne motivasyon, ne de konsantrasyon!
Rakibi ciddiye almak ayrı bir şey, rakipten korkmak ayrı. Kendine güvenmek ayrı, rakibi küçümsemek ayrı. Coşkulu oynamak ayrı, şımarıklık ayrı. Hırs ayrı, asabiyet ayrı. Mücadele ayrı, kavga ve boğuşma ayrı. Tekmeye kafa sokmak ayrı, kafaya tekme sokmak ayrı... Agresiflik ayrı, çirkeflik ayrı. Kavram kargaşasını da geçtik, kavram kaosu yaşıyor Fenerbahçe...
5-6 futbolcusu hariç, kendi kadrosundaki oyuncuları bile Fenerbahçe formasına saygı duymuyor. Öyle olmasaydı, her maçta en son dakikaya kadar yansırdı bu zaten.
Rakibi ciddiye almayan adam, milyonlarca dolar kazandığı kulübünü de küçümsüyor demektir. Kendini ciddiye almayanı başkaları neden alsın ki? Rakip için bundan daha tahrikkâr, daha motive edici bir durum olabilir mi?
‘Ağalar’ öyle bir yanılsama içindeler ki, sanki Fenerbahçe onları değil de, onlar Fenerbahçe’yi transfer etmişler. İşçi-işveren algısı tersine dönmüş. Sanırsın milyon Dolarlar karşılığı oynamıyorlar da, milyon Dolarlar bağışlıyorlar bu kulübe...
1 liraya oynarken 10 liralık efor sarf eden adamlar, 10 liraya oynarken 1 liralık bile kıpırdamıyorsa, takım, mücadele, yardımlaşma, konsantrasyon ve motivasyonu lugatinden silmiş kadar mesleğinden uzaklaşıyorsa bu işte fahiş bir yanlışlık var.
Fenerbahçe’nin öncelikli meselesi bu arkadaşları yoğunlaştırılmış bir kurstan geçirip, futbolun ‘takım oyunu’ olduğunu ve taşıdıkları formayı hatırlatmaktır. Futbola da en az ‘kelepçeli alemler’ ve gece hayatı kadar ciddi yaklaşmalarını sağlamaktır. O kelepçeler, kulübün hedeflerine, bunun için harcanmış onca emeğe, yapılmış fedakarlıklara vurulmuştur. Zihniyet devrimiyle, kurumsal devrimle, kulübün geleceğiyle alay etmek, yalanlamak, ‘ti’ye almak ve hatta aşağılamaktır.
Yani mesele belli; o gelmiş, bu gitmiş hepsi hikaye!
‘’Düello ve harakiri‘’
Maça iyi başlamıştı Fenerbahçe. İlk yarıda hem kanatları iyi kullanmaya çalıştı, hem de rakibin kalesine sokulmasına izin vermedi. Önce Selçuk’un direkten dönen şans topu, ardından mükemmel bir atakla gelen Alex’in ‘sağ dış’ golü.
Sonra pozisyon vermeden yenilen bir beraberlik golü. Yalçın’ın mükemmel kafa vuruşu kadar, vurduranın da, tutamayanın da rolü var bu golde. Tam ilk yarı biterken Bilica’nın ‘alın da atın’ harakiri denemesi.
Hakemin forma çekmeye bu kadar hoşgörüyle yaklaşıp, kartsız geçiştirdiği başka bir maç var mıdır bilmem?
İkinci yarıda Fenerbahçe bildiğimiz haline büründü. İsteksiz, hırssız, seyreden, yasaksavar görünümünde ve “bitse de gitsek” havasında.
Antalyaspor bu rehavete 2 güzel golle cezayı kesince, hafif bir silkeleniş. Sonra Özer ve Güiza ile tekrar beraberlik. Yeniden nükseden dalgınlık hastalığı ve Djiehoua’nın indirdiği son darbe.
Birbirinden şık 7 gol izleten, heyecanlı bir maçtı. Antalyaspor hanesine artılar, Fenerbahçe hanesine ise soru işaretleri kazıdı. Skor tam tersi olsa da bu gerçeği değiştirmezdi.
‘’Türk futbolundaki 'Putlar Vadisi'‘’
Rıdvan Dilmen “Türk futbolunda Ergenekon var” dedi, yer yerinden oynadı. Bence bu tartışmayı başlatarak büyük bir iş, büyük bir hizmet yaptı. Ben, yıllardır bunu söyleyip bunu yazıyorum; Belgesiyle, bulgusuyla, bilgisiyle, taraflarıyla, konuşmalarıyla, yazışmalarıyla... Putlara saldırdığımız için, kullar da, müritler de, biat edenler de, yancılar da bize saldırıp duruyor. Yok etmek için, susturmak için dolaylı dolaysız uğraşıyorlar. Bir yandan da mahkemelerde boğuşup duruyoruz.
Susurluk da var, Ergenekon da
‘Besleme’ olarak yola çıkanlar, ‘besmele’ ile yola çıkanları nasıl anlasın? Hortumcusuyla, pipetçisiyle, yalancısıyla, yancısıyla, yancığıyla ortada bir saadet zinciri var. Titan titana yani! Susurluk da var, Ergenekon da... Hem de öyle böyle değil. Futboldan başka ne varsa futbolun içinde ama futbol, futbol unsurunun dışında...
Türkiye’de futbol konulmadığı kadarıyla var zaten. Salak olmayan, aptal olmayan, geri zekalı olmayan görüyor zaten nelerin dönüp durduğunu 15 yıldır. İnanmayan ‘Papermoon Tarikatı’na bir sorsun.
Futbol konuşmanın anlamı kalmaz
Siyaset burada, cemaat burada, cemiyet burada, tarikat burada, mafyozlar burada, hemşehricilik burada, sahte pasaport burada, şike burada, teşvik burada...
Bu adamlar, bunların düzenleri, düzenekleri, devşirmeleri ve uzantıları temizlenmedikçe, bu bataklık kurutulmadıkça, sivrisineği de, yılanı da, yalanı da eksik olmaz. O zaman da futbol konuşmanın hiçbir anlamı da yok zaten. Ekranlarda konuşanların, gazetelerde yazanların çoğu anlatmak ve açıklamak için değil, örtmek, saklamak ve karartmak için yapıyorlar bu işi... Çünkü onlar düzenin devşirilmiş bekçileri; Kapitol’ün Kazları! Güce tapan cüceler topluluğu...
Tezgahı sorgulayanları, ayna tutanları, kendileriyle yüzleştirenleri yakıcı bir kompleks ve hınçla linç etmeye çalışırlar. Çünkü gırtlak korkusu yaşarlar. Sahiplerine şirin görünmek için ‘etikçi’ maskesiyle ‘tetikçilik’ yaparlar. Sinsice top çevirirler. Düzenin aktörlerine, mimarlarına, tasarımcılarına, figüranlarına kursaktan ve göbekten bağlıdırlar. Birbirlerini kutsarlar, yalaşıp, yutuşurlar.
Sorular kimlere soruluyor
Peki Dilmen’in haberini yapanlar, kimlere soru sorduklarının farkındalar mı? Peki Rıdvan Dilmen, futbol yorumu yaparken bu Ergenekon figürlerinden en az birini bırakın bir kez bile eleştirmeyi, her fırsatta kutsamış mıdır? Neyse, Putlar Vadisi’nde ‘Allah’ diyebilmek, tüzüksel değilse bile onunla zengin kafiyeli bir açılım gerektirir.
‘’Kelepçeler‘’
Taşlaşmış bir zemin, zıp zıp zıplayan bir top, zıpkın gibi gergin bir rakip ve yumuşacık bir Fenerbahçe... Hem de şuursuz ve santrforsuz. Anlaşıldı ki; lig arası boş değil bomboş geçmiş. Kelepçeciler devredışı bırakıldı ama beyinlerdeki, ayaklardaki ve yüreklerdeki kelepçeler hâlâ yerli yerinde... Başta Bilica olmak üzere, Lugano, Gökhan, Emre, Volkan ve Baroni gerçek askerlerdi. Diğerleri de ‘temsili milis kuvvet’ kontenjanından ‘idare-i maslahat’ bölüğü... Alex de kelimenin tam hakkıyla bir komutan! Fenerbahçe golü bulana kadar, Kanarya’nın ‘ıskartası’ Burak dünyaları harcadı. Gönderilişini haklı kılacak her şeyi yaptı. Volkan yüzde yüzlük pozisyonlarda, golü engelleyen adamdı.
Dev Ivesa’nın aşırı özgüveni, Alex’in minicik hamlesiyle yerle bir oldu. Penaltı pozisyonunun ‘hızlandırılmış tekrarı’ da ‘birinci sınıf’ bir hamleydi. Gerçi ortada ‘faul ve yumurta’ olmadan Gökhan Gönül’e bir sarı kart ‘çakmak’ da, birinci sınıf bir nostalji olurdu.
‘Atom Karınca’nın her Fenerbahçe maçında, olur olmaz pozisyonlarda birden bire Atom Bombası’na dönmesi apayrı bir konu... Dudaklarından dökülen ‘centilmen’ sözleri duyan duydu, duyamayan da gördü. Acaba bunun için de “PFDK’ya taşınsın” diyen ‘centilmen bir kalem’ çıkar mı?