‘’'Bataklık kuruyacak'‘’
18-30 Temmuz 2017 tarihinde Samsun’da yapılacak olan 23. İşitme Engelliler Olimpiyat Oyunları’na 100 gün kala ev sahibi kentte Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç’ın konuğu olduk. Bakan Kılıç, ulusal ve yerel spor medyasının müdürleri ve temsilcilerini aralarında Samsun Valisi İbrahim Şahin, Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın da olduğu kalabalık bir heyetle tesis tesis gezdirdi. Tamamlanan, tamamlanmaya yakın olan tesislerle ve oyunlarla ilgili Bakan Kılıç’ın yanısıra, Spor Genel Müdür Yardımcısı Dursun Türk, Oyunlar Direktörü Serkan Baltacı bizleri bilgilendirirken, kentin tarihi, altyapısı, sosyal dokusu ve çevre düzenlemesiyle ilgili de Vali İbrahim Şahin ve Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz açıklamalarda bulundular. Bu konuyla ilgili haberimizi zaten dünkü FANATİK’te verdik. Öncelikle şunu söylemeliyim: Ben şahsen, gerek Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın, gerekse Samsun’un bu dev organizasyonun altından kalkabilecek güce sahip olduğunu gözlemledim. Biten ve bitmek üzere olan tesislerin ise gerçekten son derece modern yapılar olduğunu da eklemeliyim.
İki saatlik sohbetten öne çıkanlar
Tesisler dolaşıldıktan ve oyunlarla ilgili düzenlenen basın toplantısından sonra ise Bakan Akif Çağatay Kılıç bizlerle bir sohbet toplantısı düzenledi. Bizler de gündemdeki konularla ilgili Bakan Kılıç’ı soru yağmuruna tuttuk. Kulüplerin borçlarından dopinge, yılan hikayesine dönen kulüpler yasasından stat terörüne, antrenör yetiştirilmesinden Milli Eğitim Bakanlığı ile gidilen işbirliğine kadar bir çok konuya cevap verdi Sayın Kılıç. Burada sözü fazla uzatmadan iki saate yakın süren sohbetten Bakan Kılıç’ın vurgu yaptığı açıklamaları satır başlarıyla verelim:
Doping konusunda kurutmaya çalıştığımız bir bataklık var. Bizim burada peşinde olduğumuz organizasyon yapısı var. Onu bulmak için yapılması gerekenler var. Bu nedenle dopinge bulaşmış kim olursa olsun; sporcusu, antrenörü... Bir daha onlarla işimiz olmaz!
Hidayet Türkoğlu konusu başka. Elma ile armudu birbirine karıştırmamak gerekir. Bizim bahsettiğimiz şey başka sizin dile getirdiğiniz başka bir şey. Aradaki fark, onun hangi şartlarda ve nerede olduğuna bakmak lazım.
WADA’nın son yayınladığı listede dopingle mücadele eden ülkeler sıralamasında yedinci durumdayız. Fransa dahil, bir çok Avrupa ülkesi bizim altımızda. Neden bunu gündeme getirmiyorsunuz?
Kulüplerin sorumluluklarını artıracağız. Yönetimsel ve finansal anlamdaki sorumlulukları yeniden düzenlenecek. Kulüpler Yasası’na son rötüşlarını yapıyoruz. Yasayı yeni sezona yetiştireceğiz. Biz de UEFA gibi yaptırım ve sorumlulukları kulüplere ve yöneticilerine yükleyeceğiz
Sahaya atlayan bir vandalı karakoldan alan yönetici istifa etmek zorunda kaldı. Bundan 10 yıl önce böyle bir şey olabilir miydi? Türkiye’de spor kamuoyunun geldiği nokta, artık böyle şeylerin kabullenilemeyeceğini gösteriyor. Futbol sahalarından uzaklaşan bu vandallar artık başka alanlara kaymaya başladı. Onun da önlemini alacağız.
Yanlış bilinen bir nokta var. Kulüplerin vergi borçları silinmedi, yeniden yapılandırıldı. Gençlik ve Spor Bakanlığı’na olan borçları da öyle. 36 aya bölündü borçları. İnşallah öderler. Öderlerse kendileri kazançlı çıkar! Maliye Bakanlığı ile vergilerle alakalı çalışmamız var. Bu çalışma, amatör spor branşlarına harcanmış olan maddi kaynağın vergi ile alakalı olarak bir geri dönüşünün sağlanmasıyla ilgili.
Milli Eğitim Bakanlığı’na diyeceğiz ki, işte bizim listemiz. Bizimle çalışan olimpik sporcuların listesi. Bu, o kadar çok sayı değil. Totalde 5-6 bin sporculuk bir liste. MEB’e bu sporculara izin konusunda yardımcı olun diyeceğiz.
Bizim antrenör eksiğimiz var. Bakanlık içerisinde görev alan tüm antrenörlerin sertifikalarını tarayıp bulduk, bazı şeyler çıktı. Bununla alakalı işlem tesis ettik. Lise diploması sahte çıkan antrenör oldu. Yakaladık işine son verdik. İdare mahkemesi işe iade etti. Böyle şeylerle uğraşıyoruz.
‘’Non bis in idem!‘’
Evrensel hukukta şöyle bir ilke vardır: Aynı suçtan iki kez yargılama ve cezalandırma olmaz! Bu ilke, hukuk literatüründe latince ‘Non bis in idem’ şeklinde ifade ediliyor ve genellikle işlediği suçtan dolayı bir ülkede yargılanıp ceza almış kişilerin, aynı suçtan bir başka ülkede yargılanmaması prensibine dayanıyor. Atletizm Federasyonu’nun dopingten ceza almış sporcularla ilgili almış olduğu karar, tam da bu hukuk prensibinin çiğnenmesi anlamına geliyor. Üstelik, bu kararı verirken yargılama yoluna bile gitmeden direkt cezayı kesiyor! Yargılama yok, savunma yok, temyiz yok! Böyle şeyler diktatörlükle yönetilen üçüncü dünya ülkelerinde olur ancak!
Dopingli çıkan sporcu zaten uluslararası kurallar gereği, yapmış olduğu fiilin karşılığında belli bir müddet spordan men cezası alıyor. Aynı suçu ikinci kez işlediği zaman da ömür boyu spordan men ediliyor. Atletizm Federasyonu ise aynı suçu ikinci kez işlemesini beklemeden zaten ceza almış sporcuyu, Milli Takım kapılarını kapatmak suretiyle hayatının sonuna kadar mahkum etme yoluna gidiyor! Hiç kuşkusuz, böyle bir tasarruf insan haklarına aykırıdır ve ceza alan sporcuların başvurması durumunda mahkemelerden geri döner. Kaldı ki bazı genç ve tecrübesiz sporcular gerçekten kurban olibiliyorlar. Ya antrenörünün, ya menajerinin, ya da tecrübeli abilerinin!.. Fatih Çintımar, yargıçlığı bırakıp sadece başkanlığa konsantre olursa daha faydalı işlere imza atar kanısındayım!
Konuyu daha fazla uzatmadan bir örnekle kapatayım: Hidayet Türkoğlu dopingten 6 ay ceza aldı. Bu gün Basketbol Federasyonu Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı! Sporu bırakmasa NBA’de ülkemizi gururla temsil etmeye ve Milli Takım’da da oynamaya devam ediyor olacaktı!
‘’Kaçış sona erdi!‘’
Sadece atletizmde değil, bisiklet, halter, güreş gibi branşlar başta olmak üzere güce ve mukavemete dayalı bütün sporlarda geçmiş yıllarda şöyle bir motto vardı:
Yapan yapmayan yoktur, yakalanan yakalanmayan vardır! Ergojenik yardım adı altında kontrolsüzce alınan ilaçlar, o dönemde yapılan denetlemelerde gözden kaçabiliyordu. Zira, silici olarak bilinen, bir nevi ‘panzehir’ diye niteleyebileceğimiz ilaçlar, doping ihtiva eden ilaçların denetlemeler öncesi etkisini sıfırlayabiliyordu.
Bir diğer yöntem ise, ilacın belli bir zaman zarfında vücuttan atılabilmesi yoluyla denetlemelerde çıkmaması üzerineydi. Burada hesaplamayı iyi yapan sporcu ve antrenörü yırtıyordu! Elbette, konunun çok fazla uzmanı değiliz ve bizim bilmediğimiz daha nice kaçış yöntemleri vardı kimbilir! Lakin tıp teknolojisideki baş döndürücü ilerlemeler ve Dünya sporuna yön verenlerin artık bu işe sıfır töleransla yaklaşması, ‘yakalanan-yakalanmayan’ sürecinden ‘yapan-yapmayan’ sürecine geçişi hızlandırdı. Bunun pratikte somutlaşmış hali ise ‘Biyolojik pasaport’ oldu. Bu yöntemle sporcular yarış sonrası denetlemelerde temiz çıksalar dahi, geçmiş yıllarda kapalı kapılar ardında işledikleri günahları bir bir açığa çıkıyor. Bugün karşılaştığımız manzara da tam olarak budur. Her ne kadar Elvan’ın CAS süreci devam etse de, artık bir dönemin sonuna gelindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bundan böyle yapan yakalanacak! Şeytanın aklına gelmeyecek yeni sıradışı kaçış yöntemleri bulunana kadar!..
‘’Bu sadece bir festival!‘’
İstanbul, 2020’yi belki Tokyo’ya kaptırdı ama ard arda önemli organizasyonlar almaya devam ediyoruz. Bunun en büyük nedeni, sayısı her geçen yıl çığ gibi artan modern tesislerle Türkiye’nin organizasyon düzenleme yeteneğinin maksimum seviyeye çıkması.
Yarın Erzurum’da başlayacak olan Avrupa Gençlik Olimpik Kış Festivali (EYOF) de bunlardan biri. Bu yıl düzenleyeceğimiz iki büyük organazisayondan biri olan (Diğeri Deafolimpics.) EYOF’un başlıca amacı, yaşları 14-18 arasında olan gençleri geleceğe hazırlamak ve sporculara fair play çerçevesinde olimpik yarışma kültürü kazandırmak.
Organizasyonu bu anlamda ele aldığımızda, burada elde edilecek derecelerin pek de önemi olmadığını vurgulamamız gerekiyor. Bu konuyu özellikle hatırlatma gereği duydum, çünkü yarın bir gün alınacak başarısız sonuçlarda sporcularımıza hak etmedikleri çirkin yakıştırmalarda bulunmayalım! Bilhassa medya olarak! EYOF’un sadece bir festival olduğunu unutmayalım!
‘’Paralimpik liyakat!‘’
Dünkü yazımda ‘Olimpik liyakat’ konusuna değinmiştim, bugün ise ‘Paralimpik liyakat’ meselesini irdelemeye çalışacağım. Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda var: Paralimpikte liyakat sahibi olmanın ilk koşulu engelli olmaktır. Elbette Paralimpik Oyunları’na katılmak için de Uluslararası Paralimpik Komitesi’nin (IPC) koymuş olduğu kotaları aşmak gerekiyor. Tıpkı Olimpiyat Oyunları’nda olduğu gibi...
Ülkemizin Paralimpik Oyunları’ndaki serüvenine baktığımızda baş döndürücü bir hızda gelişim yaşadığımız görülüyor. 1992 Barcelona ve 2000 Sydney Paralimpik Oyunları’na sadece yüzmede birer sporcuyla gitmişiz. O da sembolik olarak! Bu rakam 2004 Atina’da 5 branşta 8 sporcuya, 2008 Pekin’de 7 branşta 16’ya, 2012 Londra’da 11 branşta 67’ye ve nihayetinde 2016 Rio’da 14 branşta 79’a çıkmış. Aynı gelişim madalya sayısında da göze çarpıyor. 2004 ve 2008’de 1’er altın ve bronz, 2012’de 1 altın, 5 gümüş, 4 bronz, 2016’da ise 3 altın, 1 gümüş, 5 bronz madalya alarak Paralimpik Oyunları’na ağırlığını koymaya başladı.
Sıradışı bir spor adamı: Yavuz Kocaömer
Nasıl ki, Olimpiyat Oyunları ülkemiz sporunun dünyadaki yeri ve değeri konusunda bir mihenk taşı ise Paralimpik Oyunları da öyledir. Ve her ikisi de aslında bir sonuçtur. Ülkemizde spora yapılan yatırımın bir sonucu...
Peki Paralimpik Oyunları’nda 2000 yılından 2016’ya gelene kadar nasıl böylesi bir ivme yakaladık ve bu geldiğimiz nokta yeterli midir? Engelli sporundaki bu gelişimi, bunun baş mimarından söz etmeden anlayamayız. Çünkü onun sıra dışı yöntemleri, Türkiye’deki statükoya baş kaldırması ve kalıpları yıkmasının engelli sporunun önünün açılmasında yadsınamaz bir rolü var. Evet, Yavuz Kocaömer’den bahsediyorum. Halen Türkiye Milli Paralimpik Komitesi (TMPK) ve Türkiye Engelliler Spor Yardım ve Eğitim Vakfı’nın (TESYEV) Başkanlığını yürüten Yavuz Kocaömer...
Kocaömer, 1996’da bu işe el attığında Türkiye’deki bütün engelli sporları, Engelli Sporları Federasyonu’nun çatısı altındaydı. Kendisi o dönem Perihan Savaş’ın başkanlığını yaptığı federasyonda as başkan olarak görev yapıyordu. 1998’de Savaş’ın istifasının ardından federasyon başkanlığını üstlenen Kocaömer 1999’da dönemin Spor Bakanı ile anlaşamadı ve görevi bıraktı. Ama engelliler sporunu asla...
2004 ile 2008 arasında önemli hamle yaptık
Aynı yıl TESYEV’i kuran Kocaömer, 2002’de de TMPK’yı kurdu. Kocaömer yine o dönemde tek çatı altındaki federasyonu, bedensel engelliler, görme engelliler, işitme engelliler ve zihinsel engelliler olmak üzere dört ayrı federasyona ayırdı. Ömrünün yarısını Almanya’da, yarısını da Türkiye’de geçiren Yavuz Kocaömer, yurt dışında edindiği tecrübeleri insanımıza aktarmasının yanısıra, gelişmiş ülkelerin sahip olduğu sistemleri, organizasyon şemalarını, uluslararası teamülleri ve kuralları Türkiye’ye modelleyerek ülkemizdeki engelli sporlarını adeta sil baştan tanzim etti. 2004’de Atina’ya gittiğimizde emekleme safhasındaydık. Asıl gelişimi ise 2004 ile 2008 arasında yaşadık. Bunda hiç kuşkusuz Yavuz Kocaömer’in olağanüstü çabalarının yanı sıra dönemin Spor Bakanı Mehmet Ali Şahin ile Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay’ın da büyük katkıları vardı. Elbette 2000 yılından itibaren 10 yıl Bedensel Engelliler Federasyonu Başkanlığı’nı yapan Demirhan Şerefhan’ı da unutmamak gerek.
Engelli sporlarındaki gelişim 2008’den sonra da katlanarak devam etti. Yukarıda verdiğim rakamlarda da bu açıkça görülüyor zaten. Son Paralimpik Oyunları’nda elde ettiği dereceyle de olimpik branşların önüne geçmiş durumda. Şunu net olarak belirtmeliyim ki, bu farkı yaratan Yavuz Kocaömer ve onun önderliğinde örgütlenmiş bir kaç yüz elit insanın olağandışı çabalarının ürünüdür. Yoksa bütün sporları yöneten devlet, yine aynı devlet! Bence, Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Türk sporunu yeniden dizayn etmek istiyorsa Kocaömer’i başdanışman yapma konusunda ciddi ciddi düşünmelidir. Zira, engelli sporlarının 16 yıl öncesi ile bugünü arasında kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir fark var. Kelimelerle anlatamayız belki ama rakamlarla anlatabiliriz!
Büyük sıçramaya rağmen eksiklerimiz çok
Demirhan Şerefhan’dan aldığım bilgiye göre, 2000’de tüm engelli gruplarında toplam 20 kulüp, 4 branş ve 500-600 civarında sporcu varmış. Spor Genel Müdürlüğü (SGM) verilerine göre 2015 tablosu ise şöyle:
Bedensel Engelliler: 18 branşta 5,701 lisanslı, 2,061 faal sporcu, 1,965 antrenör ve 137 kulüp.
Görme Engelliler: 5 branşta 4,706 lisanslı, 1,967 faal sporcu, 767 antrenör ve 136 kulüp.
İşitme Engelliler: 22 branşta 10,259 lisanslı, 2,233 faal sporcu, 937 antrenör ve 87 kulüp.
Zihinsel Engelliler: 12 branşta 16,501 lisanslı, 4,490 faal sporcu, 1,023 antrenör.
Fazla söze gerek yok aslında. 4 branştan 45 branşa, 20 kulüpten 360 kulübe, 500-600 sporcudan 10,071 sporcuya (Faal). Yüzde binlere varan bir sıçrama!
Peki bu yeterli midir? 78 milyonluk bir ülkede yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Üstelik nüfusun yüzde 12’sine tekabül eden 8.5 milyonluk bir engelli kitleden söz ediliyor. Hadi, 10,023’lük faal sporcuyu bir kenara bırakalım, toplam 37,167 olan lisanslı sporcu sayısını dahi baz alsak, engelli nüfusunun yüzde 0.5’ine bile spor yaptıramıyoruz demektir. Bu, çok vahim bir tablodur ülkemiz için. Devletin, asıl bu soruna el atması gerekir. Ama devlet ne yapıyor? Engelli sporuna şöyle el atıyor: Spor Genel Müdürlüğü, son seçimlerde her engelli federasyonuna 3-4 teşkilat mensubunu yönetim kurulu yapması için istekte bulunuyor! İşte liyakat dediğimiz şey de burada ortaya çıkıyor! Dört federayona 10-12 SGM mensubu demektir bu! Bu yöneticilerin engelli sporuyla ilgili bilgisi, ilgisi var mı? Ne gibi katkı sağlayabilirler engelli sporuna? Yoksa maksat onlar vasıtasıyla engelli federasyonlarını kontrol altında tutmaktı mıdır? İşte, asıl aşılması gereken paradoks budur!
‘’Olimpik liyakat!‘’
Hiç kuşkusuz şu anda ülkemizin başındaki en büyük sorun moral değerlerimizi alt üst eden hain terördür. Ama terörün yanısıra onlarca problemle de boğuşmak durumunda kalıyoruz milletçe... Bunlardan bir tanesi de liyakat sorunudur! Siyasette, ekonomide, sporda... Her alanda belki de bütün dertlerimizin kaynağını oluşturuyor liyakat sorunu. Ekonomi ve siyaset bizim işimiz değil. Elbette bunlar da bizi ilgilendiriyor, her Türk vatandaşı gibi ama işimiz spor yazmak ve yorumlamak. Ben o nedenle liyakat sorununun spor boyutunu irdelemeye çalışacağım. Hepimizin malumu, bir olimpiyat yılını geride bıraktık. Her ne kadar, bu yazı Rio sonrası kaleme alınacak bir yazı olsa da, sonrasında yaşanan seçimlerin de sonuçlanmasını bekledim. Çünkü, ülke sporunu yönetecek kadroların seçiminin de içinde olduğu bir süreçtir olimpik yolculuk.
Rio’daki 41.’lik başarı mıdır?
Rio Olimpiyat Oyunları’nda ülkemizin aldığı sonuçlar kimi çevreler tarafından alkışlanırken, spor kamuoyunun önemli bir kesimi tarafından yetersiz bulundu. Ben de yetersiz, hatta son derece başarısız bulanlardanım. Her şeyden önce Rio’da ortaya çıkan tabloya bakmak kafidir, bu kanıya varmak için. Türkiye, Oyunlar’ı 1 altın, 3 gümüş,
4 bronz, toplam 8 madalya ile 41. sırada tamamladı. Oyunları ilk 10 içinde tamamlayan ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa gibi gelişmiş ülkeleri bir yana bırakalım, sıralamada bizim önümüzde yer alan bazı ülkelerin isimlerini verelim: Kenya (15), Küba (18), Özbekistan (21), Kazakistan (22), Gürcistan (38), Azerbaycan (39), Beyaz Rusya (40)! Her nasılsa Ermenistan bir basamak altımızda kalmış! Hepsini toplasan bir tane Türkiye etmez. Hacim olarak, nüfus olarak, ekonomik ve sportif potansiyel olarak, insan kaynağı olarak, tarih olarak, kültür olarak... Bu, utanç tablosudur ülkemiz için.
Yazılarımda rakamları kullanmayı pek sevmem ama matematikten de şaşmam! Zira, evreni anlamanın yolu matematikten geçiyor. Sayılarla devam edelim:
Genç nüfusun yüzde 2.2’si faal sporcu!
Spor Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Türkiye’de lisanslı sporcu sayısı, 1,218,286’sı kadın, 2,551,350’si erkek, toplam 3,769,636. Olimpik branşlara ait olan sporcu sayısı ise 2,224,939 kişi. Bunların şişirilmiş rakamlar olduğunu tabi ki söylememe bile gerek yok. Seçimlerde oy kullanacak delegeler için kurulan naylon kulüpler ve bu kulüplere ait sözde lisanslar! Zaten faal sporcu sayısına bakınca gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Bir göz atalım:
154,219’u kadın, 297,204’ü erkek, toplam 451,423 sporcu! Olimpik branşalara ait faal sporcu sayısı ise, 289,853 kişi! Bir de antrenör sayısına bakalım: Toplam 79,313 antrenör! Bunlardan 42,532’si olimpik branşlara ait! Peki Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) 2015 verilerine göre nüfusumuz kaç? Hemen belirteyim: 78,741,053. Bunun yüzde 16’sını 12,899,667 kişiyle 15-24 yaş grubundaki genç nüfus oluşturuyor.
Şimdi tabloya bakar mısınız? 12.9 milyon genç nüfusu olan ülkedeki faal sporcu sayısı sadece 450 bin! Yani yüzde 3.5! Satranç, geleneksel sporlar, halk oyunları, dart, bowling vb. olimpik olmayan branşları çıkarırsak bu rakam yüzde 2.2’ye düşüyor! Genç nüfusunun yüzde 2.2’sine faal olarak spor yaptırabilen bir ülkenin olimpiyatta başarılı olma şansı var mıdır sizce? 78 milyonluk ülkede 42 bini olimpik branş olmak üzere sadece 80 bin antrenör varsa,
o ülkede sporcu yetiştirilebilir mi?
Gelelim madalyonun diğer yüzüne...
Başarısız başkanların çoğu yine seçildi!
Bir sporcunun olimpiyata katılabilmesi için IOC’nin koyduğu barajı aşması gerekir. Yani bir liyakat söz konusu burada! Liyakatın olmadan olimpiyata gidemezsin! Gelgelelim bu sporcuları yöneten federasyon başkanlarının, yönetim kurullarının liyakatı var mıdır? Bir bakalım var mıdır! Rio sonrası Bakanlığa bağlı Sportif Değerlendirme Kurulu bir rapor yayınladı. Bu raporda güreş, cimnastik, yelken, badminton ve tekvando başarılı bulunurken, atletizm ve halter sınıfta kaldı, diğer tüm federasyonlar ise yetersiz bulundu. Peki yapılan seçimler sonrası ne oldu dersiniz? Sınıfta bırakılan ve yetersiz bulunan federasyon başkanlarından 10’u değişti, 12’si değişmedi. Buna mukabil başarılı bulunan 5 federasyondan 1’inin başkanı (yelken) seçimi kaybetti! Güreşin başkanının ise nasıl seçildiği günlerce yazıldı, çizildi! Değişen federasyon başkanlarından bir kısmı FETÖ kuşkusu, bir diğer bölümü de başka nedenlerle seçime girmemeleri için ikna edildi! Girselerdi kesin kazanırlardı! Federasyonların yönetim kurullarına ise hiç girmeyeyim! Çünkü gazetemizin sayfaları yetmez! Orası gayya kuyusu!
Bizdeki ‘Federasyon Ağalığı’ modelidir!
Peki nasıl oluyor da, bu kadar başarısız olan federasyon başkanları yeniden seçilebiliyor? Bilirsiniz ülkemizde ‘Sendika Ağası’ diye bir kavram vardır; bir sendikaya başkan seçilen ölene kadar başkan kalıyor! Öldükten sonra da yedi sülalesine yetecek kadar büyük bir miras bırakıyor! İşte, sporumuzda da süreç böyle işliyor. Başkan seçilen, ‘Federasyon Ağası’ oluyor ve ömür boyu devam ediyor! Delege yapısını değiştiriyor, kurulan naylon kulüplerde sporcu, yönetici gözüken akrabayı taallükatını federasyona dolduruyor ve bütün seçimleri garanti altına alıyor! Tabi, bütün bunlar sırtını siyasete, iktidara dayamadan olmuyor. İktidar da, ‘Benden, benden değil!’ mantığıyla hareket ettiği için bu devran böyle sürüp gidiyor. Nihayetinde olimpiyata gidecek olan sporcular liyakat sahibi olmadan gidemezken, onları yetiştirecek, hazırlayacak ve yönetecek başkanların, yöneticilerin liyakatına kimse aldırmıyor! Hiçbir alanda aldırmadığımız gibi!..
‘’Hamza kündeye geldi!‘’
Önceki gün (pazar) Güreş Federasyonu’nun 4. Olağan Kongresi yapıldı. Kongreye tek aday olarak giren mevcut başkan Musa Aydın katılan 192 delegenin 187’sinin oyunu alarak güle oynaya yeniden başkanlığa seçildi. Buraya kadar her şey normal! Çünkü okuduklarınız iki satırlık rutin bir gazete haberi. Ancak bu haberin derinliğine inince karşınıza tam bir gerilim filmi senaryosu çıkıyor! Derine inmeden önce yerinde takip ettiğim kongreyle ilgili kısa izlenimlerimi aktarayım:
Atatürk’ün adını anmayan sunucu
Kongre her federasyonda olduğu gibi şehitlere saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başladı. Ancak burada anonsu yapan şahıs, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuyla silah arkadaşları ve 15 Temmuz şehitleri için saygı duruşuna davet ediyorum” derken, ne hikmetse kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’ün adını telaffuz etmemeyi tercih etti. Ne diyelim, tercih onun! Ama yazıklar olsun!
Kongreye girerken, otel önünde ve içerideki polis yoğunluğu ve güvenlik önlemleri dikkat çekiciydi. Bir spor federasyonu değil de sanki bir partinin kongresi gibiydi. Ancak bütün bunlar olağan! Malum, sporda şiddet! Gel gelelim, yoğun polis varlığına rağmen son derece naif bir kongre süreci yaşandı. Adeta ilkokul müsameresi gibiydi! Şakalar, birbirlerine takılmalar, gülüşmeler... Herkes çok mutluydu! Belli ki, diğer aday Enis Erdem’in çekilmiş olması kongrede inanılmaz bir ruhsal boşalıma yol açmıştı!
Kongredeki tek kadın delege!
Bir diğer dikkatimi çeken konu ise kongrede sadece bir kadın delegenin oluşuydu! O da Rumen asıllı Rodika Maria Yakşi’ydi. Tamam, güreş erkek sporudur ama ne gariptir ki, ülkemizi Dünya Güreş Birliği (UWW)’de en üst düzeyde temsil eden tek spor insanı da bir kadın; yani Rodika Maria Yakşi! Zaten Sayın Yakşi de UWW kontenjanından delege olmuştu! Oysa bu ülkede Güreş Federasyonu bünyesinde kadın güreşi de yapılıyor. Üstelik daha geçen yıl bir Avrupa Şampiyonu (Yasemin Adar) bile çıkardık. Sinevizyonda sürekli dombıra çalmasını da kısaca hatırlatalım ve geçelim asıl meseleye...
Gel gel, git git, tekrar gel gel!
Musa Aydın, Sportif Değerlendirme Kurulu tarafından Rio sonrası en başarılı başkan olarak rapor edildi. En başarısız federasyonlarda bile mevcut başkanın tek aday olduğu bir dönemde Sayın Aydın’ın da öyle olması bekleniyordu. Ama olmadı! Karşısına camianın pek tanımadığı Enis Erdem adında bir aday çıktı. Kulis bilgilerine göre Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Hamza Yerlikaya’nın sahaya sürdüğü bir isimdi. Oysa, Musa Aydın’ı milletvekili adaylığı için görevi bıraktıktan sonra koltuğa oturtan da yine Hamza Yerlikaya’ydı! Fakat aradan geçen 1.5 yılda köprülerin altından çok sular akmış ve Aydın ile Yerlikaya’nın arası açılmıştı! Yerlikaya’nın Erdem’i desteklemesi üzerine Musa Aydın küstü ve tası tarağı toplayıp memleketi Bursa’ya gitti. Resmen açıklamasa da aday olmayacağı yönünde kuvvetli bilgiler mevcuttu. Bunun üzerine Musa Aydın’a haksızlık yapıldığını düşünen camia ayaklandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a seslerini duyurmanın yolunu aradılar. Ve buldular da!
‘Siyasi ahlakım gereği!...’
Musa Aydın’la ilgili şarkılı, türkülü bir video hazırlayıp Youtube’a yüklediler. Çeşitli gazete ve dergilere bu yönde haberler servis edildi. Son olarak, 29 Ekim Resepsiyonu’na katılan şampiyon güreşçilerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a mevcut başkandan memnun olduklarını ifade ettikleri ileri sürüldü. Bu umut verici gelişmeler üzerine Musa Aydın Ankara’ya dönerek yine aday olacağını açıkladı ve çalışmalara başladı. Fakat, tablo yine de pek iç açıcı değildi. Enis Erdem’in topladığı ıslak imza sayısı 142, Musa Aydın’ın ise 94’tü! İmzaların 29’u mükerrer çıkınca sayı 113’e 65 oldu! Bu tabloya göre Enis Erdem’in kazanacağı öngörülüyordu. Lakin, büyük bir sürpriz oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Belarus’a giderken Erdem’in çekilmesini istedi. Erdem de, “Siyasi ahlakım gereği!” diyerek çekildi. Ve güreş tarihinin en barışçıl kongresi de bu şekilde gerçekleşmiş oldu ve kaybeden de ne yazık ki Hamza Yerlikaya’ydı! Ne yazık ki diyorum, çünkü başarılarla dolu, tertemiz, saygın bir sportif kariyeri var. Keşke bu işlere hiç bulaşmasaydı! (Bu arada Yönetim Kurulu’nda tek bir eski sporcu olmadığını da belirteyim. Sayın Spor Bakanı Kılıç’ın kulakları çınlasın!) Size bir şey söyleyeyim mi, sevgili okurlar... Bu seçim komedisine son vermenin zamanı geldi de geçiyor. Üniversitelerde de yaşanıyordu bu komedi, kaldırıldı ve bitti. Sporda da seçimin kaldırılması lazım. Herkesin bir adamın iki dudağından çıkana baktığı bir atmosferde, seçmen iradesinden, demokrasiden, özerklikten filan bahsedilemez. O tek adamı tek adam yapan da biziz!
Çünkü, hiç kimse özgür iradesini işine yansıtamıyor ve çözümsüz kalan en ufak meseleler bile Sayın Erdoğan’a havale ediliyor!
‘’Mehmet Batdal'ın onuru (2)‘’
Başlıktaki 2’nin nedeni bundan dört buçuk yıl önce, yani 28 Mart 2012’de yine bu sütunlarda Mehmet Batdal’ın onurundan bahsetmiş olmam. O zaman Galatasaray’da kırılan onurundan söz etmiştim, şimdi ise Başakşehir’de verdiği onur mücadelesinden bahsetmek istiyorum. Galatasaray’da oynarken, kritik bir Trabzon maçında son 15 dakikada kurtarıcı olarak sahaya sürülmüş, 90+4’de değerlendiremediği kolay bir gol pozisyon nedeniyle de Fatih Terim tarafından derdest edilmişti. Ben de bunun üzerine kabaca şunları dile getirmiştim:
“Son iki yıldır hiç kimse onun kadar itilip kakılmadı. Oradan oraya savruldu. Kulüpsüz kalıp yeniden Galatasaray’a sığındı. Terim de yüzüne bakmadı. Hiç bir maçta kulübeye dahi alınmazken, Trabzon maçında ise aniden kurtarıcı oldu! Lakin kaçırdığı golle yine hedef tahtasına oturtuldu. Başta hocası Terim tarafından! Adam kazanmakla nam salan Terim, Mehmet Batdal’ı bozuk para gibi harcıyor. Milan Baros’a iki yıldır derviş sabrı gösterenler söz konusu Mehmet Batdal olunca şahin kesiliyor. Ayıptır, yazıktır, günahtır!”
Bu kez milli takım
Aslında bugün de benzer bir süreci yaşıyor Mehmet Batdal! Elbette milli takım açısından! Galatasaray’da kaçırdığı o kritik gol nedeniyle Batdal’ın ipini çeken Terim, milli takımın santrfor sıkıntısı çektiği şu günlerde lider Başakşehir’de harikalar yaratan başarılı futbolcunun yüzüne bile bakmıyor! Oysa Mehmet Batdal, usul usul şampiyonluğa göz kırpan -umarım olurlar- Başakşehir’de sistemin kilit oyuncularından. Takımın omurgasını oluşturan parçalardan biri. Makinenin en önemli dişlisi. Pek fazla gol atamasa da, yaratılan gol pozisyonlarının büyük bir kısmında onun katkısı var.
Onurunu tamir etti
Rakip stoperlerin arasında duvar olması, yüksek topları alarak arkadaşlarına servis yapması, ileriye atılan topları tutarak takımının karşı alana yerleşmesini sağlaması, takımının set hücumlarında bağlantı noktası olması ve yaptığı hücum presle rakip defansı yıpratması, takım savunmasını en önde başlatması tecrübeli futbolcunun sahaya yansıttığı özelliklerinin bazıları. Bunların yanı sıra yaptığı topsuz koşularla Başakşehir’in hızlı forvetlerine koridor açan ve bu sezon attığı kritik gollerle de takımına puan kazandıran Mehmet Batdal, önceki yıllarda kaybettiği özgüvenini yeniden geri kazanmış, kırılan onurunu da tamir etmiş gözüküyor.
Yaşlı değil iyi!
Hocası Abdullah Avcı’nın kendisine olan güvenini, desteğini boşa çıkarmayan ve her maç üstüne koyarak oynayan Mehmet Batdal, halen ülkemizin en önemli pivot santrforu (Bu alanda kendisine Bursasporlu Kubilay Kanatsızkuş rakip olabilir). Yaşı 30’u bulan Mehmet Batdal, umarım bu performansını sürdürür ve kaybolan yıllarını hızla telafi eder. Buna hem kendisinin hem takımının hem de bugüne kadar formasını hiç giyemediği A Milli Futbol Takımımız’ın ihtiyacı var çünkü...
Son sözüm yaşı itibariyle Mehmet Batdal’ı milli takıma yakıştıramayanlara... Genç futbolcu-yaşlı futbolcu yoktur, iyi futbolcu-kötü futbolcu vardır! Mehmet Batdal da iyi bir futbolcu ve üstelik iyi de bir insan! Tespihli, silahlı, külahlı futbolcuların milli takım kamplarında cirit attığını da göz önüne alırsak!..