‘’Bugünün övgüsünü yarına bırakma‘’
Tuhaf zamanlardan geçtiğimiz aşikâr. İnsan herhangi bir konuda ne söyleyeceğini ‘ölçüp biçecek verilere’ bile sahip değil. Kimin neye öfkeleneceği, kimin görüş beyan eden birini hangi gerekçeyle fırçalayacağı/trolleyeceği belli değil. Otorite dün ak dediğine bugün kara, az önce kara dediğine biraz sonra ‘sütlü kahve’ diyebiliyor. Fakat sonuçta kaybeden hep ‘turkuaz’ oluyor!
Son haftalarda oyununu geliştiren Beşiktaş, Antalya maçını hayli gösterişli bir oyun ve net bir skorla kazandı ya, ‘umacı korkusu salanlar’ aniden ortalığa fırladı; “Şişirmeyin...”
Oysa futbol öyle bir oyun ki, gelişmek için en çok da eğlenceye, mutluluğa ihtiyaç duyar. Formülü de basittir; “Daha çok eğlenen daha iyi oynar, daha iyi oynayan daha çok eğlenir.”
Beck ve Atiba katkısı
Beşiktaş topu kalesinden uzak tutma konusunda hayli mesafe kat etti. Takımın en verimli oyuncularından biri hem de tam gereken haftalarda takıma da lige de yavaş yavaş ısınan Andreas Beck. “Gereken haftalar” diyorum artık kadrolar, performanslar ağır ağır netleşiyor. Artık, altta da üstte de kopmaların başlayacağı periyoda girildi. O nedenle neden ve kim tarafından alındığı belli olamayan Tosic kenarda, Hilbert’i çağrıştıracağa benzeyen Beck ise devamlı sahada...
Şenol Güneş’in belki de en önemli dokunuşu ‘takımın merkezi’ Atiba Hutchinson’a oldu. Atiba yeni düzende ön liberodan - yani Fatih Terim’in terminolojiye katkısı olan çapa/çupa’dan (!) - ofansif orta sahaya dönüşünce takımın rengi de değişti. Veli’nin yokluğunda ‘her derde deva’ Necip oluşan gedikleri onarmada Atiba’ya omuz verince ön taraf daha iştahlı, rakip için daha tehditkâr bir tavra büründü.
Sıra Töre ve Quaresma’da
O nedenle Mario Gomez söylendiği gibi özgüven kazanarak değil tam tersi kendini en iyi bildiği iş olan ‘gol’ü yapacak pozisyon zenginliğinin içinde bulunca yükseldi.
Yeni düzende tıpkı Gomez gibi Oğuzhan yaratıcı, Olcay çalışkan ve bitirici kimliklerine kavuştular. Hücumda Töre ve Quaresma topla oynamak yerine ‘takımla oynamaya’ ikna edilebilirlerse Beşiktaş maçları daha da izlenir hale gelir. Böylece ofansif hatta bir Türkiye klişesi olan “Bireysel hatalardan basit goller yedik” türünden suya tirit açıklamalarda duymak zorunda kalmayız. Elbette tüm bu belirlemelerin kalıcı olması için performans devamlılığı şart.
‘’Dayanışma ve basit oyunun zaferi!..‘’
Ligin tempo/ritm ortalamasının hayli üzerine çıkan maçın ilk yarısına rengini veren Beşiktaş’ın Oğuzhan merkezli pas bağıydı. Çok seçenekli bu pas oyununa ise Atiba ile Necip’in özel performansı yol verdi... Veli’nin yokluğunda bu ikili, hem topun kaleden uzak tutulması hem kapılması hem de öne taşınmasında o denli pratik ve işlevseldiler ki, önlerinde oynayan tüm ekibin o denli gösterişli oynama/görünmelerini temel aktörü oldular. Antalya’nın ilk yarı boyu tüm girişimleri bu duvara çarptı desem abartmış olmam. Elbette kazara Eto’o’nun önüne düşen top hariç!...
Efektif hem de işlevsel
Olcay 20. dakikada gelişen 7-8 paslık oyundaki gayretini golle süsleyebilse ya da Oğuzhan en başarılı olduğu ‘tek pas’ta ısrar edip oyunu arkadaşları için kolaylaştırsa, Beşiktaş maçın yükünü daha ilk yarı hafifletecekti. Bunlara bir de Quresma’nın ‘bildik top tutkusu’ ekleyin... Oysa ‘basit oynama’yı aramak hem efektif hem de işlevseldir. Tıpkı Atiba/Necip’in yaptığı gibi...
İkinci yarının ilk bölümünde Beşiktaş anlaşılmaz biçimde ‘pas düzeni’ni kaybetti. ‘’Buna Antalya’nın baskısı neden oldu’’ diyeceğim ama değil. Basit oyundan uzaklaşıp ‘kişisel performans tutkusu’ daha öne çıktı. Ta ki 63. dakikaya kadar... Quaresma belki de maçtaki ilk doğru pasında Beck’i asiste mahkum etti (!) ve o da Gomez’e golü yaptırdı.
Ligin izlenesi takımı
Maç boyu Beşiktaşlı oyuncular skoru erkenden farka götürecek pozisyonlar yaratmakta ne denli yaratıcıysalar gol için gereken paslar da o denli acemi tercihlerde bulundular. Ne zaman ki dördüncü golde olduğu gibi tek top/basit oyun formülüne sadık kalıp doğru vuruşu tercih ettiler o zaman istediklerini yapıp hem de gösteriyi bol golle süslediler. Antalya ise Eto’o/Lazaroviç ikilisi dışında gayretli ancak yaratıcı değildi. Kuşkusuz ki bunda yetenek/beceri eğrisinin önemi büyüktü. Kalesini doğru savunan bir takım olan Beşiktaş bu tempoda ısrar edip ve oyunu basitleştirme konusundaki ısrarını kaybetmezse, şampiyonluğu - şimdilik - bilemem ama ligin en izlenesi takımı olacağı açık...
‘’Bu maç özelinde doğru oyun...‘’
Ligin vasat seviyesi nedeniyle oyununu geliştirmekte hayli zaman kaybeden Şenol Güneş’in Beşiktaş’ı, dün akşam ilk 10 dakikayı atlattıktan sonra ‘duruma el koyar’ gibi oldu!.. Bunu yaparken de iki kenarı Töre ve Quaresma’dan hatırı sayılır katkılar aldıysa bunu ‘besleyici üçlü’ Atiba, Oğuzhan ve Sosa’ya borçluydu. Ancak bu üçlü henüz tempoyu ayarlayacak yetkinlikte değiller... Beri yandan gerek sakatlıklar gerekse de derslerine yeterince çalışmadığı için Beşiktaş’a geldiği seviyede kalan İsmail Köybaşı’nın gayretli ancak işlevsiz performansına diğer kanat beki Andreas Beck de eşlik edince hücumu çeşitlemek mümkün olamadı. Haliyle iş, çoğu zaman olduğu gibi organizasyondan çok yine bireysel beceriye kaldı... Yani Töre ve Quaresma’ya...
Mahir oyuncu Sosa
İkinci devrenin hemen başında Podolski’nin bir gece önce attığına benzer bir pozisyon yakalayan Gökhan Töre, o yetkinlikte olmadığı için tabelayı değiştiremedi. Derken, takımın topa en mahir oyuncusu Jose Sosa tuhaf bir top kaptırdı. Top kaptırmak şaşırtıcı değil ancak devamında hiçbir reaksiyon vermeyip gol olana kadar durumu izliyor olması şaşırtıcıdan da öte bir durum... Açıklayıcı tek gerekçe o anda oluşan ‘sakatlık’... Devamında derhal oyundan alınışı da bu tezi destekliyor gibi...
Ardından geriye düşmüş olan Beşiktaş mecburen tempoya yüklendi ve ‘gol ustası’ Gomez’in zarif çalımlarının ardından gelen net bir vuruşuyla attığı gol ile üzerindeki tedirginliği de attı.
Önemli puan
Şenol Güneş, Beşiktaş’ı ağırdan da olsa istediklerini sahaya yansıtan bir takım haline getiriyor. Koşuyor, çalışıyorlar... Çözülmesi gereken sorunların başında topla çabuk iki kenar oyuncusunun ‘takımı da çabuklaştırmak’ için topu paylaşma konusunda biraz daha paylaşımcı olmaları geliyor. Beklerin hücuma katkı yapacak seviyeden uzak oluşları da önemli eksik... Yine de bu maç özelinde rakibi kaleden uzak tutmak ve düzenlerini bozma konusunda ise hayli iyi durumdaydı Beşiktaş. Yedikleri gol dışında, pozisyon vermezken öncelikle doğru oynadılar... Kazanabilecek fırsatları buldularsa da olmadı ancak önemli bir puan almayı başardılar.
‘’Vasat oyuna üç puan‘’
Bilinir, futbolun temel kuralllarından biri, ‘Top sende kalırsa gol yemezsin’dir. Bunun için de topu en zahmetsiz şekilde aranızda gezdirmeniz gerekir ki, hem siz eğlenin hem top rakibe geçmesin. Bunun adına epeydir ‘pas oyunu’ deniyor. Bu oyunu uygulamak için temel gerekli olan ise ‘sabır’ ve ‘dayanıklılık’tır... Ne var ki, günümüzün ‘hızla sonuca ulaş’ çağrısı her alanda olduğu futbolu da teslim aldı. Beşiktaş’ın bundan uzak durması bekleneblir mi?..
Maçın ilk 15 dakikasında Rize, gerek topu gezdirme gerek doğrudan kaleye inme konusunda hayli pratikti. Özellikle İsmail ile Olcay arasındaki ‘kapanmayan mesafe’ Rizeli oyunculara hayli verimli alanlar sundu. Kweuke-Deniz Kadah ikilisi bu süreçte hep ‘Gol atacaklar’ gibi duruyordu ama gerek direk gerek ‘tercih’ler buna engel oldu. Ardından Sosa-Oğuzhan merkezli örgütlü hücumlarla Beşiktaş topu ele geçirdi. Ancak, ‘top sever’ Gökhan Töre’nın basit-tek top oynama konusunda aşamadığı sorunlarına Olcay’ın ‘sıradanlığı’ eklenince oyun ‘dondu’. ‘Nafile ataklar’ birbirini izlerken Mario Gomez’e neredeyse tek top bile inmedi.
Quaresma noktayı koydu
İkinci yarı üç aşağı beş yukarı aynı ritmde giderken Oğuzhan’ın düşürüldüğü pozisyonda futbolcuların ülkeye özgü ‘Penaltıydı, değildi’ tartışması sürerken Quaresma işi uzatmayıp noktayı koydu!.. Golle birlikte oyun çözüldü. Ardından Beşiktaş Sosa/Necip değişikliğiyle ‘güvenlikçi politika’yı tercih edince üstünlük tamamen eline geçti. dDoğrusu ya, pozisyon konusunda sınırlı olan maçın iyileri kalecilerdi. Ülke ortalamasına denk düşen bir karşılaşmada teknik direktör ve oyuncu etkisinin sıradanlığıyla geçen bu maçın ardından en iyisi bundan sonraki maçlara bakmak...
‘’Tarihi ironi!‘’
Büyük iddialarla çıkılan yolculuğun sonunda önce ‘Play-Off amortisi’... Sonra ‘muhteşem geri dönüşler’ retoriği... O nedenle gerek Fatih Terim gerekse Arda Turan, işin neredeyse tamama erdiği Çek Cumhuriyeti maçının ardından hedefin yakınlaşmasıyla birlikte üst seviye kibirli bir dille çıktılar hepimizin karşısına... Neyse ki ‘bu taktiğe’ çoğumuz aşinayız da, en azından şaşmadık!..
Dün gece bu gruptaki son maçlarında kazanma alışkanlığını iyice geliştiren milliler bir önceki maçta olduğu gibi ‘hedefi olmayan’ ikinci rakibi karşısında da doğru oynama çizgisine sadık kalarak istediğine ulaştı.
İlk devre topu İzlanda’ya zaman zaman teslim etmiş olan milliler, onların ‘tehlike yaratmaları’na izin vermedikleri gibi hatırı sayılır pozisyonlar geliştirmekten de geri durmadı.
Selçuk İnan’la mucize
Temkinli oyun, ayarlı tempo, bilinçli top kullanımı... Bu formülle doğru olanı yapıp, ilk devreyi ‘kazasız belasız’ atlatarak skoru ikinci devreye bıraktılar. Yine de 4-6-0 biçiminde özetlenecek mevcut dizilişte bir ‘gizli santrfor’un eksikliği açıkça hissediliyordu. Sonuçta Terim, önce 72’de öne bir ‘hakiki santrfor’ Cenk’i ardından ikincisi Umut Bulut’u alarak skoru hedefledi. Ancak hesaplayamadığı yaptığı ilk değişiklik olan Gökhan Töre’ydi. Beşiktaş’ın ‘belirsiz oyuncu’su Töre öyle bir iş yaptı ki belki de başka biçimde işleyecek bir planı tam çöpe atmıştı ki, 90’da Selçuk İnan işte o ‘mucize’yi bir kez daha gerçekleştiren o muhteşem vuruşu çıkardı.
Sonuçta şampiyonaya gitmek için olasılıklarının çoğu başkalarının elinde olan Türkiye, kendi yapması gerekeni son anda da olsa yaptı. Ancak ‘tarihi ironi’ esasen iki kez yenemediğimiz Letonya’nın iki kez yendiğimiz Kazakistan’a kendi sahasında yenilmesiyle tecelli etti...
‘’Daha iyi maçlar hak ediyoruz!‘’
Memlekete hakim olan ‘yavan futbol’un temel formülünü ezberlemişsinizdir; ‘Takım olarak iyice geriye yaslan, koca maç boyunca bir ya da iki tane pozisyon nasılsa bulursun. Atarsan ne ala... Atamadın, yükle suçu hakeme!..’ Bu, hem izlenirlik hem oyuncu yetiştirme konusunda futbolu aşağı çeken tarza karşı ‘önde oynamak’ hem müşkül hem risklidir. Bu muhafazakar formülün sadık uygulayıcılarından Eskişehir, dün ilk devre net bir pozisyon da buldu ama kaleci Tolga’ya takıldı. Bu tarzın kuralıdır, yakaladın mı atacaksın!..
Gomez galibi belirledi
Güneş ise ‘riski göze almış’ bir kadro sürdü sahaya. Sosa-Oğuzhan gibi top bilgi ve becerisi yüksek ancak defansif özellikleri düşük oyuncularla takım öne gönderdi. İlk yarı boyunca oyuna hakimdiler ama Oğuzhan, Quaresma ve Gökhan Töre’nin ‘topla geveze’ tarzları yüzünden bir türlü ‘basit oynayamadılar.’ Böylece hatırı sayılır oranda atak olgunlaşma şansı bulamadı. Oysa Gomez’in ilk golü çok şey anlatmalı onlara... Maçın tekrarını izlerlerse ‘basit ve haliyle işlevsel oyunun tek ve seri pas ile yükseltilen tempoya bağlı olduğunu’ kendileri de görecekler.
İkinci devre Quaresma-Necip değişimiyle hem top Beşiktaş’ta daha çok kaldı hem de ‘top gevezesi’ oyunculardan biri kenara alınınca oyun daha işlevsel oynanır hale geldi. Bunun sonucunda da 57. dakikada Oğuzhan, şut işini kendinden daha iyi yapan Gomez’e bıraktı ve o da maçın galibini belli etti!
Gekas, ikramı geri çevirmedi
Görünen şuydu ki, Eskişehir gol atmaya pek niyetli değildi. Ancak kendisi de dahil kimse Rodolfo’nun topu böylesi ikramları geri çevirmeyecek Gekas’ın önüne yuvarlayacağını tahmin edemezdi. Tahmin edilemez iş gerçekleşince de maçın en azından son 4-5 dakikasına ‘kalite’ değilse bile heyecan geldi. Hele de son saniyede Engin Bekdemir’e zemini yumruklatan direkten dönen son şutu ile!.. O gol olsa, ki pekala olabilirdi, bu oyunla Eskişehir bir puanı alacaktı!.. Buna kimileri ‘futbolun güzelliği’ kimileri ‘skoru tutamamanın acemiliği’ diyecekti kuşkusuz. Sonuçta ülke vasatını aşamayan, defalarca örneğini izlediğimiz maçlardan birini daha tamamladık. Seviye ve oyuncu yükseltmek değil tüm çaba ve odaklanmanın ‘büyükler’den puan olmak olduğu bir ligde yalvarsak bile fazlasını vermeyecekler...
‘’Bu oyuna ‘1 puan' iyidir‘’
Bir futbol takımının aklını ve gücünü orta sahasına bakarak test edebiliriz. Orta saha takımın ‘kaptan köşkü’, ‘kokpit’idir. Ancak bu alandaki oyuncuların ‘etkili’ olması diğer mevkiilerin performansına direkt bağlıdır. Beşiktaş tüm ilk yarı boyunca karşı kaleye inemediyse bundan orta sahayı değil, kaleci dışında tüm takımı sorumlu tutabiliriz. Rakibi karşılayamayan, topu ele geçiremediği için kullanamayan Beşiktaş, takım ölçeği düşünüldüğünde ‘kudretli iki ön liberosu’na rağmen kendini savunma konusunda da büyük sıkıntılar yaşadı. Beri yandan hem dar alanda bireysel etkinlik hem geniş alanda takım organizasyonu konusunda hayli etkin olan Lizbon ilk yarı maçı 3-4 yapamadıysa, bunu biraz kaleci Tolga, biraz da son vuruş sıkıntısına bağlamalı.
İtiraz edemediler
Fakat esas problem, Beşiktaş’ın içine düştüğü ‘teslimiyetçi ruh hali’ne uzun süre itiraz edememiş olmasında. Takım 60. dakikaya kadar tüm ritmini ‘Quaresma’nın varyeteleri’ne bağlamış görünüyordu. Bu denli pasif oynayan bir takım yakaladığını atamama gibi bir lükse sahip değildi ki, altı yedi paslı ilk organize atakta Töre’yi bomboş durumda kaleciyle karşı karşıya bırakmayı başardılar. O da maçtaki ilk olumlu işinde ‘gol’ yaptı.
Oğuzhan’dan geldi...
Bu dakikadan sonra üzerindeki ölü toprağını bir parça atmış görünen Beşiktaş’ın 71. dakikadaki ikinci olgun atağında Cenk o lüksü kullanıp uygun topu dışarı vurdu! Ardından benzeri bir iş 77’de en yapmasını beklemediğimiz isim Oğuzhan’dan geldi. En iyi yaptığı iş olan ‘pas’ yerine ‘Cenkvari’ bir vuruşla pozisyonu heba etti. 85’te Gomez de bu kervana katılınca son 30 dakikada da olsa ele geçirilen oyun üstünlüğü galibiyetle süslenemedi. Bu maç da gösterdi ki, Beşiktaş maçı kaybedebileceği ilk devre ‘oynayamadığı’ oyun üzerine çok düşünüp bir o kadar da çalışmalı.
‘’Çocuksu alaycılık!‘’
Evet, futbol bir ‘oyun’dur ve her oyun gibi çocuksu ama bir o kadar da eğlencelidir. Ne var ki bu oyun epeydir, kendi yapabildikleriyle eğlenmek yerine rakiplerin yapamadıklarıyla eğlenmek gibi bir duruma dönüştürüldü. Hayatta olduğu gibi onun ayrılmaz bir parçası olan futbolda da insanlar kendilerinden çok ‘ötekileştirdikleri’ diğerleriyle meşgul halde...
BJK TV’deki ‘çocuksu alaycılık’ da bunun göstergelerinden biri. Zekice olmayan, çocuksu - ancak epey küçük bir çocuk - ve saçma bir dil/tarz... Ayrıca her başları sıkıştığında sözünü etmeyi pek sevdikleri ‘Beşiktaşlı duruşu’nun neresine oturuyor bu iş, onu da bu garip işin mucitlerine sormak gerek!.. Benim tanımımda Beşiktaşlı; çelebi, vakur, bol gönüllü, oturmasını kalkmasını bilen ve ağız dolusu gülmenin hakkını veren birisidir. ‘Sosyal medya’ diline bu hızla adapte olup onun tuzaklarına bu kadar kolay düşenlerle aynı takımı (!) tutmadığım çok açık!...