‘’Advocaat bol bol not almıştır‘’
Taraftar bakışından ayrı, Dick Advocaat kenardan takımıyla ilgili neler görmüştür acaba? Herhalde şunu; topu kaptığında sete yerleşen ancak bunu ‘düşük ritm’de yapan bir Fenerbahçe.
Bilinir, bu durum ülkemizin kronik sorunudur. Ve bunu en keskin ifadeyle dile getiren de bir başka Hollandalı Wesley Sneijder olmuştur. Hatırlanırsa Wes, son Dünya Kupası sırasında, “Türkiye’de futbolcular topu üç-dört kez dürtmeden ayaklarından çıkartmıyor” demişti. Ona ilk tepki gecikmemiş, belli ki ‘milli gururu incinen’ o dönemin milli takım yardımcı hocası Hamza Hamzaoğlu, “O, kazandığı paranın hakkını verip takıma savunmada yardım etsin” türünden bir şeyler söylemişti. ‘Doğru söyleyeni kovalamak’ bu olsa gerek!
Advocaat da işte bu soruna takılacak görünüyor. Onun ilk işi ‘pas hızı’ ve topun oyuncu ayağında kalma süresinin kısaltılması olacak gibi...
Sıra ligi çözmekte
Örneğin, Salih ya da Alper ‘yetenek gösterisi’ yapmak yerine daha seri oynamayı düşünseler zaten ilk maçta muradına ermiş Fenerbahçe kendini geliştirmek için iyi bir idman yapmış olurdu. Van der Wiel’in ‘ince işi’nin ardından gelen golle maç koptu ama bunu rakibin ‘çözülmesi’ne bağlamak daha doğru olur.
Eğer böyle düşünürlerse Fenerbahçe’nin sorunlarının ultrasonunu çekip süratle tedaviye geçmek kolaylaşır. Bu maçta Advocaat oyuncuları için çok not almıştır sanırım. Şimdi onun için sırada, ‘öncelikle rakibi oynatma’ sloganıyla sahaya çıkacak bizim ‘temposuz, vasat lig’imizin sırlarını çözmek var!
‘’Güzel başladı!‘’
Anlayan var mı? Sezon açılıyor ve açılışı ‘şampiyon’ yapmıyor!. Ama neden? Yapsana açılışı şampiyonla... Rakibi şampiyonu çıkış tüneli ağzında alkışlasın ve film daha önce hiç başlamadığı bir yerden başlasın!... Çok mu zor? Kuşkusuz, “Sen de bir şeyi beğen be birader” diyecekler olacaktır aramızda ama ben de onlara, “Sen de her şeyi beğenme be kardeşim. Bazı şeylere de karşı çık ki dünya birlikte değiştirmek için yan yana gelelim” diyeceğim... Neyse!.. Kayıplarını onaramamış Beşiktaş bir ilk maç olarak karşılaşacağı en iyi takımlardan birini ağırladı statında. Beşiktaş’ın eksiklerine (!) rağmen kadro yapısı açısından iki takım arasındaki fark okyanuslar değilse bile dağlar ya da denizlerle kıyaslanabilir.
Maçı moral olarak aldı
‘Süper Lig çaylağı’ Alanya karşısında devreyi 2-0 önde bitirirken üç pozisyon alıp bir pozisyon verdiler. Yüzdeleri son derece yüksekti... Oğuzhan’ın golü hayli ilginçti. Taç atışından gelen topta kaleci dahil karşısına geçen üç Alanyalı senkronik olarak ‘birer an’ kaybetti. Peki o zaman ne olur? Gol olur!.. Ya ikincisinde? Sağ bek Beck, ceza sahasından çıkmaya çalışan Alanya’yı ceza sahası çizgisi üzerinde bastırıp topu kaptı ve Olcay’a golü yaptırdı. Hâl böyle olunca devre biterken Beşiktaş maçı moral olarak çoktan ele almıştı bile. Maç esnasında bu duruma erişen bir takım için ‘oyunun boyu uzadı/kısaldı’, ‘kanatların etkisi’, ‘pas trafiği’ türü teknik kavramlar anlamını yitirir. Öyle de oldu.
Birkaç hafta böyle gider
Cenk’in penaltısı sonrası futbolcu coştu, tribün koptu ve oyun her daim olması gerektiği gibi eğlenceye dönüştü. Peki bundan sonra?. İşler birkaç hafta böyle gider. Sonra rakip takımlar savunmada tahkimatları artırır... Adam geçme, arkaya sızma azalır... Bazı oyuncular sakatlanır... Herkes hakemlere saldırır... Yönetimler gerilir... Taraftarlar didişir!... Varsın olsun... Futbol güzel... Biz iyi insanlarız...
Eğer böyle düşünüyorsak sezona Melih Cevdet’le başlayalım;
Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu
‘’Haklı olmak yeter mi?‘’
Beşiktaş Teknik Direktörü Şenol Güneş öyle şeyler söyledi ki, sormayın!.. ‘Beşiktaş ağaları’nca seçime sokulmayan muhaliflerden biri kürsüden bunların onda birini söylememişti ki, yaka paça alaşağı edildi.
Açıklamaların ardından muhalefete muhalefet etmeyi ‘takım tutmak’ sanan pembe hayaller ülkesinin ‘öfkeli iyimserleri’ abondone olurken, Beşiktaş yönetimi dün itibarıyla ‘süt dökmüş kedi’ misali sessizdi...
‘Başı bozuk transferler’
Oysa yönetici Umut Güner gururla, “Şampiyon takım dağılıyor algısı yanlış” diyor ve “Kaleye Fabri’yi sol beke Adriano sağa da Gökhan Gönül’ü aldık” diye ekliyordu. Anlıyoruz ki durum böyle değilmiş... Güneş, bir sol bek ihtiyacından daha söz ederken, “İki yabancı kaleci takıma ağır gelebilir” diyerek transferdeki başı bozukluğu da anlatıyordu.
Yönetimin arkasına siperlenen Beşiktaş medyası ise “Hoca haklı ama şimdi zamanı mı?” türünden mahcup ifadelerle ortamı yumuşatmaya çalışıyor.
‘Borcu kimse umursamadı’
Oysa başta Yemen Ekşioğlu olmak üzere birçok Beşiktaşlı kaç zamandır yazıyor, söylüyor; “Reel borç 2 milyar TL’yi aştı...” Kimse umursamıyor. Tek savunu “Stat yapıldı. Ayrıca transfer yasağı var, yönetim ne yapsın?” Peki ama transfer yasağı hangi gerekçeyle kondu? Bahsi geçen borçlar nelerdir, hangi kaleme ne harcanmıştır? Kulübün ‘alacakları’ denen paralar kimdedir ve tahsilat yöntemi nedir?.. Bu sorular ne denetleniyor ne de merak ediliyor..
‘Kullandığı dil çelişkili’
Beşiktaş’ın yönetim düzeyinde ehil ellerde olmadığı her adımda ortaya çıkıyor. Bu durum gerçek verilerle hareket edip, analitik düşünebilen herkesin malumu.
Peki teknik anlamda saha için durum ne halde?
Yaz aylarını ‘suspus’ geçiren Şenol Güneş lig başlarken yapısal sorunları ortaya döktü. “Kulübü biz yönetmiyoruz. Biz takımı yönetiyoruz. Patron var, genel müdür var. Genel hesaba bakılır en son kararı patron verir” dedi. Bir kere bizim ülkede kulüplerin ‘patron’u yok. Yönetim kurulları ve onları temsilen başkanları var. ‘Başkan’ da ‘patron’ değil. Patron ya sermaye sahibine ya da kriminal dünyada ‘baba’ya verilen isimdir. O nedenle teknik adamların ‘jargon’ yerine ‘terminoloji’ye bağlı kalmaları şarttır. Böyle yapmayıp sonra gazetecilerin dilinden şikayet etmek çelişkili bir duruma işaret eder.
‘Sızlanma işe yaramadı’
Futbolun endüstriyel yapısı gereği günümüzde teknik direktörler çok şeye hakim ya da en azından hakim olanları denetleyebilecek temel bilgilere sahip olmak zorunda. Yani ‘iş idaresi’, İngiltere bağlamında konuşursak ‘menacer’lik bilgileri şart. Bir diğer seçenek ise ‘sportif direktörlük’ makamının inşasını talep etmek. Yoksa, “Kafam basmaz” türü adresi belirsiz, kimin neden eleştirildiği belli olmayan sinik sızlanmalar işe yaramaz!
‘Kayıp para delikleri tıkanamıyor’
Güneş’i anlayabiliyorum, ülkenin spekülatif transfer ortamında kendini temiz tutmaya çalıştığı için bu konulara girmek istemiyor. Ancak bu kez de ortaya Denis Boyko ya da tartışılmadan üstü kapatılan Gökhan Gönül gibi hesapsız transferler çıkıyor!.. Böylesi durumlarda ise daha elzem transferler gerçekleşemeyip, kayıp para ‘kara delikleri’ tıkanamıyor!..
‘Çıkarsın bu kadroyla oynarsın’
Güneş kendini, yönetimin verdiği/verebildiği kadroyla iş yapmak zorunda olan biri olarak tarif ediyor... Bu durumda, Beşiktaş’ın elinde zaten belirli bir kadro var. Bunun üzerine çıkmak ‘şimdilik’ mümkün görünmüyor ve Güneş’in de herhangi bir çözümü yok ise, bu tür ‘şikayetlere’ ne gerek var? Çıkarsın bu kadroyla oynarsın!...
‘Hoca düzeltme işine girmez’
Çok başlık var ama yer dar!.. Son bir not olarak, bugün yapacağı açıklanan toplantıda umarım Şenol Güneş ‘yanlış anlamaları’ düzeltme işine girmez!.. Ve yıllardır her takımda yardımcılığını yapan antrenör Şeref Çiçek’in neden takımdan ayrıldığına dair de anlayabileceğimiz birkaç şey söyler.
‘’Bir şey yapmalı!‘’
Maç öncesi çeşitli saldırı haberleri geliyordu ama ülkenin ‘milli stadı’ndaki meşale görüntüleri yeni sezonda bizi ne tür vurdumduymazlıkların beklediğinin de habercisi oldu...
Stadın bir bölümü ‘şov yapıyoruz ’ bahanesiyle ‘yanarken’, futbolu yönetenler protokolde ‘canı sıkılmış ’ gibi yapıyordu. Kendimi onların yerine koyuyor ve birinin devre arasında diyelim TFF Başkanı Yıldırım Demirören mikrofonu eline alıp şöyle konuşmasını hayal ediyorum; “Arkadaşlar bu oyunu ne yazık ki hakkınca izleyemiyoruz. O nedenle bu maçı burada bırakıyor ve herkesin evine gidip ‘Acaba nerede yanlış yapıyoruz’ diye düşünmesini istiyoruz” Ne büyük hayal değil mi? Oysa ne önemi var ‘Süper Kupa’nın. Hatırlayın, 3 Temmuz sonrasında bu ülkenin oynanmamış bir Süper Kupası var. Bir diğeri yarım kalsa ne olur? Gördüklerimiz/yaşadıklarımız karşısında hepimizin Moğollar ’dan Cahit Berkay hocamızın o muazzam çığlığını hatırlaması şart; “Bir şey yapmalı!.. ”
Maça dönersek... İlk 10 dakika Bruma merkezli hücumlarla oyunu ele alan Galatasaray ’a karşı Beşiktaş ’ın maçı dengeye getirmesi güç oldu. Atiba/Oğuzhan/Tolgay üçlüsüne rağmen geçen yılki olgunluğa ulaşamadılar bir türlü. İlk ciddi tehlikeyi 60. dakikada Cenk ile bulan Beşiktaş Tolga Ciğerci/Selçuk ikilisini aşmakta zorlandıkça kaygı eşiği de yükseldi. İşe Wesley ’i sokan Galatasaray ise 60’dan sonra uygun fırsatlar bulamasa da tehlike bölgesine iyice yerleşti. Ancak normal sürenin sonunda Cenk ile kupaya yaklaşan Beşiktaş golleri kaçırırken sanırım Mario Gomez ’in menacerinin avuç içleri de kaşınmıştır!..
Kupayı penaltılarla kaybeden Beşiktaş Sosa/Gomez ikilisini özlerken dirençli Galatasaray sezon için yenilenmiş bir görüntü verdi.
Ve son notlar... Oyuncuların hakeme karşı tutumlarının düzelmesi için MHK ’nin daha keskin ve kararlı duruş sergilemesi bir kez daha elzem görünüyor. Ancak yayıncı kuruluşun yorumcusu için bir çözüm bulamadım. Yorumcuyu ‘sevk’ ya da ‘havale’ edecek makam konusunda kafam haylı karışık. Uygun bir çözüm bulan varsa lütfen beni de haberdar etsin!..
[Content:{1247349}]
‘’Şimdilik tavsiye!‘’
Enteresan bir ülkede yaşadığımız çoğumuzun malumu. Birileri hakkımızda bir karar verir sesimiz çıkmaz... Yine birileri kararı kaldırdığını açıklar, “Peki o zaman neden vardı bu yasak?” diye merak edenimiz olmaz. Dün Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı Göksel Gümüşdağ, yeni sezonda Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzon ve Bursa arasındaki deplasman maçlarına taraftar götürmeme uygulamasının kaldırılmasına karar verdiklerini açıkladı.
Görev alanı farklı!
Doğru, yerinde hatta hayli gecikmiş bir karar... Lakin bildiğim kadarıyla bu konu Kulüpler Birliği’nin görev alanında değil. Böylesi bir karar, ülkenin ‘iç işleri sorunu’ olduğundan içinde bulunduğumuz ‘Olağanüstü Hâl’ gibi olağan dışı dönemde valilerin ve onlara bağlı ‘il güvenlik kurulları’nın yetki alanında olmalı. Kulüpler Birliği’nin kaldırdıklarını açıkladığı karar olsa olsa ‘tavsiye niteliği’ taşır diye düşünüyorum.
Ciddi bir ipucu...
İşin hukuksal tekniği bir yana... 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşan iyimser havanın toplumun tüm hücrelerine nüfuz edebilmesi için Kulüpler Birliği’nin açıklaması başlı başına bir özgüven, kararlılık ve işlerin ‘eskisi gibi yönetilmeyeceği’ne dair ciddi bir ipucu olarak okunmalı. Böyle değilse bile böyle olması için takipçi olunmalı... Toplumun olgunlaşmadığını vaaz ederek ‘deplasman yasağını’nı kaldırma kararı için “henüz erken” diyecekler olacaktır kuşkusuz. Hatta kimi yazar arkadaşlarımız bu minvalde görüş bildiren yazılar bile yazdı.
Demokrasi bir süreç
Ancak unutmamak gerekir ki, demokrasi ve toplumsal olgunluk bir süreçtir ve bu sürecin nereden başlayacağına hiçbirimiz karar veremeyiz. Toplum, demokrasiyi herbir bireyiyle inşa edecek bir zemine oturabilirse ‘modern toplum’ olma yolundan yolculuğuna başlamış olur. Ve böylece onca insanın yaşamına mal olan darbe girişimleri de kimsenin aklına gelmez ve bu doğrultuda illegal örgütlenme arayışlarına girmez, giremezler.
Kapalı toplum uygulaması!
Demokrasi her şeyden önce ‘toplumsal olgunluğu’ gerektirir ve bu, birilerinin bir yerlerde planlayarak uygulayabileceği, yeri ve zamanına karar verebileceği bir durum değildir. Başlığımız ‘futbol’ ise bu, stadyumdan başlar ve yaşamın her alanına örnek teşkil edecek biçimde yayılır. Başlığımız ‘bilim’ ise, üniversite ve bilimsel çalışma alanlarından başlayarak aralarında stadyumların da olduğu tüm toplumsal alanlara doğru yayılır. Demokratik toplumlar, kendine güvenen haliyle yurttaşına güvenen toplumlardır. Bu bağlamda ‘futbolda deplasman yasağı’ gibi ‘kapalı toplum’ uygulamalarını reddederler.
Desteklemek görevdir
Peki, kimi zaman tribünler arasında sorun çıkmayacak mıdır? Elbette çıkacaktır. Bu hem zaten ‘eşitsiz olan hayat’a hem oyunun gereği olan ‘gerilim’e bağlıdır. Bu tür ‘savaşmadan çözülecek sorunları’ çözebilen insan topluluklarının ortak paydalarda buluşma konusunda daha yetkin olacakları da su götürmez bir gerçektir. Ezcümle, Kulüpler Birliği açıklamasını destekleyip, geliştirmek oyunun da hayatın da insana yüklediği önemli görevlerinden biridir.
‘’Yenikapı'dan çıkan deplasman dersi!..‘’
Ülke tarihinin en kitlesel mitingi olarak tarihe geçen organizasyon, eksiklerine rağmen bazı bileşenlerinin yokluğu gibi bize bambaşka şeyler gösterdi. Neleri mi? Hiçbir koşulda yan yana gelemeyeceği varsayılan grup ve insanları, yaşamın kimi ‘ortak problemleri’ karşısında bir arada görebileceğimizi... Özeleştiri yapmayı bir tür ‘geri adım atma’ sayanların özeleştiri yapabildiklerinde oluşan ‘yaratıcı iyimserliğin moral gücü’nü... Kürsü dilinin önemini... Nezaket, anlayış ve kavrayışın ortak iş üretebilmek için ne denli gerekli olduğunu... Yine de ‘Yenikapı ruhu’ için düzülen övgüler gerçek hayatta atılacak adımlarla ete kemiğe büründürülmezse korkarım çoğu zaman olduğu gibi bilindiğe dönülecek ve böylesi zamanlar başta ‘darbeciler’ ya da türevleri olmak üzere hayatımızı karartmaya çalışanlar için yeni fırsatlar yaratacaktır!..
Şimdi kendi bağlamımızda şöyle bir soru ortaya koysak, yanıtlar bizi nerelere götürür acaba; “Futbol söz konusu olduğunda ‘Yenikapı ruhu’nu gündelik hayatımıza nasıl uyarlayabiliriz?” İşte benden bir kaç öneri...
1-Geçen sezon çıplak gözle de görülen ‘tribünden kaçmış taraftar’ın en büyük şikayeti ‘Passolig uygulaması’ydı. Artık bu yaptırımı revize etmek gerekiyor. Futbol Federasyonu’nun, mahkemelere kadar taşınan itirazlara kulak verip Passolig’in sancılı yanlarını ivedilikle ele alarak yeni sezon için dışarıda kalan taraftarı içeri davet edecek güçlü bir jest yapması gerekiyor...
2-Yenikapı’da ‘benzemez gibi görünenler’in bir arada olabildiğini gördük. ‘Holiganizm umacısı’yla stadyumlarda yıllardır boş tutulan rakip takım tribününlerinin açılması şart. Yani artık ‘deplasmanıma dokunma-deplasmana özgürlük’ zamanı... Bu büyüklükte miting yapılan bir ülkede insanlar 30-40-50 bin kişilik statlarda kavgasız gürültüsüz maç izlemeyi beceremez mi?! Eğer aralarında sorun çıkaracak biri ya da birileri varsa diğerlerinin huzur içinde takımlarını desteklemelerini sağlayacak olan devlettir. Suçluyu suçsuzdan, kabahatliyi masumdan ayırmak için onca kurumu var modern toplumların. Bundan böyle kimse sorumluluktan kaçmasın!..
3-Benim özel olarak üzerine titizlendiğim bir başka başlık olan, ‘hakemlere karşı tutturulan dil’in de ciddi bir özeleştiri süzgecinden geçirilmesi gerek. Geçmişte yapılan ve adına ‘hakem eleştirisi’ denen hoyratlığını en azından bir yıl ‘nadasa bırakabilirsek’ eminim birbirimizi anlama konusunda çok yol alacağız.
Benimkiler ‘şimdilik’ bu kadar. Peki sizin önerileriniz neler?..
‘’Peki, hala gereği düşünülmedi mi?‘’
Derken, “Biz daha bitti” diyememiştik ki, Avrupa Şampiyonası ‘şıp’ diye bitiverdi. Başlarda üç maç oynadık ve oracıkta kalıverdik. Bir ara birbirimize girdik... Sonra... Çoğu zaman yaptığımız gibi kendi köşemize çekildik!.. Akabinde eller oynadı, biz izledik.
Ardından her daim olan, yani kimsenin artık hiçbir şeye şaşmadığı güzel ülkemizde şaşırtıcı olmayan bir kez daha tecelli etti; sorumlular ortadan toz oldu!
Şimdi bu tatil günlerinde, sindikleri köşelerinde, yakındaki Dünya Kupası elemeleri için ‘yeni bir tiyatro’, yeni kostümler, yeni sözcükler ve yeni bir sahne hazırlıyorlar.
Peki, bizler ne öğrendik bu şampiyonadan?..
* “Motive olursak yapamayacağımız şey yok” türünden içi boş sloganların safsatadan ibaret olduğunu...
* Yeteneğin ‘kalıcı üstünlüğü’ değil sadece bir avantajı ifade ettiğini...
* Geliştirilebilir oyun için futbolcu becerisinin önüne planı, anlayışı, değişimin gücünü, haliyle ‘günün bilgisine vakıf olmayı’ koymanın önemini... Bir başka deyişle futbolun gelişme eğrisi içinde ‘teknik direktör’ün kapladığı yeri!..
Sorunlar uykuya bırakılmasın
Şampiyona sırasında sosyal medyada kol gezen galiz dile haklı olarak öfkelenen Fatih Terim, alınan sonuçlardan ve varılan noktadan sonra tahmin edileceği gibi kendisi ile ilgili herhangi bir özeleştiriye kalkışmadı. “Yakaladığınız her pozisyonu atacaksınız mümkünse de zor gol yiyeceksiniz” türünden futbol klişeleriyle durumu açıklayıp daha çok oyuncu performansı ile ilgili şeyler söylemeyi tercih etti. Sonra da “Gereği ne ise yapılacaktır” türünden puslu bir slogan atıp, konuyu dinlenmeye bıraktı!..
Ve şu apaçık soru ortada kaldı; “Bu işin gereği nedir”?
Örneğin sonuçlara, oynadıkları oyuna ya da daha farklı nedenlere bağlı olarak Roy Hodgson (İngiltere), Vicente Del Bosque (İspanya), Leonid Slutsky (Rusya), Anghel Iordanescu (Romanya), Pavel Vrba (Çek Cumhuriyeti) ‘gereğini yaptı’ ya da ‘gereği yapıldı’. Bazı milli takım hocalarıyla ilgili tasarrufların da ‘eli kulağında’ olduğu yolunda haberler sızıyor!
Bizde ise işler ‘uykuda’...Gerçi Fatih Terim, Türkiye Futbol Direktörü olarak teknik direktörden öte daha çok ‘Futbol Federasyonu Eşbaşkanı’ türünden bir unvana sahip ama yine de ‘yapılması gerekenin ne olduğunu’ açıklamak zorunda sanırım...
Örneğin, takım mı yenilenecek?.. Ülkedeki oyun formatlarına alt yapılardan başlayarak el mi atılacak? Yapısal sorunlara dair projeler mi açıklanacak?.. Yoksa...
‘’Sosa'nın derdi çalışanların derdi‘’
Ligi şampiyon bitiren Beşiktaş yeni sezonun hazırlıklarına sıkıntılı başladı. Önemli oyunculardan Jose Sosa yıllık ücretinde iyileştirme isteyip, idmana çıkmama türü ‘pasif direnişe’ geçince transfer işleri de sekteye uğradı.
Taraftarların çoğu bu tutumu nedeniyle Sosa’ya diş biliyor olsa da mesele futboldaki ‘para üretim süreci’nin karmaşıklığını göstermesi açısından hayli önemli.
Sosa mealen diyor ki; “Performansıma bağlı olarak takım yüklü miktarda para üretecek. Ben de bundan faydalanmak isterim.” Yani sporcu tıpkı emekçiler gibi ürettiği değerden payını talep etme noktasına gelmiş görünüyor. Krizdeki yönetimler bazen bazı futbolculardan ‘feda’ istiyor ya, işte bu da o durumun tam tersi!..
Şimdi gayet tabii ki, “Sözleşmen var ve ona bağlı kalmak zorundasın” denecektir. Tez, buraya kadar doğrudur ve bunu söyleyen aynı zamanda yine buraya kadar haklıdır. Ancak sadece ‘buraya kadar’! Konu bundan sonra “Sosa’nın eski sözleşmesinde ısrar etmek bu noktadan sonra işe yarar mı?” şeklini alacaktır.
Çoğu ‘çalışan’ olan taraftarlar konu takım tutma meselesine gelince kafa karışıklığına düşer. Sosa meselesi bize futbolun (hayatın) üretim/bölüşüm denklemini de gösterir. Yani, ürettiğin zenginlikten hakkını ‘o gün’ al!.. Çünkü yarın bulamayabilirsin. Vermezler ya da veremezler!...
Bu düzen her şeyi bozuyor!
Peki yönetimler cephesinden mesele ne durumda?..
Onlar taraftarı ‘oyun’, ‘zevk’, ‘eğlence’, ‘dayanışma’, ‘bağlılık’ gibi değerlerden sökerek ‘başarı’, ‘kupa’, ‘yıldız’, ‘harcama’, ‘Euro’, ‘prim’ gibi satıcı/müşteri türü ilişkilere ikna ettikçe bu tip çelişik ve içinden çıkılmaz durumların oluşmasına da neden oluyorlar.
Hem “Yeni stat yaptım” diye böbürlenip hem loca satıp hem sponsor bulup hem yayın geliri artırıp hem reklam alıp hem de futbolcunun eski sözleşmesiyle devam etmek!.. O iş bu ‘noktada’ zor görünüyor. Elbet bir de şu var; sen yönetim olarak geçen yıl sattığın kombineleri keyfi olarak iptal edip taraftarına ikinci kez aynı bileti satabiliyorsun da futbolcun sözleşmesinde neden iyileştirme isteyemiyor?...
Görülüyor ki, becerikli, bilgili ve kendine güvenen futbolcu/işçi kafayı kaldırıyor... Ötesi kafayı kaldırmayanların sorunu..
“Yenilsen de yensen de” diyen ve her koşulda stata giden taraftardan “Bana yıldızları satın al” diyen seyirciye!.. Futbolun getirildiği/götürüldüğü yer yani, cehennemi işte tam da burası.. Bu düzen her şeyi, herkesi bozuyor!..









































