‘’Enes girdikten sonra‘’
Aslında tehlikeli bir maç olduğu devre sonunda Galler’in direkten dönen topunda belli oldu. Bir “Türk futbolu folklorü” olarak “Taca çıktı hocaaamm!” derken kaleyi göremeyen rakip çerçeveyi karşıdan görüp, şutu attı! Gol olsa sadece “top çıktı!” diye itiraz edecektik, o kadar. Oysa “Johann Cruijff ilkesi” gereği, top bizimkilerdeydi ve haliyle rakip gol atamazdı! Ne var ki milliller de 12 şut atıp 15 orta yaptı ama ciddi olabilecek pozisyon bulamadı. İlk devre, bildiğimiz ‘’ikili mücadele’’ yoğunluğunda geçip gitti. İkinci devreye Hakan Çalhanoğlu yerine İsmail Yüksek ile başlayınca topu çekip, çevirmek müşkül hale geldi. Ve set oyunu yerine direkt oyuna döndü milli takım. Üstelik klasik santrforu olmadan. Ama olmuyordu belli ki, ‘’Santrforsuz da olur’’ diyen Vincenzo Montella Barış Alper Yılmaz’ı alıp memleketin başının pek hoş olmadığı “klasik santrfor” Enes Ünal’ı gönderdi oyuna! Durağana dönmüş oyun da yeniden yön değiştirdi. Fakat rakibin savunma kurgusunu bozacak hareketlilik bir türlü gerçekleşmedi.
Stat sorunsalı!
Bir iki kırık dökük pozisyon ve gereksiz şut denemelerinin ötesine geçilemedi. Dengeli ve seri set oyunlarının icra edildiği 80 civarındaki kısa erimli girişimler de saman alevi gibi yanıp, söndü. Nihayet 88’de ceza sahası içine paslarla inince gelen penaltıyı Kerem Aktürkoğlu avuta gönderdi. Neticede bizimkiler hala bu grubun en iyisi ve büyük ihtimalle birinci olarak A Kategorisine yükselecek. Böyle kazanma ihtimali yüksek maçlar oynanacak ve kazanılamayacak ama aslolan bunlardan hem bireysel hem organizasyon düzeyinde öğrenilecek. Örneğin Arda Güler... Eksikleri neler, nerelere çalışması gerek ve tuttuğumuz takımdaki benzerlerini tamamlaması gerekenler neler? Evet bu grupta iyiyiz ama işte bunlar üzerine enine boyuna düşünmeliyiz... Ve son sorular; milli takım bu kadar saha değiştirmeli mi? Ülke içinde bu kadar deplasmana çıkan bir takımın rakip takımlardan farkı kalır mı?
‘’Ülke vasatında maç!‘’
Yine bildik, ülke vasatında bir ilk devre. Pek bir şey olmadan sahaya ve ekrana boş boş bakılan bir uzatmalı bir 45 dakika. İlk 20 dakikada Başakşehir’in sağlı sollu ama etkili sayılamayacak hücumları karşısında ayakta kalmaya çalışan bir Beşiktaş vardı sahada.
Devre boyunca topu elinde tutan taraftı belki Beşiktaş ancak şut deneme dışında ceza sahası içi özel işler yapamadılar. Tehlikeli sayılabilecek hücumlar ağırlıklı olarak Başakşehir’den geldi. Beşiktaş ciddiye alınacak ilk atağını uzatmanın son anında yaptıysa da Semih Kılıçsoy’un alan kontrolü eksiği yine devredeydi! Top arkada bomboş bekleyen Ernest Muçi’ye geçse soyunma odasına önde girmeleri işten değildi! İkinci devresi de genel olarak ilkinden farklı değildi. Bol top kaybı, plansız hücum girişimleri... İş tesadüfe daha doğrusu takımlardan birinin yapacağı “basit hata”ya kalmıştı. O da olmadı.
VAR kutsayıcıları!
Elimizde ne kaldı? Varsa yoksa hakem kararını tartışmak. O da en iyi yaptığımız ama en az bildiğimiz konu. Ve oyun kurallarının tuhaflığına dair bir son not... 5. dakikadaki ofsayt pozisyonunu kural gereği mecburen oynattı hakemler ama ya geçmişte Fernando Muslera’nın başına gelen Mert Günok’un da başına gelseydi! Şimdi, VAR kutsayıcılarının, “Oyuncu sağlığı en önemlisidir” saçmalığına hala inanan var mı acaba? Golü savunayım derken oyuncuyu ihmal etmek!
‘’İlham verici oyun‘’
İki takımın bulunduğu ligler ve maddi büyüklükler göz önüne getirildiğinde maç tahmini olarak “Çekişmeli geçer” diye tahminde bulunan çoktur. Lakin tek kelimeyle rakibini sürklase edecek bir Galatasaray’ı tahmin etmek ise zor olurdu. Ancak öyle oldu. Maçın 3-2 bitmiş olması ise sanırım Ante Postecogluou’nun “Allah’ın sevgili kulu!” olmasıyla açıklanabilir. Galatasaray her şeyi fazlasıyla yaptı maç boyunca; 28 şut 30 orta! Bu sayılar ilk bakışta olumlu görünebilir ancak aynı zamanda onca çabanın boşa gidişini de anlatır konuya başka yerden bakılırsa. 37 yaşındaki Dries Mertens’in çekip çevirdiği oyunu öylece izleye durdu Tottenham futbolcuları. Verimlilik puanı açısından sahanın en iyisiydi Mertens. Küresel yıldız Victor Osimhen’in gelişinin ardından bazı maçlarda denenen üçlü savunma ilk kez bu kadar verimli göründü.
Icardi ayak uydursa
Orta dörtlü, Barış Alper Yılmaz, Lucas Torreira, Gabriel Sara ile Yunus Akgün hem Mertens’in ardında kalan alanı parselleyip savundu hem de yüksek tempoda hücum bölgesine geçip Tottenham’ı iyice afallatı. Okan Buruk’un tempolu tarzına sık sık orta saha savunmasının içine giren Mauro Icardi de ayak uydurabilseydi sanırım bugün bambaşka şeyler konuşulacaktı İngiltere’de... Hakem tartışmasından kafasını kaldıramayan yurdumuzda Galatasaray’ın sahada yapmaya çalıştıkları ve yaptıkları fevkalade önemli. Oynadıkları oyun, üstelik Tottenham gibi bir takıma karşı oynadıkları oyun yersiz tartışma ve münakaşalar bir kenara konulduğunda hayli ilham verici. Beri yandan Osimhen’in hücumdaki bu agresif ve estetik tarzını takibe almış Avrupa kulüplerinin iştahını kabartacak pek çok futbolcu da vardı Galatasaray’da. Bakalım devre arası transfer döneminde neler, neler olacak?
‘’Galibiyetin şifresi tempo!‘’
İlk devresinde ligdeki ilk devrelerden ayrı bir Beşiktaş yoktu sahada. Rakip kaleye kolaylıkla geçme konusunda sorun olduğu için ‘bitiricilik’ tartışması da anlamsızdı. Gol üretebilecek istatistiklerde Malmö’den gerideydiler. ‘Kaleci kurtarışı’nda ise 3-0 önde! Devrenin ilk ve tek büyük şansı da 27. dakikada Malmö’den geldi. Onu da Mert Günok kurtardı. Nihayet 58. dakikada ilk ciddi atakla ortaya çıktı Beşiktaş. Rafa Silva’nın taşıdığı kontratakta önce kendisi ardından Joao Mario golü bulamadı ama hücumun dönüşünde bu kez golü önleyen de Jonas Svensson oldu! Maçın şifresi ‘tempo’ydu. Oyuncu değişiklikleri sonrası yükselen tempoda aynı Svensson, ki bu andan sonra takımının en görüneniydi, 76’da golü Ernest Muçi’ye attıran isim oldu. Derken Semih sırtı dönük aldığı topu açıyı aradıktan sonra daha uygun pozisyondaki Milot Rashica’ya servis etmek yerine şutu denedi. Rakibe de çarpan top maçı bitiren golü getirdi.
Bu kez ıslık yoktu...
Beşiktaş’ın tamamlanması gereken birçok eksiği var. Bu açık. Ancak bunlar tamamlanamaz şeyler değil. Yeter ki, “Kazanma baskısı!”na sokmadan öğrenim ve gelişim öne konsun... Son bir not... Maçın başlarındaki Arthur Masuaku’nun ortasının yüzüne çarptığı rakip oyuncu yerde yatarken Malmö’nün hücum girişimi ıslıklandı tribünden. Öyle ya, aslolan sporcu sağlığıydı!.. Lakin Beşiktaş topu kapıp hücuma kalktı Mert Günok’tan Semih Kılıçsoy’a uzun oynanan topla. Bu kez ıslık yoktu. “Madem onlar devam etti sen de durma” denilerek hücum girişimi gayretlendirildi. Ne var ki bu kez de, Rafa Silva/Semih girişimi sonuçsuz kaldı.
İtibar getirisi...
O hücumda top Beşiktaşlılar tarafından dışarı atılsa ne olacaktı? “Sporcu sağlığı en önemlisidir” ilkesi gerçek anlamda vücut bulacaktı. Topu dışarı atan oyuncu hem kendisi hem Beşiktaş kültürü için maç kazanmaktan daha önemli bir eylemi gerçekleştirmiş olacaktı… Hele ki bu Semih olabilseydi, Avrupa’ya transferi için atacağı gollerden daha büyük ‘itibar getirisi’ydi ama hiçbiri olmadı.
‘’Hayırlı münakaşalar Türkiye!‘’
Ev sahibi Trabzon’un ligdeki hal ve gidişatından öte, maçın algısı hafta içi ‘genç hakem’e odaklayan anlatıya kurulmuştu. Buna karşın samimi bir mücadele içinde geçti ilk devre. Hakem nasılsa konuşulacak! Şimdilik öyle ya da böyle övülecek ve sonra nasılsa yerden yere vurulacak... Olan ona olacak ama sonra herkes ‘futbol konuşuyor’ kabul edilecek! “Adalet!” denecek. Ve adalet dağıttığı düşünülenin yüzüne dahi bakılmayacak.
Trabzon beklentinin üzerinde Fenerbahçe ise kendi normallerinde geçirdi ilk yarıyı. Dolayısıyla maç her istatistikte eşit ilerledi. Her açıdan kafa kafaya bir ilk yarı izledik hepimiz. Farkı yaratacak olan ‘bireysel beceri’ ya da ‘yapamamak’ olacaktı. Edin Visca hücuma giderken ‘yapamadı’, Youssef En-Nesyri ‘yaptı’... Eren Elmalı yetişemedi, ‘yapamadı’, Fred daha hızlıydı, ‘yaptı’. Ve bir kaç pozisyonda doğrudan üzerine gelen toplarda Dominik Livakoviç farkı yaratan kabul edildi!
İkinci devresi iki takımın da pek bir şey yapamadığı bir başlangıç oldu. Çünkü hakemin süzemediği, VAR’ın süzdürmek için hayli zaman kaybettiği bir maça döndü karşılaşma. İki penaltı için 10 dakikadan fazla zaman geçti ve bitimde Simon Banza golleriyle Trabzon öndeydi. İkinci santrforunu da sahaya gönderen Fenerbahçe beraberliği bulduysa da devamında bizi “O el pozisyonu penaltı değil miydi?” tartışmalarına iten bir ‘görüntümüz’ daha vardı! Ve nihayet bir son an golü Fenerbahçeliler’i sevindirip, kaybeden Trabzonluları da sanırım o kadar üzmedi. Yine de tartışıp dursunlar günlerce “Yapı var mı yok mu?” diye... İnşaatı kimlerin yükselttiğine bakmaksızın!.. Hayırlı münakaşalar Türkiye!...
‘’Balans bozukluğu‘’
Öyle bir maç ki, ‘‘Çok az şeyin değil hiçbir şeyin olmadığı bir ilk devre.’’ diyecek olduğumuz anda gol geldi ve Beşiktaş soyunma odasına önde girdi. Oysa devre boyu tek ciddi atak Kasımpaşa’dan gelmiş, onu da Mert Günok karşı karşıya pozisyonunda çıkarmıştı. Gerisi nafile bir gayret, bir top kaybetme yarışı! Bu tip maçlar için onca zahmete katlanıp stadyuma gelen taraftarlar kadar devre arasında televizyon kanallarında maçı yorumlamak zorunda olanların da işi zor oluyor. Oynan(a)mayan oyuna anlamlar yüklemek için kafa yorup, dil döküyor insanlar. Kim nerede oynarsa oynasın Beşiktaş’ın balansının bozuk olduğu aşikar! Düşük verimliliği açıklamak ‘’Rafa Silva kanada hapsedildiği için verimli olamıyor.’’ ya da ‘’Semih Kılıçsoy gibi bir ‘saf yeteneği’ oynatmıyor.’’ türü gerekçeler üretildi. Ancak sorunun pozisyon ya da oyuncu değişikliklerinden öte tempo, ritm ve takım bağlarının güçsüzlüğü olduğu ihmal edildi. Ha bir de, her olumsuz sonucun ‘’Hakem kararlarının aleyhte olması!’’ ile açıklanması kolaycılığıyla elbette.
Nazire yaptı...
‘’İkinci devre farklı şeyler olacak.’’ diye umut edenler açısından oyun başlangıçtaki sıkıcılık seviyesinde ilerliyordu ki, önce Claudio Winck bir önceki maçta Beşiktaş golünü atan Ernest Muci’ye nazire yaparcasına vurdu uzak direğe topu! Ardından ofsayt çizgisini Emirhan Topçu bozdu, Arthur Masuaku baskıdan çıkamadı yetmedi top döndü dolaştı, eğrisi de doğrusuna denk geldi ve Aytaç Kara ikinci golü buldu. Derken Beşiktaş’ta değişiklikler de tempo yükseltmeye yetmedi ve rakip kaleye gitmekte zorlandığı maçta bir gol daha yiyerek, üstelik kendi sahasında kaybetti. Peki şimdi ne olabilir? Epeydir alttan alta işlenen ve böylesi durumlarda ülkeye özgü ilk çözümün olan ‘’Hoca değişikliği!’’ önerileri ortalığı kaplayacaktır. Üstelik geçen sezon onca hoca değişikliğini hatırlamaksızın!..
‘’Kazanan ve öğrenen... ‘’
Ülke oyunu kerteriz alınırsa vasatın üzerinde bir tempoda geçti ilk yarı. Pozisyon az olsa da gayret, arayış açısından beklentiye yaklaştı sayılabilir maç. Beklemedi iki takım da, aradı... ‘‘Topu rakibe vermek’’ türü saçmalığa düşmeden yapabileceklerini yapmak için gayret gösteren iki takımı izledik ilk yarı. Öncelikle Davinson Sanchez…
Oyunun hakkını veren biri; futbolcu... Her teknik adamın takımında olmasını isteyeceği bir ‘’çoklu pozisyon’’ oyuncusu… Karşı tarafta bir öfke paratoneri; Ersin Destanoğlu. Son iki maçta takımını sahada tutan bir başka futbolcu. Necip Uysal’ın elini de kullanabileni! İkinci devre başlangıcı ülke vasatını yakaladı bir anda! 60’a ulaşılmıştı ki iki takımın defans arkası boşlukları, izleyenleri hop oturup hop kaldırdı ‘’Gol’’diye!.. Ancak karşılıklı olmadı, olması beklenenler.
Göstermiş olmalı
Pas bağı daha yüksek takım olan Beşiktaş, oyunun doğrularında ısrar etti. Lakin duran topları savunmakta zorlanıyorlardı. Maçın ikinci mühim serbest vuruşunda da savunamadı Beşiktaş defansı kalesini.. Ve Victor Osimhen’in en iyi yaptığı işlerden biriyle maç 2-0’a geldi. Maçın sonucunun ülkenin pek sevdiği ‘‘çift santrfor’’ hadisesiyle ilgisinin olmadığını iki duran top organizasyonu göstermiş olmalı. Galatasaray ligin bilgilisi, okumuşu, tecrübelisi. Beşiktaş ise inşaası süreni. Maçın sonucu normal... Kazananı Galatasaray, öğreneni ise Beşiktaş olmalı. Kaybederken ‘’kazanmayı’’ koruyabilirse ,işleri yoluna koyma yolunda süreyi kısaltabilir Beşiktaş.
‘’Zorlanmadan kazanılan bir başka maç! ‘’
‘’Marka değeri’’nin dillerden düşürülmediği ‘’Süper Lig’’imizde harcama/borçlanma eşitsizliğine takılmayınca dün akşam ki gibi, ‘’pahalı kadro’’nun topla oynadığı, ‘’düşük bütçe’’nin gol yememeye çalıştığı garip maçlar izlemeye mahkum olmak da kaçınılmaz oluyor. Öyle bir ilk devre ki, Bodrum rakip ceza sahasına sadece iki kez girebildi. ‘’Gol beklentisi’’nin ‘’1’’e ulaşamadığı ilk devre boyunca sadece Allan Saint-Maximin’in taşıdığı sınırlı sayıda topun acemice heba edilişlerine tanıklık ettik. Yine İrfan Can Kahveci’nin volesini bu acemilikten ayıralım. Bodrum kalecisi Diogo Sousa’nın dengesinin bozulduğu çıkışı olmasa gol de göremeyebilirdik ilk yarıda.
Kulüp büyüklüğü...
Sükunetle akan ikinci devreye de Bodrum kalecisi Sousa, ‘’renk kattı’’! başlattı! Sofian Amrabat’a gönderdiği pası o da topun geldiği bölgedeki Edin Dzeko’ya aktardı ve elbette gol. Yani Sousa, Fenerbahçe’nin santrforlarına takımlarının yapmadığı katkıyı tek başına yaptı!.. Gerçi ikinci devre diğer istatistikler çok değişmese de Fenerbahçe’nin, ‘’gol beklentisi’’ 1.53’e çıktı ama tribüne gelenler de televizyon başındaki bizler de fazlasını boşa bekleyip durduk. Antrenman maçından hallice geçen maçı zorlanmadan kazandı Fenerbahçe. Buradaki, ‘’zorlanmadan kazanma’’ ifadesi Bodrum’un rakibe zorluk çıkaracak donanım ve güçte olmaması anlamında kullanıldı! Bugün, yarın bu ‘’muhteşem galibiyet’’e dair oturaklı analizler okuyup, övgüler dinleyebilirisiniz. Çok az insan ‘’zorlanmadan kazanılan maçın’’ oyun gücü değil de kulüp büyüklüğü ve oyuncu harcamalarına bağlı olduğundan söz edecek...