‘’Hak eden kazandı‘’
“Futbol ‘an’lar oyunudur” derler. İşte o‘an’lar için rakibi zaafiyete sürüklemek buoyunun bilgisidir. Akçay, bunu yaptı.
Bizim ligde hünerli oynamaya çalışan takımın işi her daim zordur. ‘Faul müessesesi’ öyle çalışır ki, hüner göstermek bile büyük hüner ister! Maçın ilk 10 dakikasında Konyalı oyuncuların kimi ciddi anlamda sert taktik faulleri nedeniyle Beşiktaş tasarladığı oyunu uygulamaya koyamadı. Neyse ki bu fazla uzun sürmedi. Beşiktaş ilk devre boyunca oyunu uzun süre sadece Quaresma’dan oynamaya çalışınca hücumları da ‘önlenebilir’ hale geldi. Bu arada Atiba’ya emanet orta saha hem topu kapma hem de kapılan topu yapmada kötü görüntü verince oyunun boyu Konya’nın arzu ettiği gibi hayli uzadı.
Topun peşinde koştular
Denir ya, ‘’Futbol ‘an’lar oyunudur’’ diye. İşte o ‘an’lar için rakibi zaafiyete sürüklemek bu oyunun bilgisidir. Mustafa Akçay’ın takımı da rakibi geri koşmaya zorladığı o anlardan birinden gol çıkarırken birinde de gol tehlikesi yarattı. Konya ikinci devrede kaptığı topları enine gezdirince Beşiktaş koşturup durdu. Oyunun sıkıştığını gören Şenol Güneş, bekleri değiştirip Adriano ile Caner’i öndeki Negredo ve Cenk’e ulaşabilecek ikinci hücum seçenekleri haline getirdi.
Tribündeki saçmalıklar...
Reşit Akçay da bunun üzerine forveti söküp Jonsson’la defans önünü tahkim etti. Oyunun boyu tekrar uzamıştı ki, Caner’in taç atışında ‘uyuyan’ Konya savunması arasında uyanık kalan Cenk golü yaptı. Ancak maç boyu olumsuz sinyaller veren Beşiktaş takım savunması son sözü sona bırakmıştı! Her haliyle organize Konya ile oturmuş takımını ‘zamana ihtiyaç duyan takım’a çeviren Beşiktaş arasında, hak eden taraf kupayı kazandı. Maç içi ve maç sonu tribünlerde yaşanan saçmalıklar için ise hiçbir şey değişmeyeceği, tüm sorumluların koltuklarında rahatça oturacaklarını bildiğimden bir şey yazmaya gerek görmüyorum.
‘’Hazır görüntü verdiler‘’
Kapitalizm, her evresinde insanın değil paranın egemenliğinin peşindedir. Haliyle bu sistemlerde gerçek egemen para ve sahipleridir. Bu durum endüstriyel boyuta evrilmiş oyunlar da değişiklik göstermez. Endüstriyel oyunda insan ‘amaç’ değil ‘araç’tır. Dikkat edilirse söz konusu Çin olunca ifade ‘futbol’ değil piyasa ekonomisinin en can alıcı tanımıyla tamamlanır; ‘Çin pazarı’.. Haliyle pazara sürülenler de ‘insan’ değil neredeyse ‘ürün’ olarak anılacak!.
Tam da bu nedenle ağır sezon başı idmanlarına tabii tutulan futbolcular yorgun bedenlerini uzun uçak yolculukları ve değişen coğrafi koşullara rağmen oradan oraya taşımak zorunda kalıyor. Beşiktaş da öyle yaptı ve onca saat Çin’e uçup onca çile çekti. Çünkü, ‘pazar’ böyle emrediyor denildi. Bu tip organizasyonlar belirli planlar dahilinde olsa kimsenin itirazı olmaz ama bu koşullarda maç oynamanın ‘insani’ olduğunu iddia etmek zor olsa gerek. Kaldı ki, Fikret Orman’ın beklentisi oranında maça öyle ahım şahım bir ilgi de yoktu.
Oyun ezberi sürüyor...
Maça gelirsek... Hazırlık maçı olmasına rağmen Beşiktaş iki sezondur oluşturduğu oyun ezberini sürdürüyor. İlk yarı boyunca ne yaptığını bilen bir takım olarak her koşulda ‘kazanma’ odaklı oyunun peşindeydi Şenol Güneş’in takımı. Yedikleri ilk gol ise Atiba’nın anlık gecikmesi ile ‘kronik stoper sorunu’nun birleşimi olarak değerlendirilebilir. Yine de üst seviye stoper Pepe kadroya dahil olduğunda Marcelo’nun toparladığı hatta daha sağlam bir tandem oluşacaktır. Schalke ikinci yarıya daha derli toplu başlayınca zaten takım omurgasında büyük eksikleri olan Beşiktaş’ın defansif zaafları kendini gösterdi ve fark bir anda açıldı. Ancak yüksek ofansif etki sayesinde toparlanmayı başardılar. Kısacası, temel oyun karakterini koruyan Beşiktaş şampiyonluktaki rakiplerine göre sezon öncesi daha hazır bir görüntü verdi denebilir.
‘’Bu yılı da kurtaralım seneye bakarız!‘’
‘Transfer bağımlısı haline getirilmiş taraftarı’ memnun etmek zordur. Milyonlarca Euro’nun futbolculara saçılması umrunda değildir onun. O, takımında ‘yıldız’ görmenin zahmetsiz keyfini sürmek ister. Haklı mıdır? Bence haklıdır. Çünkü taraftar, ‘kazanma’nın profesyonel sporun ‘kutsal kasesi’ olduğuna inandırılmıştır bir kere. Ve pozisyonu gereği ‘hesap yapmak’ onun değil yöneticinin işidir.
Beşiktaş, Pepe dışında taraftarının gönlüne su serpecek transferleri henüz gerçekleştiremedi ama yakındır haberler. Şenol Güneş, ilk elde ‘iki hücumcu kanat’ ve bir santrfor ihtiyacından söz etti.
Hesaplar tutmazsa...
Tahmin edilebileceği gibi futbolun maliyeti en yüksek bölgeleri buralar. Gerçi ‘gideceği ön görülen’ Marcelo gibi bazı oyuncuların yerinin de doldurulması gerekecek ancak onlar şimdilik ikinci planda.
Bu topraklardan futbolcu çıkmayacağına ikna olunduğu için transfer stratejileri ya ‘kiralık’ ya da ‘nitelikli ancak inişteki oyuncuları’ transfer etmeye sabitlendi.
Özellikle Beşiktaş, kısa vadeli çözümlerini buradan üretti. Gomez, Talisca, Aboubakar tipi kiralıklar ya da Demba Ba, Sosa, Marcelo gibi görece düşük maliyetli bonservisler... Elbette hesapların tutmadığı transferler de olmadı değil lakin onlar ‘başarı’nın gölgesinde kaybolup gider her daim!...
İçeriden çözüm üretilebilir
Kulübün finansal olanakları ve mali problemleri düşünüldüğünde santrfor için Demba Ba benzeri bir ‘nokta atışı’ zor gibi duruyor. Örneğin adı yazılan Anthony Modeste’nin bonservisi dudak uçuklatacak seviyede.
Yine de Gomez ya da Aboubakar türü ‘geçici çözüm’ler üretilebilir. Kulağıma gelen haberler Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzon’un Burak Yılmaz transferi için bastırdıkları yolunda. Bu Fenerbahçe’nin de sürece dahil olmayacağı anlamına gelmez elbette!...
Ne var ki, iş kanat oyuncularına gelince isim bulmak o denli kolay olmuyor. Orada da akla gelen ilk isim Jeremain Lens ise de Quaresma’nın varlığı durumu zorlaştırıyor. Babel’i yedeklemek için bile ciddi paralar ödemek gerekebilir. Bu nedenle Volkan Şen ile Yusuf Erdoğan benzeri ‘iç yapım’ seçenekler’ daha gerçekçi duruyor. Her şeye rağmen şampiyon takımın omurgası santrfor hariç sağlam ve eksiklere içeriden çözüm üretilebilir.
71 milyon TL’lik satış geliri!
Bilmiyorum Beşiktaş transfer ekibi atletizm seviyesi ve ‘görev bilinci’ yüksek ve de makul fiyatlara oyuncu bulabilecekleri Amerika Major Lig’i izliyorlar mı!.. Ya da son zamanların sükseli ülkesi İzlanda ve benzeri kuzey ülkelerini?.. Ancak iş buralara gelince de bu tip liglerdeki görece düşük ve disiplin altına alınmış ücretler bizim menajerlik ilişkilerini tatmin etmez duruyor!. Onlar açısından Mitroviç gibi ‘yüklü transfer’ler her daim ön sıradadır!...
Yine de daha önemlisi şu; Beşiktaş 2017 yılı bütçesine 71 milyon TL’lik futbolcu satış geliri bütçelemişti. Bu durum da transferde izlenecek yola dair ciddi ip uçları veriyor zaten. Ancak olmayan parayı harcayıp (!) ‘yıldız’ iki üç oyuncu getirilmesine kimsenin “hayır” diyeceğini de sanmayalım. Ülkedeki geçer formül belli; “Bu yılı da böyle kurtaralım, seneye bakarız!”
‘’Şampiyonluğun en güçlü adayı‘’
İki sezon üst üste şampiyon olurken ülke ortalamasının üzerinde bir tempoya ulaşan Beşiktaş, imrenilen oyunu ile ‘gerçek futbol izleri’ne pencereler açtı. Vasatı aşamakta zorlanan, “Rakibimize pozisyon vermedik”ten başka bir şey bilmeyen ve bunu da hepimize futbol diye yutturmaya çalışanların arasında ligin en heyecan veren takımı oldular. Güneş ile yola devam eden Beşiktaş, önümüzdeki sezonun da en güçlü şampiyonluk adayı. Çünkü;
■ Artık kazanmayı alışkanlık haline getirmiş oyuncu grubuna sahipler.
■ Diğer takımların ‘tribün halleri’ düşünüldüğünde arkalarında çok güçlü taraftar rüzgarı var.
■ Doğru planlama şartıyla Şampiyonlar Ligi’nde oynuyor olmak transferler konusunda yönetimin elini rahatlatan bir koz. Bu koz aynı zamanda eldeki oyuncuların birer ‘piyasa aktörü’ olmaları yani kulübün gelirleri açısından da önemli. Tüm bu olumlu göstergelere rağmen işlerin son iki sezona göre daha çetin gececeğini tahmin etmek de zor değil. Bu bölümün ‘çünkü’lerini de şöyle sıralayalım...
Hiç hesapta yoktu
■ Mevcut kadronun 30’a yaklaşan yaş ortalaması bir yıl daha ‘büyüyecek!’ Örneğin, takımın ‘kilit taşı’ Atiba’nın - ve haliyle diğerlerinin - geçmiş koşu seviyelerinde kalması günler geçtikçe güçleşecek.
■ Diğer yandan hangi oyuncunun nerede, ne yapacağı konusunda rakipler artık daha tecrübeli ve zaten ‘oynatmama merkezli düzen’e sahip takımların birincil hedefi şampiyon alt etmek olacak. Bu da önemli handikaplardan biri...
■ Son günlerdeki Pepe odaklı transfer haberlerine bakılırsa geçmiş yılların en yakıcı sorunlarından ‘stoper ihtiyacı’ öncelik kazanmış görünüyor. Lakin burada da Marcelo sıkıntısı baş göstermiş durumda. Hatırlanırsa Beşiktaş, 2017 bütçesinde 71 milyon liralık futbolcu satış geliri öngörmüştü. Bu nedenle ilk akla gelen isimler Adriano, Quaresma ve Oğuzhan olduysa da Marcelo hesapta yoktu. Pepe ya da benzeri güçte bir transfer gerçekleşse bile Marcelo’nun olası yokluğu stoper sorununun süreceği anlamına gelir ki, bu ciddi bir sorun.
Uçaklar bekleniyor
Ancak tüm bu sorunlar ‘gerçekçi ve işlevsel bir revizyon’ ile aşılmayacak türden şeyler de değil. Bu seviyelerde devamlılık açısından ‘ikinci oyuncular’ hayli önemlidir. Beşiktaş’ın elinde Tolgay, Cenk ve Necip gibi ‘ikinci oyuncu’ özellikli bir üçlü var. Ancak Şampiyonlar Ligi de düşünüldüğünde beklerin ve kanat oyuncularının ‘yedeklemeleri’ de bir plan çerçevesinde yapıldığında bu yıl da, ‘izlenirlik seviyesi yüksek takım hüveyeti’ni sürdürecekleri muhakkak. Alttan oyuncu yetiştirme konusunda ülkenin hiçbir umudu kalmadığına göre bakalım Beşiktaş’ın indireceği uçaklardan kimler çıkacak?
‘’Tartışmaları halledecek gibi durmuyor‘’
‘Futbolda haksızlıkları giderip, tartışmaları bitirecek’ iddiasındaki Video Yardımcı Hakem (VAR) münferit uygulamaların ardından nihayet Rusya’daki Konfederasyon Kupası’nda huzura çıktı! Çıktı çıkmasına da görünen o ki, pek de öyle tartışmaları halledecek gibi durmuyor. Tersine, yepyeni sorunları da beraberinde getirdi. Portekiz - Meksika maçından sonra Ricardo Quaresma, “Konuşursam ceza alırım” diyerek söylemek istediklerine dair ipucunu verdi. Çünkü örneğin, Pepe’nin golü üç pozisyon öncesindeki ofsayta dayanarak iptal edilmişti! Kamerun - Şili maçında ise Arturo Vidal daha da ileri gidip, “Ben de izleyeceğim o pozisyonu” diyerek video hakem odasına dalmaya kalkıştı!..
Peki gol olacak pozisyon kesilirse?
Daha yakıcı sorunlar ise sahadaydı. Görüldü ki, uygulamayla ‘korunacakları’ vaaz edilen hakemler pek de öyle etliye sütlüye karışma niyetinde değildi. Özellikle yardımcılar haklı olarak, “Madem parayı teknolojiye yatırdınız özellikle ofsaytlarda kararı videocular versin” havasındaydı. Bu minvalde futbolu yöneten ‘bilmişler’e ve destekçilerine şunu sormak farz oldu!.. Diyelim, yardımcı ofsayta hükmetti, orta hakem de uydu ve gol olabilecek pozisyon kesildi. ‘VAR’dan değil ama biz televizyondan pozisyonun ‘temiz’ olduğunu açıkça gördük! Ne olacak o çok titizlendiklerini iddia ettikleri ‘oyunun adaleti’?..
Yıldız merkezli oyun ne hale gelir
Ya da bir başka soru... Velev ki, üç pozisyon önce bir faul var ve hakem süzemedi top da gitti gol oldu!.. Nerede kaldı senin ‘oyuna adalet getirme’ iddian?.. Veyahut bir sonraki maçta oyuncunun oynayıp oynayamayacağını belirleyecek olan ve VAR’ın karışamadığı ‘sarı’ ya da ‘kırmızı kart’ kararları!.. Bir, iki hatta yarım santimlik ofsayt kararlarıyla oyuna hakkaniyet getireceklerini iddia edenlere bir uyarı; özellikle önde oynayan sprinter oyuncular ‘MOBESE’ye yakalanmamak için bek ve stoperlerin bir kaç metre gerisine çekilirlerse sizin o ‘yıldız merkezli’ oyununuz ne hale gelir, düşündünüz mü acaba? Öyle ya, sonsuz sayıda sprint atılamaz. Usain Bolt olsanız bile onun da bir sınırı, sayısı var!..
Televizyonda gördüğümüz gibi değil!
Biliyor musunuz, bilmem. VAR bizlerin televizyondan gördüğümüz görüntüler üzerinden çalışmıyor. Onun ayrı kameraları ve sabit bir düzeni var. Bu da başlı başına maliyet! Bu maliyet de öyle ya da böyle izleyenden çıkacak. Bu sistem, üçü ekran başında yedi hakeme ihtiyaç duyuyor. Sezon düşünüldüğünde uçaklar, oteller, yeme içme, temiz çarşaf, banyo terliği, şu bu derken bu da ciddi bir harcamaya tekabül edecek. Sanmayın ki, biri sizler için bu maliyeti karşılayacak. Bu paralar öyle ya da böyle sizin cebinize yansır. Benden söylemesi!...
Sınırlı becerideki hakemlere güvenelim mi?
Beri yandan bu sistem, ‘yıldız futbolcu’dan daha da ‘yıldız hakem’ler yetiştirmeyi öngörüyor. Hakemleri koruma bahanesiyle ‘hiç’leştirip, itibarsızlaştıran bu düzenleme sahadaki yetişmişe güvenmiyor ve işe teknolojiyi bulaştırıyor. Öte yandan bizden de ekran başındaki ‘sınırlı beceri’deki hakeme güvenmemizi bekliyor! Neden güveneyim ve nereye kadar güveneyim?.. Zaten sahadakinden daha iyi olsa, o hakem sahada olmaz mı?.. ‘Altı hakem’li düzenlemedeki tartışmaları hatırlayanınız var mı? Ne kıyametler kopuyordu değil mi? Ne oldu uygulamanın akıbeti? Bu tartışma elbette çok su kaldırır. Peki, oyunu sadece ‘gol’ ve bazı ‘an’lara indirgeyen bu işe neden kalkışıyorlar, hiç düşündünüz mü? Yanıtı düşünürken size bir de ‘ipucu soru’; “Neden maçların sürelerini 60 dakikaya indirmeyi tartışıyorlar bu aralar?” Ufuk açıcı yanıtlarınızı bekliyorum...
‘’‘Fenomen'ler savaşı!‘’
Nasıl bir unvan olduğu, görev ve sorumluluk sınırlarının nerelere uzandığını sınırlı sayıda insanın bildiği Türkiye Futbol Direktörlüğü makamında oturan Fatih Terim’in iki gün önceki gün açıklamaları Kosova maçını otomatik olarak önemsizleştirdi. Ben dahil çoğu insan, oyun ve sonuçtan çok Terim’in maç sonu söyleyeceklerine hazırladı kendini. Bu öyle bir durumdu ki, Arda Turan’ın şuursuz eylemine karşı daha şiddetli bir şuursuzlukla yanıt vererek üste çıkma gayreti gibi duruyordu. Çünkü belli ki gerek Terim gerek Turan, kendilerini ülkenin yegane ‘futbol fenomeni’ gibi görüyorlar. Ve ne yazık ki, kendilerine biçtikleri bu kaftanın içini doldurmaya çalışırken de acıklı durumlara düşüyorlar.
Küstahlığa terfi edebiliyor
Evet, şüphesiz ikisi de ‘fenomen’. Ancak fenomen var ‘fenomen’ var!.. Ülke gözünü futbol, futbol adamı ve futbolcuya değil de ‘fenomen’e diktiği için maddi olarak kendini bir parça güçlü hisseden ya da devletin zirvesine yakınlığını bilgi, beceri ve insani duyarlığının önünde görenler kabalık ve kibir yarışına tutuşuyor. Bu yarış zaman zaman öyle noktalara varıyor ki, kibir ve kabalık rahatlıkla küstahlığa terfi edebiliyor. Diklenmeler, saldırmalar, had bildirmeye kalkışmalar, küfürler gözlerimizin önünde gırla gidiyor... ‘Bayrak’, ‘gurur’, ‘onur’, ‘şeref’ gibi hepimize ait kavramlar ile ‘’Adamım’’, ‘‘Adam gibi adam’’, ‘’Adam değilsin’’ türü büyük kalabalığın hoşuna giden bayağılık kokan boş lakırdılar havalarda uçuşuyor. Bu arada da ‘oynanmayan futbol’un ürettiği milyon milyon eurolar oyunun sahibi geçinen ‘mutlu azınlık’ arasında üleşiliyor! Kitle ise boş gözlerle ekrana bakıyor.
Toplantıdan söz etmiyor
Beri yandan sınır tanımayan saçmalıklar da akıl sağlığımızı zorlamayı sürdürüyor. Örneğin, ülkenin Futbol Direktörü Terim, ‘’Arda Turan’ı kamptan gönderme kararı benimdir’’ diyor da, oyuncunun milli takım otelinde yaptığı basın toplantısından söz etmiyor! Yani ‘kovulmuş oyuncu’ bazı takım arkadaşlarıyla birlikte resmi alanda basın toplantısı yapıyor, buna göz yumuluyor ve bizim bunu ‘normal’ karşılamamız bekleniyor! Durumu Terim’in ifadeleriyle yazıya dökersek, ‘’Vah benim milli formam, vah benim memleketim vah!..’’ Haaa bu arada maçta ne mi oldu? Transfer sitelerine göre 26 futbolcusunun piyasa değeri 132 milyon Euro olan Türkiye, 22 oyuncusuyla piyasa değeri 27 milyon Euro olan Kosova’yı yendi! Ben de çoğu insan gibi maç bitimi Terim’in söyleyeceklerini beklemeye koyuldum
‘’Burası Türkiye!‘’
Duyarsınız, birileri sıklıkla “Futbol basit bir oyundur” deyip durur. Burada ‘basit’, ‘kolay’ anlamında kullanılır. Oysa, iş gibi, sanat gibi alanlarda ‘basit’ olan ‘zor’a tekabül eder. Ancak ‘basit’, bizim ülkede futbolu yönetmek adına makamları işgal edenlerin becerisi için kullanılıyorsa ona “Hayır” denemez. Başta Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim olmak üzere Türkiye Futbol Federasyonu yetkilileri, 2016 Avrupa Şampiyonası’ndan bu yana süre gelen krizi yönetememiş ve gazeteciye saldıran futbolcuyla birlikte uçağı yere çakmışlardır!. Ülke futbolunun /futbolcusunun emanet edildiği Fatih Terim’in uçak içindeki nümayişe, “Sesleri duydum ama... Görmedim...” türü açıklamalar getirmesi en hafif ifade ile çocukçadır.
Devlet sırrı değil
Federasyon yetkililerinin ve Terim’in, takım otelinde ve bazı futbolcuların önünde Arda Turan’a basın toplantısı yaptırmaları ise tuhaf ötesi bir durumdur ve iş bilmezliğin açık kanıtıdır. Kendi yapmaları gereken toplantıyı gazeteciye saldıran futbolcuya yaptırmış olmalarına ‘iş yönetimi’ açısından söylenecek söz bulamıyorum... Federasyon yetkilileri ve Terim’e defalarca yapılan çağrıyı yineliyorum; “Avrupa Şampiyonası’nda yaşananlar devlet sırrı niteliği taşımıyor. Neler yaşandığını artık açıklayın ki, sular bir nebze durulsun.”
Ne yazık ki Arda...
Arda Turan’a gelince... Bütün modern toplumlarda, ‘Sivil Havacılık Kuralları’ gereği neden olduğu olay nedeniyle uçaktan elleri plastik kelepçeyle bağlı olarak indirilebilirdi!. Bunlar yetmezmiş gibi bir de kokpite girdiği yolunda haberler okuyoruz!.. O nedenle sıklıkla altına sığındığı o bayrağın semalarında dalgalandığı bu ülkeye dua etsin! Ne yazık ki ülkemiz her tür aymazlığı rahatça sineye çekiyor! Kasıla kasıla dile getirdiği “Pişman değilim. Diğerleriyle de karşılaşırsam yine yaparım” türü ifadeleri futbol oynadığı ülke de dahil o toplumlarda bu rahatlıkta savunsa karşılaşacağı tepkileri tahmin eder sanırım.
Menacerleri o özürü diletir
Reklamlarına çıktığı markalar, “Bizi bu tür davranan bir sporcu temsil edemez” desin bakalım pişman oluyor mu, olmuyor mu? Bu endüstriden milyonlarca Euro kazanan menajerleri o özürü diletiyor mu, diletmiyor mu? O zaman görürüz! Ama Aykut Kocaman’ın Alex de Souza’ya dediği gibi “Burası Türkiye, burada işler böyle yürüyor!” Yılda milyonlarca Euro kazanıp, yüz milyonlarca Euro’nun döndüğü bir sektörde iş yaparken “Biz mahallede yetiştik” demagojisini de ancak ‘bizim mahalleli’ yutar...
Efendi Beşiktaş!
Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, bakın, Rıdvan Dilmen’den neler öğrendik... THY EuroLeague için “Hırsızlık organizasyonu” türünden ipe sapa gelmez ifadeler kullanan Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, THY Yönetim Kurulu Başkanı İlker Aycı’ya bir ‘özür mektubu’ göndermiş. Ama o dilinden düşürmediği “Beşiktaş duruşu”na, “Efendi Beşiktaş”a yaraşır şekilde adı geçen mektubu kulübün resmi internet sitesine koymayı başaramamış! Neden? Çünkü, burası Türkiye!..
‘’‘Gülüşü gülden güzel' bir gün!‘’
Eğlencesi ve izlenirliği ne denli düşük ise polemiği ve kuru gürültüsü o kadar yüksek futbolumuzun en izleniri Beşiktaş, yazın ilk sert sıcağında şampiyonluğun keyfini sürdü. Belki de o kadar çok duydukları için futbolu sadece “Rakibe pozisyon vermemek” sanan insanların ülkesinde, pozisyon aramanın adı oldu Beşiktaş iki sezondur. Oynadı, rakiplerini de oynamaya davet etti. Tıpkı hepimizin yaşadığı gibi tökezlediği zamanları da oldu ama çarçabuk ayağa kalkmayı bildi. Maç kaybedildiğinde taraftarlarını tedirgin etse de bu ‘çarçabuk’luk nedeniyle paniğe sokmadı hiçbirini. Beklentilerin yüksekliği oranında hayal kırıklığı ve hüznü olmaz mı bir takımın, vardı ama mutluluğu neşesi kat kat fazlaydı. Bütün bunların sonunda plan, program ile problem çözme becerisi ve yüksek bireysel özellikler ustaca birleştirildi ve ortaya - herkes değil ama çevremdeki büyük çoğunluktan edindiğim izlenim üzerine söylüyorum - ‘eğlenceli bir takım’ çıktı. Ve o takım bir kez daha şampiyon oldu.
Orman dahil tüm yöneticiler
Kimler mi vardı takımda? Ülkenin ve dünyanın her yanındaki siyah beyazlı kadınlar vardı, çocuklarıyla birlikte... Bırakın maçı, İstanbul’a dahi gidemeyen, bilet alacak parası olmayan, traktörle indikleri kasabada iki çay parasına kahvede dip dibe Beşiktaşlarını izleyen insanlar vardı... Şenol Güneş ve ekibinden tutun da Talisca, Tolga, Oğuzhan ve Quaresma’yla idmanlara çıkan bütün futbolcular vardı... Kucağında top, her golde yumruğunu havaya diken İnönü Stadyumu’nun top toplayan çocukları vardı... Fikret Orman dahil tüm yöneticiler...
Köyiçi’ni inlettiler
Maça gidemediği halde her golde Beşiktaş Köyiçi’ni inleten insanlar vardı... Dünyanın her yanında nefesini içine hapsetmiş, dört gözle golü bekleyen binlerce Beşiktaşlı vardı o takımda... Bizim mahalle vardı... Dostum Kasım’ın kızı Ayşe Kıroğlu, Hayati’nin maç kaçırmayan oğlu Ulaş Kurt vardı... Sabah formasını giymiş site içinde babasıyla gezen 3-4 yaşlarındaki Ege vardı... Bizim altı aylık gevezesi Leyla Olivia da vardı ama meselenin farkında mıydı, işte ondan emin değilim!.. Kısacası, “Ne mutlu, yaşıyoruz be!” dedirten o güzel günlerden bir gündü... Aydınlık, pırıl pırıl, ‘gülüşü gülden güzel’ bir gündü!