Arama

Popüler aramalar

‘’Kaderin oyunu!‘’

Her şey garip bir muamma içinde ilerliyor. Bir kördüğüm, tuhaf bir karmaşa... Durulmamış sular, durulacak gibi de görünmüyor. Başta Başkan Yıldırım Demirören olmak üzere Beşiktaş yönetimi, en küçük bir muhalif ses, aleyhte görünen küçük bir haber, bir parça farklı istek ortaya çıktığında hemen “Birlik beraberlik’ ipine sarılmaya çalışıyorlar.Oysa birliğe beraberliğe en çok ihtiyacı olan Beşiktaş camiası değil, bizatihi yönetimin kendisi gibi görünüyor. Optik Mehmet’in cenazesi ve ardından gelişen olaylar taraftar arasında beraberliğin dostluğun sımsıkı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.Bir fenomen Beşiktaş’ı esir almış gibi görünüyor; Abdi Celalettin Kolot. Kısaca, Celal Kolot. Beşiktaş’la ilgili her taşın altından bu ismin çıkması artık kimseyi şaşırtmıyor.Otomotiv işiyle uğraştığını duymuştum da, Beşiktaş Futbol Şube Sorumlusu Celal Kolot’un psikiyatri/psikoloji eğitimi aldığını bilmiyordum. Google’ı taradım, bu yönde bir bilgiye ulaşamadım.Eğitiminin hakkını veriyor!Kolot, psikaytri/psikoloji eğitimi almadıysa bile, bu konuda kendini yetiştirmiş biri olduğunu attığı her adımda ayan beyan gösteriyor. Gerek diğer yöneticiler, gerekse futbolcularla yürüttüğü ‘psikolojik savaş’ı basına kadar yaydığını bakılırsa, eğitiminin de hakkını veriyor hani.Tigana için yaptığı Freudyen psikanalizde şöyle diyordu; “Rengi nedeniyle ülkesinde dışlanmış. Çocukluğu zor geçmiş. Bu nedenle biraz ezik büyümüş. Burada gazetecilere kötü davranmasının nedeni bu.” Bu analizi aklımızda tutalım.İcra Kurulu toplantısında küfürlü konuştuğu için Genel Sekreter Kenan Öner tarafından uyarılan, uyardığı için Öner’i de kalaylayan Kolot’un, operasyonları içerisinde kendisine selam vermediğini iddia ettiği Gökhan Zan’a küfrederek haddini bildirmesi de var, yönetim kurulunun kadın üyesi Gülnaz Arsel’e ‘lan’ diye çıkışması da... Tabii, en azından bu sonuncusu için yönetim kurulunun ‘erkek’ üyelerinden birinin gıkının çıkmaması da ayrı bir konu. Ha bir de unutmadan; verdiği demeci yayınlayan üç gazeteciye idman sahasına girmeyi de yasaklaması da... Tabii bu yasak tutmadı, çünkü gazetecilere en çok onun ihtiyacı var!Kırılmadık kalp bırakmıyorŞimdi biz de kendi meşrebimizce Kolot’un neden bu tür davranışlar içinde olduğunu tıpkı onun yaptığı gibi psikolojik referanslara başvurarak açıklamaya çalışalım.Freud, ahlakın nasıl başladığı şöyle anlatır; “İnsan sadece birinden hoşlanmadığı için onu öldüremeyeceğini öğrenmek zorundadır.”Arno Gruen de, insanın başkalarını cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmadığını söyler. Ve şöyle devam eder; “Düşmanlar çaresizliğimizin yerini alır. Kendimizi güçlü katı, hatta şiddet eğilimli göstererek kendi zayıflığımızı ve çaresizliğimizi diğerlerinden olduğu gibi kendimizden de saklarız.”Belki Kolot da iyi biri, tanımıyorum. Ama Tigana ve diğerlerine karşı tutumunu göz önüne alırsak ve yukarıda yaptığı analizi Gruen’in tespitleriyle harmanlayıp kendisine uyarlarsak, geçmişinde ciddi travmalar yaşadığı sonucuna ulaşabiliriz.Verdiği 2 milyon dolar ile kulübünün onlarca yıldır oluşturmaya çalıştığı ahlaki değerleri teslim alan, Beşiktaşlıyı dile düşüren, eline geçirdiği güçle kırmadık kalp bırakmayan biri yönetiyor Beşiktaş’ı...Futboldan ne kadar anladığını bilmiyorum, bununla da ilgilenmiyorum bile. Ama bildiğim bir şey var, biz iyiliğin, kalenderliğin, efendiliğin, kadirşinaslığın, alçakgönüllülüğün, vicdanın, erdemin, faziletin, yani insana ait güzel ne varsa onu temsil ettiğini düşündüğümüz bir takıma gönül verdik.Kolot’la aynı takımı tutuyor olamayız. Çünkü biz, bizden olan olmayan, bize benzeyen benzemeyen hiç kimseye böyle davranmayız. Böyle davrananlarla aynı takımı tutuyor olmamız, olsa olsa bize “kaderimizin bir oyunudur.”

31 Temmuz 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yakışıklı holigana! Optik Mehmet'e...‘’

O mu hayata uymadı, hayat mı ona, bilinmez. Belki çok barışıktılar ikisi de, bu hiç bilinmez.Aykırıydı. Her aykırı gibi ‘dik’ti. Dikine giderdi, hep dikine...Bir ‘Baba Hindi’ydi... Yaramaz bir çocuktu, külhaniydi...Çoğumuz kadar yorgun, hepimiz kadar ayık, herkes kadar ‘uyanık’tı...Kaya gibi sertti, pamuk şekeri kadar yumuşak...Saygılıydı, efendiydi, kavgacıydı...Selam verilmeden geçilecek biri değildi...Ailesi için ‘oğulları Mehmet’, tribündekiler için ‘Optik Başkan’, yaşıtları için ‘Optik Mehmet’, büyükleri için kısaca ‘Optik’ti...Hayatla arasında kurduğu dili belki de en iyi tanımlayan, lakabıydı; “Optik.” Aynaydı... Mercekti... Işığın kırılması, ışığın yansımasıydı...Son kez öldüğü gece konuşmuştuk, üniversiteden arkadaşımız Hayati Kurt’un telefonundan...İçerden çıkalı bir kaç gün olmuştu. “Geçmiş olsun” demiş, “Lig başlamadan bir gece kafayı çekeriz” diye sözleşmiştik.Ertesi günün öğleden sonrasında, Sait Faik’in adası Burgaz’da yatan güzel gülüşlü kardeşim Reha Mağden’in ölümünün birinci yılında mezarı başına gitmek için vapura binerken, Adnan’ın telefonuna geldi Optik’in ölüm haberi.Öyle olur ya, ilk anda inanamazsınız. Öyle de oldu. Önce şaşkınlık, sonra keder...“Her ölüm erkendir” ya, bu da çok erken oldu be Mehmet... Daha çok maça gidecektik. Aşık Mahzuni diyordu ya “Kirvem bu yıl bu dağlarda aman/Sensiz yazın tadı m’olur aman/Selamın niye kesildi/Bir selamın adı m’olur aman...” Aynen öyle... Yine de biliyoruz; “Ölümle yaşamı ayıran çizgi, siyahla beyazı ayıramaz ki...” Ona, ‘Optik Başkan’a, ‘Mor külhani’ Ece Ayhan’ın ‘Bakışsız bir kedi kara’sıyla selam ederim...penche.com’dan ‘gracchus’ koymuş siteye, sağolsun, ordan aldım... Usul usul okuyun...“Gelir dalgın bir cambaz/Geç saatlerin denizinden/Üfler lambayı/Uzanır ağladığım yanıma/Danyal yalvaç için/Aşağıda bir kör kadın/Hısım/Sayıklar bir dilde bilmediğim/Göğsünde ağır bir kelebek/İçinde kırık çekmeceler/İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında/İşler gergef/İnsancıl okullardan kovgun/Geçer sokaktan bakışsız bir/Kedi Kara/Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk/Kanatları sığmamış/Bağırır Eskici Dede/Bir korsan gemisi! girmiş körfeze...”

27 Temmuz 2007, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hepimiz yaşlıyız!‘’

Kötü yetiştirilmiş bir çocuktan daha da kötüsü, kötü bir yetişkin değil midir?” diye soran Andre Comte-Sponville, ‘nezaketin’ küçük bir şey olduğunu ama büyük şeyleri hazırladığını söyler. Fanatik’in Beşiktaş editörü ‘genç yetenek’ Alican Esenci, Beşiktaş yöneticisi Celal Kolot’un son demecini okuduğunda, elim hemen Sponville’in “Büyük Erdemler Risalesi” adlı başucu kitabıma gitti. Şöyle diyordu Kolot: “Rakiplerimiz iyi transferler yaptı. Ancak Galatasaray’ın ciddi bir hoca problemi var. Kalli benim annemle yaşıt. Sezonu tamamlayabileceğini düşünmüyorum. Galatasaray sezon ortasında hoca değiştirir.”Ne diyordu türkü; “Derdim çoktur hangisine yanayım...” Kolot’un annesine mi, yoksa Feldkamp’a mı?Kapitalizm, işine yaramayan şeylere karşı hoyrat ve acımasızdır. İhmal eder, çöpe atar. Bu şiddetten en çok nasiplenenler arasında sakatlar, hastalar ve yaşlılar da vardır.Yaşlılık neredeyse ‘bulaşıcı bir salgın hastalık’ gibi algılanır bu sistemde. Yaşlılar, sigorta sistemini yiyip bitiren, gençlere daha çok prim ödeten, haliyle onları daha çok çalıştıran, ihmal edilebilir canlılar olarak görülür. Görülür de, utanma belası o kadar kolay dile getirilemez. İstenir ki, yaşlılar devlet parasıyla ‘ense yapmasın...’Ben öldüğü güne kadar babamın zıpkın gibi bir delikanlı olduğunu düşünmüştüm. Annem ise hâlâ benim için üçüncü kız kardeşim gibi. Yaşlanmıyor mu, evet yaşlanıyor. Tıpkı benim gibi. Ne olacak ki, elbette yaşlanacak. Ama hâlâ bu gezegende içtiğim en güzel tavuk suyu çorbayı benim annem yapar. Bu ben 5 yaşındayken de böyleydi, 42 yaşındayım, hala böyle.Kolot, teknik bir analiz yaptığını düşünüyor olabilir ama kanımca birçok konuda olduğu gibi düşünmeden konuşuyor.Feldkamp’ın aklı, bilgisi, yeteneği, yaşı üzerine konuşmayı, onu savunmayı ayıp saydığım için, Kolot’a, bu memlekete gelmiş en iyi hocalardan biri olan Mircea Lucescu’nun, Feldkamp için söylediklerini hatırlatmakla yetineceğim. Antropolog Paul Radin, ilkel topluluklarda yaşına bakılmaksızın her insana aynı derecede saygı gösterildiğini belirtir. “Topluluktaki, birinden bu saygıyı esirgemek, onun artık yaşamadığını, ölü olduğunu kabul etmek anlamına gelirdi” diyor Radin.Şimdi bir düşünün, aradan geçen binlerce yıldan sonra hangimiz ilkeliz. Sağlığı ve gençliği kutsayacağım derken cehalete batan biz mi? Yoksa onlar mı?Celal Kolot, yaşlılardan bu denli nezaketsizce bahsederken bilgiye, bilime, tecrübeye, geçmişe karşı bu saldırgan dili kullanırken, sağlıklı ve genç olmayı marifet sanıyor. Ama gençlik sadece bir durum, o kadar. Ve gelip geçecek tıpkı babamınkinin geçtiği, benimkini geçeceği gibi.Bitirirken ister misiniz, Orson Welles “I know what it is to be young’ı hepimiz için söylesin...“Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum /Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmezsin/Bir gün, sen de aynı şeyleri söylüyor olacaksın/Zaman geçip gidiyor ve bu hikaye anlatılıyor/Birçok soru sordum/Tanıştığım akıllı adamlara/Yanıtları henüz kimse bulamamış/Hatırlanacak günler olacak/Gözyaşı ve kahkahalarla dolu/Yazdan sonra kış gelecek/Böylece yıllar geçecek/Öyleyse arkadaşım, gel, birlikte şarkı söyleyelim/Sen bana yenisini söylerken ben eskisini çalacağım/Zamanla, senin gençlik günlerin geçerken/Zamanlarını seninle paylaşan birileri olacak...”

15 Temmuz 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Müşteriler! Forma alın‘’

Akşam gazetesindeki röportajı okuyunca Yıldırım Demirören’in nasıl bir takımın yöneticisi olduğunu hala anlamadığını anladım. Diyor ki; “Fenerbahçe bunları getirirken bu futbolcuların forma satışlarından da kar ediyor. Artık bizim Beşiktaş taraftarının da kulübün lisanslı ürünlerini sahiplenmesini istiyoruz. İnönü Statı’ndaki taraftarlarımızın yüzde 70’inin üzerinde Beşiktaş forması var. Bunların yüzde 60’ı eski forma, geri kalan yüzde 10’u da eskimiş formalar. Taraftar başarı bekliyorsa kulübe sahip çıkacaktır.”Bu “müşteri (taraftar) velinimetimizdir” anlayışının tipik örneği olan paragrafı okuduğumda ilk olarak Beşiktaş/Fenerbahçe karşılaştırması bozdu sinirimi. Gereksiz. Sosyolojik olarak Beşiktaş başka bir duruşu, Fenerbahçe başka bir durumu işaret eder. Ben böyle düşünüyorum. Bu durumda “Bize ne onlar kaç forma sattıysa?” demek bana her zaman en doğru açı gibi gelir.Fakat esas sorun bence bu değil de şu Beşiktaşlıların üzerindeki ‘eski formalar.’ Yazı uzamasın diye bu ‘eski forma/güzel forma’ meselesine hiç girmeden devam edeyim.Hatırlıyorum, Ülker ile Cola Turka anlaşması yapıldığı zaman benim de gittiğim kapalı tribünde ciddi bir infial vardı. Taraftarın önemli bölümü bu meseleye haklı ya da haksız, politik bir veçheden bakmış, forma almaktan imtina etmişti.O nedenle hala Beşiktaş tribününde eski Turkcell’li, Beko’lu formalar çoğunluktadır. Hatta hatırı sayılır oranda Cola Turka’ların üzerine benzer karakterli harflerle “Yeni Rakı” yazılı formalı taraftarlara da rastlarsınız tribünde.Beşiktaş yöneticileri, bir sonraki forma reklamı anlaşmasını taraftarın isteğini de göz önüne alarak yaparlarsa sanırım o arzu ettikleri satış düzeyini yakalayabilirler. Bu “Yeni Rakı” fikri fena gelmedi bana, ne dersiniz?..Stoperler, hoşgeldiniz! Beşiktaş, geçen sezon son haftaya ligin en az gol yiyen takımı olarak gelmiş, son hafta Kayseri’den 3 gol yediği için Fenerbahçe’den 1 gol fazla yemiş olarak kapamıştı sezonu.Ben bu durumu, Tigana’nın takıma müdafaa oynatmayı öğrettiği biçiminde yorumluyorum. Gerçi bunda Vedran Runje’nin ligin ikinci yarısındaki olağanüstü performansının da büyük payı vardı ama sonuçta kaleci de bir müdafaa oyuncusudur.Takımın en iyisinden fedakarlık yapan Beşiktaş, yabancı kontenjanını Ertuğrul Sağlam’ın da ısrarıyla müdafaanın göbeği (stoper) için kullandı.Merak ettiğim şu, bir takım müdafaanın göbeğinde oynayacak bu kadar adamı ne yapacak? Sayalım... Gökhan Zan, ibrahim Toraman, Baki Mercimek, Koray Avcı, ibrahim Kaş ve bir de adı geçen Per Kroldrup ya da bir başka stoper... Bir mevkii için fena sayılmayacak bir kalabalık. Denilebilir ki, “Fazla mal göz çıkarmaz..” Ben derim ki, çıkarır. Derseniz ki, “Biri sakatlansa ne olur?” Ben de derim ki; “Nobre ile Bobo sakatlanırsa yerlerine kim oynayacak?” Gökhan Güleç mi? İbrahim Akın mı?Yani Beşiktaş’ın transfer politikası benim aklım pek yatmadı. Diyeceğim o ki, yazının bu bölümü öteden beri hiç sevmediğim “Yok o şurda değil de burda oynamalı. Üçlü değil de beşli müdafaa olmalı. Alan daraltılmalı. Gerdan kıvırmalı, göz süzmeli” hattında oldu. Yoksa meramım kimsenin işine karışmak ve Dondurmam Gaymak’daki dondurmacı Ali’nin dediği gibi, “Hey yavrum hey! Sen bilirsin bir iki biz biliriz oniki” makamından çalmak hiç değil. Kafamın yatmadığını dile getirmekti. Ne yalan söyleyim ben bu ‘stoper’ politikasını anlayamadım. Ama vardır bir bildikleri diyelim, ligi bekleyelim...

13 Temmuz 2007, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Parayla saadet olmaz‘’

İktidar ve başarı... Bu iki kavram olmazsa gezegenin yörüngesinden fırlayıp uzayda unufak olacağına inandırıldık hepimiz. Başarısızlıkla korkutuyorlar bizi. Korktukça başarısız oluyor, başarısız oldukça sürekli korkuyoruz. Bu yıl Beşiktaş’ın iyi bir hocaya emanet edilmediği, rakiplerine göre daha ‘değersiz’ transferler yaptığı inanışı hakim herkeste. Rakiplerinin aldığı her önemli ‘yıldız’ Beşiktaş taraftarının tadını kaçırıyor. Korkuyorlar, “Bu takımla nasıl şampiyon olunur?” diye.Doğrusunu isterseniz ben de diğer arkadaşlar gibi hem hoca, hem futbolcu seçiminde yanlışlar yapıldığın düşünenlerdenim. Yine de bekleyip görmek, aceleci olmamak, şans tanımak ve henüz hiçbir veri olmadan karar verip hüküm kesmekten yana değilim.Bildiğim şu; her zaman ‘parayla saadet olmaz.’Bir de şunu biliyorum; futbol fena halde hayata benzer ve 4 doğru pas yüzde 90 goldür.Ve yine biliyorum ki; her şeye rağmen bu hayat başka türlü de yaşanabilir...Evet, Beşiktaş’ın transferleri diğerlerine göre pek parlak görünmüyor. Doğru, henüz gerçek anlamda rüştünü ispat etmiş değil hocası. Ve bir kez daha Fenerbahçe’den futbolcu alınarak taraftarda alerji temelli kaşıntılara neden olundu ama...Ama... Futbol başka bir oyun. Bütün bu olumsuz gibi görünen durumlardan olumlu sonuçlar çıkarma işi aynı zamanda futbol.Düşünün, Beşiktaş’ın şu gezegendeki futbol takımlarının çok azının sahip olduğu çok önemli bir şeyi var; taraftarı. Neşeli, yaratıcı, organize, dayanışmayı beceren, bir parça sert ama her zaman farklı. Her eylemleri futbol üzerinden hayata başka bir pencereden bakmak için olanak sağlıyor hepimize. Bir tür örgüt olmayan örgüt, parti olmayan parti gibi...Ne var ki, parası pulu olduğu için takımı yönetenler onlar kadar organize olma yeteneğine sahip değil. Ve sanki futbol, onların söylediklerinden ibaretmiş gibi algılanıyor. Yani ‘iktidar ve başarı’ kavramlarında olduğu gibi ‘futbol ve yöneticiler’ arasındaki ilişki de aynı biçimde kafa karıştırıyor.Sokaktan geçen herhangi bir Beşiktaşlıya, “Geçen yıl takımın en iyi oyuncusu kimdi?” diye sorsanız büyük çoğunluk “Runje” yanıtını verecektir. Peki bu yıl Runje nerede ve bu karar neden alındı, bilen yok. Hesabı kitabı olmayan yöneticilerin yabancı oyuncu kontenjanı için yaptıkları bu kişisel tasarruf takıma olumsuz yansırsa ne olur? Bu ve benzeri soruları rahatlıkla çoğaltabiliriz.Yine de A.Kadir’in şiirindeki gibi, “Başımıza gelen bütün bu şeyler dünyada olmamaktan daha iyi” diyelim ve devam edelim...Evet, Galatasaray ve Fenerbahçe daha pahalı ve daha iyi oyuncuları transferler ettiler gibi görünüyor. Ama futbol sadece bundan ibaret değildir. Futbol, yetenekliler ile daha az yeteneklilerin bir takım olmayı başardığı noktada hepimize dayanışmanın, yardımlaşmanın hayatımızdaki önemini apaçık gösteren bir ‘öğretidir’. Futbol felsefedir, bilimdir, siyasettir. Futbol hayatımızdır.Ve Beşiktaş, bunu hatırladığında ‘o eski duruşuyla’ kendini diğer tüm takımlardan ayıran Beşiktaş olacaktır. Fırsat her zaman var, yeter ki niyet olsun...

12 Temmuz 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aybaba'ya geçit yok‘’

Futbol hayattır’ derler, doğrudur. Futbol bütün değerlerini yitirmiş gibi görünse de inanmayın. Görünüşler aldatıcıdır. Beşiktaş’ın ikinci golünde Ali Tandoğan’ın nefis ortasına kafayı yapıştıran Bobo, gol sevincinde futbolun hala hepimizi umutlandıran değerlere sahip olduğunu kanıtladı. Tribünler ‘Bobo, Bobo’ diye bağırırken, O işaret parmağı ile Ali Tandoğan’ı gösteriyordu. ‘Futbol hayattır’a bir ekleme yapayım... Futbol zerafettir. Beşiktaş’ın bir sonraki sezonda hocasının kim olacağını bilemiyoruz. Ama Çarşı, hocanın kim olmayacağını haykırdı; ‘Samet Aybaba’ ve Beşiktaşlı’nın gönlünden geçeni de yönetime işaret etti; ‘I love you Luce, I love you Luce.’ ‘Futbol hayattır’a iki şey daha ekleyelim... Futbol protestodur ve futbol unutmamaktır. Maçın ilk devresi bittiğinde insanlar çok sıkılmıştı. Hatta sağdan soldan gidenler bile oldu. Ne zaman ki, 70. dakikaya geldik, tribünler bu sezonun özetini vermeye başladı. Önce Ahmet Çakar ve Vahap Beyaz’ı anarak Galatasaray’ın kulaklarını, ardından da bu sene verdikleri demeçlerle insanların sinirlerinin gerilmesine neden olan Fenerbahçeli yöneticilerin ve Fenerbahçe’nin kulaklarını çınlattılar. Futbola gelirsek; bu sene izlediğim Beşiktaş’tan başka bir Beşiktaş izlemedim. Her şey aynıydı. Fakat son düdükten önce Baki’nin kendi kendine yaptığı o tuhaf hareket, ligin en güzel hareketlerinden biri olarak zihnime kazındı(!) Bu sezon da böyle bitti.

20 Mayıs 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’O gözyaşları...‘’

Fenerbahçe mağlubiyetinin ardından gelmesi olası ‘ruhi yıkım’dan eser yoktu Beşiktaş’ta. Ya travmayı kolay atlatmışlar ya da zaten hiç o yıkımı yaşamamışlardı. Varın siz karar verin...MFÖ’nün eski güzel şarkısı gibi Beşiktaş. Ne diyordu abiler; “Biz güzeli seviyoruz/Alev alev yanıyoruz/Uçuyoruz konuyoruz/Hep aynı/Geziyoruz görüyoruz/Okuyoruz duyuyoruz/Yazıyoruz çiziyoruz/Hep aynı/Hep aynı...” Bu sezon Beşiktaş’a bundan daha yakışan bir şarkı gelmedi aklıma.Emindim ‘mükerrer bir Beşiktaş’ göreceğime. Sağolsunlar yanıltmadılar.Eski ‘baba radyoculardan’ Abidin Aydoğdu abimiz olsa maç uzatmaya gittiği anda sanırım şuna benzer bir anons yapardı: “Ligde tutunmaya çalışan bir takımla hâlâ şampiyon olma ihtimali olan bir takımın denk mücadelesini izledik sayın dinleyiciler..:”Maç zaten zevksizin zevksizi gidiyor. Uzatma düdüğü çalar çalmaz televizyonun mikrofonunu ‘iki bilen abi’ kapıyor. Biri ‘hakem rendecisi’, yakın çağın büyük Türk filozoflarından Erman Toroğlu. Bildik makarasını sarıyor; “2 net penaltı verilmedi, şu bu falan, filan.” Diğeri daha enteresan bir uzman. Takım düşürme, düşmeye ramak kalanın üzerine kapanma, ‘Abbas yolcu’ yaptıkları takımlardan sıklıkla ‘medeni bir şekilde’ görevden ayrılmalarıyla ünlü hocalar grubundan, Ümit Kayıhan. Onlar üzerime teknik taktik fışkırtırlarken “Hay bin kunduz, yine mi?” diyerek sıkıntıyla bakıyorum olan bitene.Neyse ki, bu sezon Türkiye’nin kendini en çok geliştiren ve kanımca böyle giderse iki sezon sonra memleketimizi terk edecek olan Serdar Kurtuluş’un nefis ortasına nefis bir Bobo kafası izledik.Maç o tanıdık ‘tek gol’le bitti ve Beşiktaş kupayı aldı. Ama...Bülent Korkmaz’ın kızının gözyaşları yok mu? O gözyaşları anlatıyordu futbolun anlamını, kaybetmeyi, kaybetmeyi bilmeyi, üzülmeyi adam gibi becerebilmeyi.Bir de Beşiktaş taraftarının Erciyesli futbolculara yaptıkları son dakika yakışıklılığı. Futbol yoksa da bunları gördük ya, bu da yeter...

10 Mayıs 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Zico'ya bu yapılır mı?‘’

Bu kez tam karşımda, gözümün önünde olmuş, maça dalmış, görememişim. Trabzon’daki Fenerbahçe maçından sonra Zico’ya yağan çakmak, su şişeleri ve küfürler için yazdığım yazıyı şöyle bitirmişim... “Zico’ya saygı futbola saygıdır. Zico’ya saygı, hayata saygıdır, Zico’ya saygı kendimize saygıdır. Zico’ya saygı dünyaya saygıdır. Çünkü, Zico hatıralarımızdır. Çünkü, Zico geçmişimizdir. Çünkü, Zico estetiktir. Çünkü, Zico futbolun ta kendisidir...”Bu kez tam karşımda, gözümün önünde olmuş, maça dalmış, görememişim.Numaralıdan biri kalkıp ayağa, mavi çizgili lise defterimi kapladığım krapon kağıdına yapıştırdığım futbolcu resimlerinden Brezilya formalı, çipil gözlü adama tükürmüş gözümün önünde.Görememişim.Yeniliyormuşuz o maçta. Olsun varsın, ilk kez mi? İnanmayarak da olsa, “Bunu bizden biri yapmaz” demiştim kendi kendime Trabzon maçından sonra.Yanılmışım. İlk kez mi? Bizden biri Zico’nun kafasına, benim kalbime, 30 yıl önce miadını doldurmuş çizgili lise defterimin kapağına isabet ettirmiş tükürüğünü. Görmemişim!...Hani diyordu ya Pir Sultan Abdal, “Şu ellerin taşı hiç bana değmez/İlle dostun gülü yareler beni” diye...Tam öyle olmuş...Oysa, bizim bulunduğumuz kapalı tribünde ‘bizim kalbi olan, akıllı çocuklar’ maç başlamadan şahane bir pankart açıp, “Saygımız 100 yıllık ebedi dostluğu ve ezeli rekabeti yaratanlaradır” diye Fenerbahçelilere saygılarını göndermişler. Kimler yok ki o pankartta?..Tıpkı benim mavi çizgili lise defterimdeki futbolcular gibi yaşayanlarda var, artık istesek bile bir kadeh rakıyı birlikte içemeyeceğimiz adamlar da. Onlara gönderdikleri saygının içine sarmalamışlar bugün bize futbolu bize zehir edenlere sitemlerini... Tabii, o pankartı okumayı bilenlere...O pankartı yazan ruh haliyle, Zico’ya tükürecek kadar kendini kaybeden ruh hali, ne yazık ki bir bütünün parçaları, ikisi birbirinin ayrılmazıdır, biliyorum. Ama onaylanacak olan bir tanesidir. Bunlardan birinin kazanması gerekir dünyanın da hayatımızın da daha güzel olması için. Siz hangisini onaylıyorsunuz? Hangi tribündensiniz? Bizim tribünden mi, yoksa karşıdakinden mi?İkinci kez Zico için saygı dileniyorum...Numaralıdan Zico’ya, yani hepimizin hayatına tüküren ya da yaşamı onun gibi hisseden diğer arkadaşların bizi bir gün anlaması umuduyla...Ne diyordu genç şair Gonca Özmen...“Ah sevgilim aramızda bir iğne / Beni sana dikiyor..”

09 Mayıs 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI