‘’Tekrar edilemez işlerin adamı!‘’
Her tür acayipliğin ambalaj kağıdına dönüştürülen 'Beşiktaşlı duruşu' kavramı uzun süredir her duyduğumda tüylerimi diken diken eder. İçi boşaltıldıktan sonra olur olmaz kişilerin olur olmaz işlerinin maskesi olarak kullandığı bu kavrama anlamını verenlerden birini daha uğurladık dün Dolmabahçe'den.
Malum, futbolcunun değil yöneticinin gerçek aktör olduğu 'piyasa futbolu' bizim ülkemizdeki. O nedenle her hareketini nefesimizi tutarak izlediğimiz futbolcular yerine başkan ya da yöneticileri dinliyoruz. Onlar da gazeteci ya da taraftarları fırçalamaktan fırsat bulurlarsa bir iki kelam ediyorlar sevdiğimiz oyun hakkında!.
İşte dün uğurladığımız Süleyman Seba ağırbaşlılığın, mütevazılığın, işbirliliğin, tekrar edilemez işlerin adamı olduğu kadar 'aradan çekilme'nin de ustasıydı!.. Onun/onların yaşadığı yıllarda bizler gazetelerden ya da tek kanal televizyondan daha çok futbolcuları daha az teknik direktörleri ve neredeyse hiç oranında yöneticileri okur, dinlerdik! Onların işi takımla bizimki futbolla ilgiliydi çünkü. Yani olması gereken, olması gerektiği yerdeydi.
Devran döndü... Para, gösteriş ve bunlara bağlı rüküşlük aldı başını gitti.
Bir gün önce Kavacık Dörtyol'dan yine öğle namazına müteakip arkadaşımız Ercan Yavuz'un anneciği Fatma teyzeyi omuzlayıp Rüzgarlı Bahçe'deki mezarlığa defnettik. Allah rahmet eylesin. Biz mezarlıktan ayrılırken saat 14.00 sularıydı.
Bir gün sonra aynı saatlerde Dolmabahçe Camii çevresinde binlerce insan o sıcağın altında Seba'yı uğurlamak için bekleşiyorduk. Çünkü cenaze namazı bir türlü başlayamıyordu. Öğlen namazı bitiminden yaklaşık 50 dakika sonra başlayabildi namaz. Manzara ülkeye özgüydü. Seba'nın naaşı başında bekleyen erkan her üç dakikada bir değişti. Fotoğraf karesi ya da bir görüntüye girebilmek için tuhaf bir yarış, tuhaf bir itiş kakış vardı ön safta!. Sonunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül teşrif ettiler saat 14.00'e dakikalar kala. Uzun tokalaşma kuyruğunu aşıp tabutun başındaki yerini aldığında arkalara düşen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Deniz Baykal sıyrılıp aradan bir kez daha öne geçtiler. İmam, ön sıradaki devlet erkanının gözetilmesini istediğinde hatırı sayılır bir tepki aldı kalabalıktan. Yine namazı kıldıran müftünün "alkışlamayın" uyarısına aldırış etmedi ciddi bir kalabalık. "Hellalik" istendiğinde herkes en derinin bağırdı; "Helal olsun" diye. Dünya iyi bir insanı daha kaybetti. Ama biliyoruz ki bir yerlerde ileride iyi insan olacak ve dünyayı daha yaşanır kılacak yüzlerce çocuk doğdu.
‘’Maçları unut ama Soma'yı asla!‘’
Her şeyin içimize kolay sindiği/sindirildiği zamanlardan geçiyoruz. Öyle bir zaman ki, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt etmek için kılı kırk yarmak gerekiyor. Düşünmekten kafasının patlayacağını zanneden, bu nedenle de düşünmeyi bir kenara bırakan nice insan var şu dünyada! Hal böyle olunca da doğru bildiğin/bulduğun bir çok eylemin sonucu senin niyetinden bağımsız olarak tam da karşı çıktığını sandığın şeye hizmet eder hale geliyor. Şöyle ki;
YARDIM DEVLETİN, DAYANIŞMA HALKIN GÖREVİDİR
'Soma Katliamı'nın ardından gerek devletin despotik/provokatif tavrı, gerek gün gün değişen 'sıcak gündem', gerekse 'toplumsal hafıza sorunları' nedeniyle 301 maden işçisinin katli, trafik kazaları kategorisine indirgendi.
Kuşkusuz ki, yaşamını yitiren emekçilerin geride bıraktıkları için açılan 'yardım kampanyaları', destek verenler adına fazlaca anlamlıdır. Vicdanlarının sesine kulak verenler iyi niyetleriyle bir şeyler yapmak istiyor. Kampanyalara katılanlar da biliyor, bu iyi niyet çabalarının o acıları sağaltmaya yetmeyeceğini. Ama insan kalbi işte, karınca kararınca bir şeyler yapmak istiyor.
Acılı ailelere yardım kampanyaları çerçevesinde Galatasaray - Atletico Madrid, Fenerbahçe - Beşiktaş - Chelsea arasında, tüm geliri geride kalan acılı ailelerin yarasını bir nebze sarsın diye 'gösteri niteliğinde' maçlar oynandı.
Ne var ki bu tür etkinliklerin çoğunda olduğu gibi bu maçlardan da geriye; 'maçlara kaç kişi gitti', 'kaç para toplandı', 'yardım paraları doğru adreslere ulaşacak mı', 'golü kim attı', 'kim yendi/yenildi' türünden sorunun gerçekliğinden çok çok uzak sorular kalıverdi!
Oysa bu tür organizasyonlar, toplumsal bilinci harekete geçirmeyi ve sorunu/sorunları yaratanlara bizzat hesap sormayı hedeflemelidir! Bir yandan da mağdurlara 'bir nebze yardım etmek' yerine 'toplumsal dayanışma'yı, örgütlemenin öğreticisi olmalı, özetle; nitelik olarak 'farkındalık yaratmalı'dır. Çünkü yardım, herkesten önce halkın büyük bir yanılsamayla kendisini koruyup kollandığını sandığı 'devlet'in görevidir.
GÖSTERİ TOPLUMU TUZAKLARINA DÜŞMEMEK!
İçinde yaşadığımız 'gösteri toplumu' acıları, ölümleri bile izlenir, alınır/satılır hale getirme konusunda mahirdir. Bir yandan da 'yardım' adı altında devasa ekonomik büyüklükler üretmek gibi yüksek marifetleri vardır. Reklamlar, maç yayını satışları, stat panoları, formalardaki markaların görünürlükleri acıların giderilmesinden daha hızlı büyür.
Bu arada sen, ''Ne var bunda hiç yoksa mağdurlara yardım ediyoruz'' iyi niyetliliği içindeyken aynı anda başka felaketlerin, başka katliamların taşlarını döşediğini fark etmezsin bile.
Bu ve benzeri organizasyonlar bir yanlarıyla da 'toplumsal itirazı' sanki öyleymiş gibi yaparak söndürürken, oradaki enerjiyi soğurup her şeyin 'sıradanlaşması'na da hizmet eder. Kitle kültürü etkinlikleri bireyi bir duruma itiraz edip, onu takip eden 'özne'ler olmaktan çıkarıp 'gösteri izleyip dağılan' birbirine benzer edilgen 'nesne'ler haline dönüştürür.
ORADA YAŞANAN KAZA DEĞİLDİ
Soma mesajlı maçları izlerken akılda tutulması gerekenleri hiç unutmayalım...
Soma'da yaşanan kaza değildi. Her katliam gibi bunun da sorumluları var. Sorumluları tespit etmek; ilgili makamlar kadar bu 'katliamın' acısını yüreğinde hisseden her vatandaşın görevidir. Yardım etmek kişisel bir tutum, bu işin peşini bırakmamak toplumsal bir ödevdir.
301 emekçinin ölümünden birinci derece sorumlu olan Soma'daki şirketin İstanbul Maslak'a bir hançer misali diktiği o gökdelen, bu meseledeki 'toplumsal farkındalık' açısından 100 maça bedeldir. Ama görebilen gözlere!..
‘’Hem doğru hem arzulu oyun‘’
Bir gün önce ‘sert orta saha turu getirir’ derken doğrusu denkleme Demba Ba’yı dahil etmemiştim. Hazır değildir diye düşünüyordum. Ama o üst seviye bir tehdit unsuru olarak görevini fazlasıyla yerine getirdi Feyenoord karşısında... Bilic, bu kez sağ beke Necip’i yamayarak onarmaya çalıştı Beşiktaş’ı. Ve ön oyuncular da ilk yarı boyunca gelebilecekleri kadar geri gelip topu karşılama konusunda müthiş bir dayanışma gösterince Beşiktaş’ın eksik hatları o denli göze batmadı.
Pektemek’in bıktırıcı baskısıyla gelen gol, Kerim’in eğlenceli ve hevesli oyunu, Veli/Atiba/Olcay’ın dirayetiyle birleşince geriye fazlaca yük de binmedi. Olcay’ın katkısı Ramon’u, Kerim’in dönüşleri Necip’i rahatlatınca Pedro/Ersan/Tolga fazlasıyla rahat tamamladılar ilk yarıyı.
İkinci yarıda da bu seviyeler için mutlak gerekli olan ‘doğru oyun’ kuralıyla sürdürdü maçı Beşiktaş. Üstelik fazlaca arzulu görünen oyuncular, birbirine yakın olma konusunda fazlasıyla titizdiler. Ve kaptıkları topları skor avantajını da gözeterek aralarında gezdirirken maçın ritmini de ellerinde tutmayı başardılar. Ta ki, 60. dakikanın ortalarına kadar... Bu bölümde düşen ritmin ardından gelen gol, herkesi tedirgin ettiyse de Olcay’ın zanaatkar ustalığında işlediği pozisyonu Demba Ba golle tamamlayınca film mutlu bitti. Hele ki Ba, sadece bir ‘tehdit’ değil aynı zamanda ‘bitirici’ de olduğunu gösterip golleri üçleyince filmin finalindeki yazıları bile mutlulukla okuyan Beşiktaşlılar vardı dünyanın her yanında...
‘’Sert orta saha turu getirir!‘’
Futbolun 'basit bir oyun' olarak algılanmasının nedeni kolay gibi görünen tanımlar içermesidir. Gerçekten basittir futbol; gol için gol atıcılara ve onlara top taşıyacak olanlara 'alan yaratma' problemini çözebilen işi halleder. Bu nedenle orta saha oyuncuları hayati önemdedir ve büyük golcülerden sonra en yüksek paralar onlara ödenir. Çünkü 'alan yaratma kurgusu'nda ipler onların elindedir. Beşiktaş'ta bu yük hali hazırda Oğuzhan Özyakup'un sırtına binmiş durumda. Geçen sezon Fernandes'in olmadığı maçlarda Oğuzhan'ın tek başına verimliliğinin ne denli düşük olduğu çoğu Beşiktaşlı'nın malumudur. Ayrıca bu oyuncunun ciddi anlamda 'fiziksel kapasite' sorunu da var ve kısa vadede bu sorununu çözebilecek gibi de görünmüyor. Haliyle, sağ bek ve stoperden öte 'tek yaratıcılı orta saha' daha yukarı tırmanma hedefindeki Beşiktaş'ın en büyük zaafı gibi duruyor şu an.
İlk hedef turu geçmek olmalı
Haberlere göre sakatlanan Oğuzhan, Feyenoord karşısında sahada olmayacak. Deplasmanda elde edilen 2-1'in avantajında takımı orta sahada daha sert hale getirmek öncelikli plan gibi duruyor. Ancak o bölgeyi sertleştirirken hem de 'alan yaratma becerisi' gösterecek bir oyuncusu yok Slaven Bilic'in. Haberler diyor ki; 'Bilic, mecburen o bölgeyi 'bir zamanlar oralarda oynamış' Demba Ba ile kapatacak' Ne var ki bu maçın özel durumu gereği Veli / Atiba / Necip / Kerim / Olcay hattı, orta sahadaki Demba Ba'lı formülden daha dayanıklı ve haliyle sonuç alıcı görünüyor. Neden mi? Eğer senin rakip üzerinde alan yaratacak kapasiten sınırlı ise, rakibine 'alan yaratma fırsatı' vermeyecek bir düzende oynamalısın! Yani diyeceğim o ki, kafayı 'yıldız görmeye' takmadan doğru oynayarak turu geçmeyi hedeflflemek ilk iş olmalı. Nasılsa, takımla henüz yeterli bütünlüğü sağlayamamış olan Demba Ba'ya gerek bu maçın ilerleyen bölümünde gerekse sezonun tamamında daha çok iş düşecektir...
Passolig tuhaflığı!
Ne ülkede yaşıyoruz değil mi! Avrupa'ya gidebilmek için vize kuyruklarında bin çeşit aşağılamaya maruz kalanlar takımının Şampiyonlar Ligi maçlarına 'Passolig vizesi' olmadan girebiliyor. Ne var ki, takımını kendi liginde izlemek için 'vize şart...' Taraftar aynı, saha aynı, ülke aynı ama mevzuat ikili... Tam bize özgü!..
‘’Beşiktaş oynadı biz göremedik!‘’
Malum memleket ‘bayram havası’nda. Ben de havaya uygun olarak bayramı annem, kardeşim ve yeğenimle geçirmek için Seferihisar/Sığacık hattındayım. Biliyorsunuz ülkede futbol denince akla futbolcu değil, ‘marka değeri’ geliyor. Yüksek kabiliyetli futbol yöneticileri de bu markayı yükseltmek için 7/24 kafa patlatıyorlar! Sonuç; kimse maç izlemiyor/izleyemiyor...
Geçen yıl taraftarlarını seferi yapıp iki stattan da uzak tutan pek maharetli Beşiktaş yöneticileri, Feyenoord maçının yayın haklarını, ‘devlet kanalı Digitürk’e satmış. Devlet de malum, fırsat eline geçti mi ‘eli halkının cebinde olan’ bir organizasyondur. Fakat ne yazık ki müthiş yanılgı içinde olan halk, devleti hâlâ kendine hizmet eden bir yapı zanneder, buna inanır.
İşte o devletin eli yine cepteydi.. Ve bu maçı aklı erdiğinden bu yana Beşiktaşlı olan bana ve benim gibi evinden uzakta olan tahminen birkaç milyondan fazla Beşiktaşlı’ya izlettirmedi. Çünkü Digitürk, kapısını çaldığım 5-6 esnafın kimisinden 300 kiminden ise 350 TL istemiş. Haliyle kimse o parayı vermediğinden ‘hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı’ vardı. Sonunda yardımımıza gençler yetişti de maça Kerim’in golünden 30 saniye önce bilgisayar üzerinden ‘uluslararası’ ancak ‘takılmalı’ bağlantı kurduk. Bunu da bulamayanlar vardır yine de ‘şükür’ diyelim! Tek avuntumuz ise ‘Şanlı Beşiktaşımız’ın galibiyeti oldu ve doğrusu bu da her şeye değerdi.
‘’Çebi'nin yolu‘’
Kuşkusuz ki Çebi'nin bu denli iştahlı görünmesinde hiçbir mahzur yok. Problem, önceki başkan ya da başkan adaylarının yöntemini izliyor, dilini kullanıyor oluşu... O da 'deneme/yanılma' metodundan medet umar görünüyor. Demba Ba böyle bir adımdı. Önder Özen'in kurguladığı yapıya sahip çıkamamak da bir başka gösterge.
O da mevcut başkan ve daha öncekiler gibi sloganı tercih ediyor.. Ve korkarım, doğru bilerek takip ettiği başkalarının ayak izleri onu da aynı çukura çekecek.
Geçenlerde gazetecilerle yaptığı bir sohbet toplantısında soru üzerine şunları söylemiş; "Biz ard arda alacağımız şampiyonluklarla 4. yıldızı göğsümüze takacağız.. Ve bunu yapmadan da gitmeyeceğiz!" Bunu okuyunca aklıma 28 Şubat sürecinden sonra dillere dolanan bir söz geldi; "28 Şubat 100 yıl hatta bin yıl sürecektir." 28 Şubatçılar'ın akıbeti malum!..
Oysa bu dönemi 'hazırlık sınıfı öğrencisi' olarak geçirmek ve gelecekteki kurgusunu ince eleyip sık dokuyarak tasarlamaya uğraşması gerek. Ne var ki, bunun yerine, belli ki çevresine üşüşen 'bilmişlerin' de etkisiyle, 'fiili başkanlık' için kolları sıvamış görünüyor.
Tuhaf bir dil...
Beri yandan gereksiz yere, özellikle Gezi direnişinin ardından yönetimle arası açılan taraftarlarla didişmeyi seçiyor... Şunları söylemiş; "Forma ve kombine satışları beklentilerin çok altında. Demba Ba gelmeden önce kombine satışları 4 bin 100’dü, transferden sonra patlama bekliyordum ama şu anda 5 bin oldu. Forma satışları da bundan farklı değil.'' Ve devamında, bir başka gerçeğin altını çiziyor; ''Taraftarlar galiba formayı değil, yönetimi beğenmiyorlar. Biz gidersek alırlar, onlar yönetimi beğenmiyorlar." Taraftarının sosyoekonomik/kültürel kodlarına dair bir fikri olmayan, onları içeri çekmek yerine ısrarla dışarıda tutmaya gayret eden tuhaf bir dil!..
Ve şimdilerde Çebi'nin kısa vadedeki en önemli sınavı kapıya dayanmış durumda! Üzerinde ciddi çalışılsa 2.5 ila 3 milyon Euro bandında bitirilebilecek Bryan Ruiz transferi için 8 milyon gibi rakamlar yazılıp, çiziliyor. Kapı buradan açılınca da transfer 4-5 milyona bittiğinde bu başarı gibi sunuluyor. Beşiktaş yöneticisinin işte tam da burada devrede olması gerekiyor. Bu kulübün tek kuruşunu 'transfer tacirlerine' kaptırmamak...
Bakalım neler olacak!.. İzlemedeyiz...
‘’Demba Ba yeter mi?‘’
Şöyle demiş Demba Ba: "Benim gelmem başarı için yeterli olmaz. Kanatlardan, havadan ve yerden top getirebilen oyuncular çok önemli. Bunun dışında forvete yakın olan oyuncuların da etkili olması sadece benim değil Beşiktaş için de gerekli. Arkamda kim var? Final paslarında sıkıntı yaşamamam lazım..." Benzeri sıkıntıları Hugo Almeida monteli dönemlerde de, daha öncesinde de yaşadı Beşiktaş. Oysa Dünya Kupası bir kez daha gösterdi ki, bir takımın başarılı olabilmesi için ‘oyuncular arasındaki denge’ belki de en önemli gereklilik. Almanya Milli Takımı ilk bakışta yıldız gibi görünmeyen ama tamamı birbirine yakın olgunluktaki 'işçi oyuncu'lardan kuruluydu. Hiçbiri sahada tek başına Messi, Neymar, Ronaldo, James Rodriguez vb. türü ‘elit yıldız algısı’ yaratmasa da çalışarak geliştirildiği apaçık belli olan beceri, buna bağlı olan oyun kurgusuna bağlılık ve bir bütün halinde oynama konusundaki üst seviye eğitimleriyle uzak ara en iyi takımdı. Öyle ki, daha ilk maçta gezegendeki çoğu insanın final adayı haline gelmişlerdi bile.
Eksiklikler var
Beşiktaş ise sınırlı bütçesine rağmen Demba Ba gibi hatırı sayılır bir oyuncuyu alarak fiyakalı bir giriş yaptı sezona. Ancak sağ bek ve stoper ile Oğuzhan'ın bölgesini destekleyecek çift yönlü bir orta saha oyuncusunun eksikliği çıplak gözle bile görünüyor. Sol bekteki Ramon Motta ile İsmail Köybaşı yeterli gibi görünse de bu ikilinin Caner Erkin seviyesine ulaşacak bir performansa ulaşabilmeleri de hayli zor. Hatta Alex Telles seviyesi bile soru işareti? Beşiktaş'ın en sağlam olduğu ve lige tutunmasını sağlayan mevkiiler ise Tolga Zengin'in koruduğu kale ile Atiba Hutchinson ve Veli Kavlak'ın direnç verdiği orta saha. Ancak onlar da ağırlıklı olarak işin müdafaa yönünü üstlenmiş durumdalar.
Geçici bir huzur
Bu duruma rağmen transfere ayrıldığı belirtilen bütçeden, ‘aslan payı’nın Demba Ba tercihinde kullanılması kuşkusuz ki ‘taraftara şirin görünme’ konusunda geçici bir huzur yaratacaktır yönetim için. Ancak unutulmamalı ki, futbol aynı zamanda bir ‘hayalkırıklığı oyunu’dur. Topun rakip kale çizgisini geçmediği her maçta büyüyen hayalkırıklığı kısa sürede geniş kitlenin kontrolsüz öfkesiyle istenmeyen sonuçlara taşır yönetimleri. O nedenle ‘takım mühendisliği’ denen şey yöneticilik makamı için en elzem bilgidir. Eğer bu bilgiye sahip değilsen ‘bir bilen’ ile çalışmak şarttır. Beşiktaş bu fırsatı Önder Özen ile yakaladı, ancak tahmin edilebilir gerekçelerle de hızla kaybetti.. Ve şimdi iş, ‘transfer sihirbazı yönetici’lerle hemen her yabancı oyuncu transferinde dedikoduların öznesi haline gelen ‘Slaven Bilic ve tanıdıkları’na gelip dayandı! Bilic ve ‘tanıdıkları’ top rakip kale çizgisini geçmediği takdirde bavullarını alıp gezegenin bir başka takımına yelken açarlar ve geride hasarını düşünmeyecekleri bir Beşiktaş bırakırlar. O kederin yükünü taşımak da her zaman olduğu gibi teknik direktör ya da yöneticilere değil, kalbi Beşiktaş'la atan insanlara kalır. Bilinen bir gerçeği bir kez daha hatırlatmakta fayda var!
‘’Dikkat! Bu iş sakat‘’
Hutchinson’dan bu yana çoğu transfer haberinin ‘gizli özne’sinin Bilic’in de menaceri Darko Nejasmic olması tesadüf olabilir mi? Aynı ismin izlerine Mitroglou haberlerinde rastlıyoruz. Sakatlığı bilinen, 6 aydır hiçbir varlık gösteremeyen bir oyuncudaki ısrarlı tavrı anlamak için Michael Eneramo transferini hatırlamak yeterli olacaktır.
Ülke futbolunun oligarşik yapısındaki pozisyonuna güvenen -garanti üçüncülük- Beşiktaş Yönetimi’nin Demirören döneminden kalan enkazı kaldırma konusunda doğru rotada olduğu iddia edilemez. Temel hedefi ‘kentsel dönüşüm rantı’ olan İnönü Stadı’nı yıkıp yerine aynı büyüklükte stat inşa eden yönetimin temel önermesi, ‘stat geliri’ydi. Tuhaf bir mantık; iki yıl neredeyse ‘hiç gelir’den sonra rakipleri tribün gelirinde önce yakalayıp sonra geçme iddiası! Tamam da statlar zaten aynı büyüklükte değil ki, fark nasıl kapanacak? Beşiktaş’ın bir yerlerde sırf “İnönü eski stat” diye maçlara gelmeyen 41 bin kişilik mültimilyarder bir taraftar ordusu mu var? Eğer iddia o stadı futbol dışında da kullanarak gelir elde etmek ise o zaman o anlaşmaların da şeffaf biçimde ortaya konması gerekir. Hatırlanırsa Fulya’daki arazi de “Beşiktaş’ın geleceğini kurtardık” türü mesnetsiz iddiaların ardından heba edilmişti.
Orman haklı ama...
Takıma gelince... Bir grup hayalperest taraftarın beklentilerinin aksine Beşiktaş, Yıldırım Demirören’den kalma şaşalı transfer hastalığından mecburen kurtuluyor. Çünkü öyle bir parası yok. Beşiktaş Başkanı Fikret Orman çok haklı olarak şunları söylüyor; “En makul şekilde transferleri bitirmeye çalışıyoruz. Bizim bir bütçemiz var. Abuk sabuk paralar harcamak istemiyoruz.” Katıksız doğru olan bu bakış açısındaki temel sorun transferlerin hangi ölçütlerle, kimler tarafından ve hangi yöntemlerle yapıldığı.
1 milyon Euro kurtarıldı
Atiba Hutchinson’dan bu yana çoğu transfer haberinin ‘gizli özne’sinin Slaven Bilic’in de menaceri Darko Nejasmic olması tesadüf olabilir mi? Atiba transferi kulübe yaklaşık 1 milyon Euro daha ucuza mal olduysa bu, o dönemde yöntemi sezip ‘araya koşu yapan’ Beşiktaşseverler sayesindedir. Şimdi de aynı ismin izlerine Konstantinos Mitroglou transferi haberlerinde rastlıyoruz. Sakatlığı bilinen, Fulham’da da Dünya Kupası’nda da bu nedenle varlık gösteremeyen bir oyuncudaki ısrarlı tavrı anlamak için neden alındığına hiç kimsenin akıl erdiremediği Eneramo transferini hatırlamak yeterli olacaktır. Aynı izlere orada da rastlayacaksınız.
Aybaba’lı takımı geçemedi
Evet kuşkusuz Beşiktaş taraftarının önemli bölümü ve yönetim içinden bir grup, Bilic’in yarattığı algıyı beğeniyle karşılıyor. Lakin unutmamak gerek ki, onca takviyeye rağmen takım Samet Aybaba’yla ulaşılan noktayı aşabilmiş değil. Yani Beşiktaş, Bilic’le de ‘doğal seviyesi’nde... O nedenle Bilic’in katkı/verimlilik eğrisini soğukkanlılıkla doğru okumak gerekir. Zaten sınırlı bir bütçeyle iş yapmak zorunda kalan yönetimin de transfer dönemindeki ‘kaçak’ları yakından takip edip rasyonel, kalıcı ve geliştirilebilir bir politikada kararlı olması gerekir... Onun için de ellerinde bu işlere hayli kafa yormuş bir futbol direktörü olduğunu unutmamalılar.









































