Arama

Popüler aramalar

‘’Gitti, geldi, gitti‘’

Sağ olsunlar, ülke futbolunun geleceğini kurgulamaktan geceleri gözlerine uyku girmeyen yöneticiler sayesinde tribünler ıssızlaşınca o çok korkulan ‘ev sahibi avantajı’ da ortadan kalktı! Böylece, parmakla sayılacak sayıda insanın gittiği stadyumlar deplasman takımları için de korkulu olmaktan çıktı!

Durum böyle iken ülkenin en göze batan ve en çok övgü toplayan takımı Beşiktaş, oyuna deplasmanda oynayan takım kaygısıyla başladı. İlk 10 dakikanın ardından oyun üstünlüğünü ele alır gibi oldularsa da takımı öne taşıyan ve orada tutan Olcay Şahan’ın sakatlanarak oyundan çıkışı Bilic’in hem ‘ideal kadrosunu’ hem de kurgusunu bozdu. Beşiktaş topu öne taşımakta zorlandıkça da Erciyes’in iştahı ve hevesi arttı. Baştan beri iyi oynayan İlhan ve Cenk Ahmet önderliğinde sık sık gedikler veren rakiplerinin boşluğunu kollar oldular.

Fenerbahçe maçı sıkıntılı

Ve bir duran topta da aradıkları golü buldular. Beşiktaş için işler kötüye giderken yetmemiş gibi beşeri hayattaki tutumları nedeniyle epeydir tartışılan Gökhan Töre durduk yere kendini oyundan attırınca hem bu maç hem haftaya oynanacak Fenerbahçe derbisi onlar açısından iyice sıkıntılı hale geldi. Ancak, yedek kulübesinden gelen Cenk Tosun ile Kerim Frei’ın ortak işini Atiba zarif bir işçilikle süsleyince Kerim, yerine girdiği Olcay’ı çağrıştıran bir gol atarak takımı üzerindeki ablukayı dağıttı. Beşiktaş maç boyunca kendi düzeninde oynamaya çalıştıysa da gerek sakatlık gerekse Gökhan Töre’nin sorumsuzluğuna takıldı. 10 kişi kalmalarına rağmen oyundan düşmeyip, sürekli aradılar ama maçın başından sonuna daha çok çalışan daha düzenli ataklar geliştiren Erciyes de işin peşini bırakmaya niyetli
değildi. Ve son ana kadar oyunda kalarak hak ettikleri galibiyeti aldılar. Beşiktaş ise yenilmiş olsa bile kendisini öven herkesi haklı çıkardı diye düşünüyorum.

28 Ekim 2014, Salı 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Vasat'a karşı Beşiktaş‘’

Vasat, hatta ‘vasat altı’ futbolun oynandığı güzide ülkemizde Beşiktaş, sadece günümüz futbolunun gereklerini yerine getirince ‘fark yaratmış’ gibi algılanıyor. Ne yapıyor esasen? Tüm takım olarak birbirine yakın oynamaya çalışıyor. Bu denli anlaşılır, bu denli basit. Bunda da müdafaa önünde oynayan Atiba-Veli ikilisi, kilit rol oynuyor. Müdafaa ile topu öne taşıyacak orta saha oyuncuları arasındaki mesafeyi her dem koruyan, bu nedenle reel olarak ‘arkayı altı’layıp ortayı ‘beş’lemek gibi o ‘fark yaratan’ algının oluşmasına yol açıyorlar. Oyunu müdafaaya geçildiği anda belirli mesafelere kilitleyerek topu kapan bu ‘doğru oyun’ düzeni, özellikle Şampiyonlar Ligi elemeleriyle UEFA grup maçlarında kazaya uğradığı maçlar da dahil tıkır tıkır işledi.

Oğuzhan yokken bile...

İki kenar oyuncusu Olcay Şahan ve Gökhan Töre’nin etkili oyunlarını besleyen bu düzenin en önemli dişlisi Oğuzhan’ın yokluğunda bile işler rayından çıkmıyorsa bu tamamen Slaven Bilic’in başlarda ısrarla üzerinde durduğu ‘modern müdafaa’ oynamanın başarısıdır. Bu ‘fark yaratan’ algıda, Demba Ba gibi gösterişli bir oyuncunun etkisi küçümsenemez kuşkusuz. Beşiktaş’ın daha etkin bir takım havasına girmesinin önündeki en büyük engel ise çoğu insanın gördüğü gibi takımdaki oyuncu ortalamasının hayli altında kalan iki bek oyuncusunun varlığıdır. Motta ve Serdar’lı kadrolarla Beşiktaş, hem hücumda bu mevkiilerden yararlanamamakta hem de iki kenarı desteklemek için arkaya gelmek zorunda kalan orta saha oyuncularına mesafe kaybettirmektedir.

Bu ülkenin makus talihi...

Yine de... Stadının olmayışı, taraftarının ‘göçebe’ hale getirilişi, zaman zaman ‘dilin tuzağına düşen yöneticileri’, passolig saçmalığıyla ‘iyiden iyiye ıssızlaşan memleket ortamı’na rağmen Bilic’in ‘doğru oyun’ kurgusu, yedek kulübesinden yeterli desteği görmese bile yolunda yürüyor. Beşiktaş’ın ve haliyle futbolcularının en büyük şanssızlığı ise oyun ve oyuncu geliştirmeye ‘yiğitçe göğüs geren’(!) memleketteki ‘muhafazakar oyun’ anlayışı içinde boğuşmalarıdır. Önceki gün oynanan Sivas-Rize maçını izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Oynamaya çalışan Sivas’la her şeyini oynatmamaya kurmuş Rize arasındaki maç bu ülkenin makus talihidir. Keza Fenerbahçe-Gençlerbirliği maçı da! Her alanda ve her daim vasatın kazandığı, el üstünde tutulduğu bir yerde ne oyun ne de hayat gelişir.

27 Ekim 2014, Pazartesi 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş istila etti‘’

İki takım arasında gerek oyuncu gerek düzen gerekse de oynama kabiliyeti açısından fark olduğu tahmin edilebilirdi ama farkın bu denli büyük olacağı tahmin edilebilir miydi, emin değilim!..

İlk 10 dakikadaki ‘karşılıklı yoklama’lar geçmişti ki Beşiktaş oyuna resmen el koydu. Arkaya ürkütücü toplar kaçırılmasını engelleyen Atiba/Veli seti kaptıkları topları Oğuzhan’a her geçirdiklerinde “Gol geliyor” dedirten süreç de başlamış oluyordu. İlk yarının sonlarına doğru Beşiktaş vitesi öylesine yükseltti ki son düdükle olacaklar ayan beyandı. Slaven Bilic’in Beşiktaş’ı Avrupalılarla her oynadığı maçtan sonra gözle görülür biçimde gelişiyor. Bunda da en büyük etki, Demba Ba’yı dışarıda tutun, iki bek oyuncusu hariç tüm oyuncuların denk kalibrede olması. İki bek ise müdafaa konusunda sırıtmıyorlarsa da takımı hücumda zenginleştirme konusunda diğer oyuncuların hayli gerisinde kalıyorlar.

Bilinçli oyunun payı büyük


Olcay/Töre ikilisinin kenarlardan kurduğu baskı, onları arkadan destekleyen Oğuzhan’ın yaratıcılığı, Atiba/Veli’nin istikrarlı oyunuyla doğru orantılı kuşkusuz ki... Arkadaki Pedro/Sivok ikilisine bu maçta o denli iş düşmediyse bunda önde oynanan dengeli, kontrollü ve bilinçli oyunun payı çok büyüktü.

Beşiktaş bir bütün olarak oynama konusunda epey mesafe kaydetti. Son maçlarındaki bol gollü bitirişler de işin gelişme seviyesini gösteriyor kanımca.

Dün akşam Partizan karşısında bilinç, düzen ve arzunun zirvesine ulaştı Beşiktaş. Böylesi umut ve gelecek vaat eden bir oyunun tribünlerle buluşup daha da coşkulanmaması büyük hayal kırıklığı ve elbette idari beceriksizlik.

Son olarak, şu tribünde ‘meşale yakma’ saçmalığına da bir son mu verilse artık, ne dersiniz arkadaşlar!

24 Ekim 2014, Cuma 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’İnsanın üzerine oturan küfür!‘’

Ülke iyiden iyiye tuhaflaştı! En üst makamdan dillendirilmiş ‘uluslararası bir iddia’nın tam tersinin hayata geçirilmesi için 2-3 saat yetiyor. Gerçi ilk kez olmuyor... Defalarca yaşadık ama kimse ne şaşırıyor ne de umursuyor!... Ülke hakikaten tuhaflaştı!.. Önemli insanların biraz da hesapsızca kullandığı olumsuzluklar, genç insanların alkışlarıyla karşılanıyor!..

Gülüşmeler ve alkışlar...

Örnek mi? Türkiye Futbol Direktörlüğü gibi kapsayıcı bir makamda oturan Fatih Terim, memleketi Adana’da ‘Çukurova Genç İşadamları Derneği’ üyelerine, ‘Liderlik ve Başarı’ konusunda tecrübelerini aktarırken söylediklerini ‘ruhunu koruyarak’ özetlemeye gayret ediyorum; “İyi ki Adana’da doğmuşuz, burada birçok şey öğrenmişiz. Bunun da çok büyük bölümünü ailemizden, büyüklerimizden, Adana’nın örf ve adetlerinden öğrenmişiz. Zaman zaman Adanalı’lığımız’a verilen bazı şeyler oldu. Ama güzel şeylerin çoğunu vermek lazım. Mesela bir örnek verecek olursam. Benim ağzıma hiç küfür yakışmıyor, ama hak edenin üzerinde çok güzel duruyor!..” Terim konuşmanın tam burasında yüzündeki müstehzi ifadeyle kısa bir ‘es’ verirken, salondakiler televizyon ekranından duyulur biçimde önce gülüşüyor ve sonra tahmin edilebileceği gibi kuvvetlice alkışlıyor!

Karar veren kim!

Ülke hakikaten tuhaflaştı! ‘Liderlik ve başarı’ konulu sunumda konu dönüp dolaşıp küfürün ‘haklılık’ temelinde hem de bir futbol karakteri tarafından meşrulaştırılmasına kadar varıyor. Sonra, “Hepimiz küfüre karşıyız. Artık biraz da futbolun güzelliklerinden söz edelim” türünden içi boş gevelemeler!..

Burada soru şu; küfürü yiyenin o küfürü hak ettiğini, onun üzerine yakıştığını kim belirliyor? Küfürü eden mi?

Hâl böyleyse, örnekleri çoğaltırız ya diyelim ki ‘penaltı’ ya da ‘faulü’ tespit edememiş hakem, futbolcu, teknik direktör ve tribündekilerden küfürü yerse onu hak etmiş, o küfür üzerine oturmuş olur mu? Oturmazsa buna kim, nasıl karar verir? “Akıl ve vicdan” dediğinizi duyar gibiyim... 50 yıllık ömür içinde edindiğim tecrübe Fatih Terim’in söylediklerine şaşırmama konusunda beni eğitti ama genç insanların olumsuzluk içeren bir söylemi anında içselleştiriyor olmalarını bir türlü anlayamıyor ve içime sindiremiyorum...

Ya parayı verenlerin suçu

Bir yerlerde hesap öderken paranın masanın üzerine çıkarılmasının, ‘ayıp’ sayıldığı günler çok gerilerde kaldı. Şimdilerde kredi kartları o ayıbı ortadan kaldırdıysa bile hâlâ para ile ‘rüküş gösteriler’ yapanlar da yok değil. Galatasaray’ın sözleşmeli oyuncuları Engin Baytar ve Yiğit Gökoğlan’ın yaptıkları ve yetmeyip ‘yaydıkları’ ‘çocuksu eğlence’ taraftarların ciddi tepkisini çekmiş görünüyor. Tepki kuşkusuz haklı, ancak ‘bu rüküşlük’ için şunu da atlamamak gerek; takıma girip giremeyeceği belli olmayan oyunculara doğru ‘ölçme/değerlendirme’ yapmadan onca parayı hesapsızca dağıtan yöneticiler ve buna vesile olan hocalar da protestoyu hak etmiyorlar mı? Sahi, kaç maç oynadıklarını kimsenin hatırlamadığı Engin Baytar ile Yiğit Gökoğlan, hangi yönetim ve hoca döneminde Galatasaray’a kazandırılmıştı?

Yegâne kurban; hakem

Dikkatinizi çekti mi bilmem, bir parça iddia sahibi olunca Beşiktaş cephesi de hakemlere karşı iki yıldır tutturduğu o vakur çizgiden uzaklaşmaya başladı. Bu aralar sürekli hakemlerle ilgili sitemli sözler okuyor/duyuyoruz hoca ya da yöneticilerden... Hakemleri anlıyormuş gibi yaparak çaktırmadan gelecek için ufaktan sertleştiren bir dil kuruluyor bugünden... İş ciddiye binince yönetici/hoca/takım yer
değiştiriyor da, kurban her zaman aynı; hakem!

23 Ekim 2014, Perşembe 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’İki takım oynadı biri kazandı...‘’

İlk yarı boyunca orta sahada ‘yaratıcı oyuncusu’ olmayan Beşiktaş ‘enerjik saldırı’larla maçın gidişatına etki etmeye çalıştıysa da Sivas’ın işlevsel müdafaasını aşamayı başaramadı. Üstüne üstlük bir de gol yedi!... Sivas futbol oynamayı kafasına koymuş bir takım... Böyle bir takımı ancak oynayarak yenebilirsin, başkası mümkün değil. İkinci devrenin başıyla birlikte bir de gol yemiş olarak arayan tarayan yine Beşiktaş’tı ama kaleci Ertuğrul ‘denklem ve sinir bozucu’ bir oyuncu olarak maçın ‘genel belirleyicisi’ oldu. Ancak beraberlik golünü bulduktan sonra iyice coşan Beşiktaş topu ele geçirmeye çalıştıkça dirildikçe dirildi. Futbol bu; oynayanı, oynayıp da isteyeni coşturur. Ama şu da var, yan toptan gelen karambole yenilen golden sonra o iştahı kaybetmemek en önemli şey. Durum öyle ki, 79. dakikada ülkenin en tartışmalı futbolcusu Gökhan Töre gol için uzun süre topu ayağında tutup ‘işçilik’ yapıp Demba/Olcay üçgeninde golü gerçek anlamıyla tasarladı. Ancak ülkenin en iyi müdafaa oynayan takımı 89. dakikada öyle bir pozisyon verdi ki tahminimce hocası bile duruma şaşmıştır. Lakin bu zamana kadar tek golle maç kazanan Beşiktaş bu maçta 3 puanı 3 golle aldıysa bunu o takımın yaratıcılığı ve potansiyeline bağlamak en doğrusu olur.

20 Ekim 2014, Pazartesi 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sıradan "derbi" özel futbolcu!‘’

Düşünün ki izlediğimiz, eskiden kullanılan 'resmi dil'le söylenirse, 'dünya derbisi'ydi! Böylesi maçlar eskiden bir hafta boyunca memleketteki ruh halinin genel belirleyicisi olurdu... Peki bu maç öyle miydi? Sizce gerçekten bir 'dünya derbisi' mi izledik? Ve yanıtınız benim gibi 'hayır'sa esas soru şuydu; 'Peki neden?'

Çünkü ülkede bir çok şey gibi futbol da uzun bir süreden beri propaganda aracına dönüştürüldü ve kendi gerçeğinden koptu. Bunun doğal sonucu olarak tüm propagandalar gibi futbol da berhava oldu. Ağır çekimler olmasa dün akşam ki maçtan aklınızda ne kalırdı, sorarım?..

Evet, koca bir ilk yarı istastiki olarak Fenerbahçe'nin üstünlüğüyle geçti. Peki kaç gol pozisyonu vardı? Bir, bilemedim, iki... Durgun maça tansiyonu getiren ise geldiğinden bu yana sahada gereksiz kuvvet gösterileri yapan Bruno Alves'in atılması oldu. O atılmasa büyük ihtimalle yavanlık sürüp gidecekti. Bu andan itibaren 'sinmiş Galatasaray' kabuğundan çıkıp saldırmaya başladı. Ancak bir şey mi oldu? Hayır!.. Nafile saldırı, nafile tehlike... Ancak futbolcunun, futbolun olmadığı ülkede ortaya bir futbolcu çıktı; Wesley Sneijder. Şimdiye kadar yeri, mevkii ve katkısı çok tartışıldı... Rol çaldığından söz edildi... Ancak 'vasat futbol ülkesinde' bir sözü çok çabuk unutuldu; 'Türkiye'de futbolcular topu iki üç kere 'dürtmeden' kullanmıyor..' Esas sorun attıklarında değil söylediklerindeydi ama kulak veren var mı bilinmez... İşte o oyuncu, sıradan bir maçı genelde değilse bile 'özetlerde' defalarca izlenecek iki golüyle hatırlanacak bir hale getirdi. Neticede, Fenerbahçe'nin tartışmalı golüne rağmen derbiyi 'kazanması gereken kazandı.'

18 Ekim 2014, Cumartesi 21:25
YAZININ DEVAMI

‘’Sivas'a karşı dinamizm belirleyici olacak‘’

Gerçi 'ikinci bölge' de denilen o alanı daha az kullanan hocalar da yok değil ama 'kazananların ortalaması' oyunu orada 'işliyor.' Kimi teknik direktör, ön oyunculardan feragat edip kalabalıklaştırıyor orta sahayı kimi defansı üçleyip dirileştiriyor o alanı. Eninde sonunda o alandaki dinamizm ve yaratıcılık belirliyor çoğunlukla maç sonuçlarını. Elbette üst seviye stoperkaleci etkisinin olduğu maçlar da izliyoruz ama onlar çoğunlukla galibiyet değil de 'beraberlik'te işe yarıyor.!

İş, az süre alanlara düştü

Beşiktaş özellikle Samet Aybaba yılında öne doğru oynama tercihi nedeniyle takım müdafaasında ciddi sıkıntılar yaşamıştı. Slaven Bilic'in haklı olarak ilk onardığı kavram da 'takım müdafaası' oldu. Güçlü Veli- Atiba setinin arkasına kurulan dörtlü savunma ve elbette Tolga'nın da katkılarıyla hızla az gol yiyen bir takıma dönüştü Beşiktaş... Ancak merkezin ağırlığıdaha çok müdafaa özellikli olunca ister istemez gol sıkıntısı baş gösterdi. 'Girilen pozisyon atılan gol' orantısı sanki bu tezi doğruluyor gibi. Dikkat edilirse bu sezonun en iyi iki maçı Feyenoord ve Arsenal karşılaşmalarıydı ki, orada belirleyici karakter hücum değil takım müdafaasıydı. Ancak bizim lig başka... Buradaki ağırlıklı düzen 'oyunu boz' olduğundan şampiyonluk için hücum etmek zorunda olan takımlar rakip müdafaa önündeki o 'büyük sıkışıklığı' da yaratıcılıkla aşmak zorunda. Hâl böyle olunca, Sosa ve Oğuzhan gibi oyun görüşü ve saha içi bilgisi yüksek oyuncular da Beşiktaş'ta farkı yaratan unsurlar oluyor. Ancak iki oyuncu da bu maçta yer alamayacak. Haliyle önde oynama arzusu yüksek Sivas karşısında bu kez iş 'güç' ve 'dinamizm'e kalacak gibi görünüyor. Hesapsız kitapsız yöneticilerin 'yönetim başarısı' olarak sahasız kalan, birçok olumsuz parametreyle birleşen Passolig'le taraftarsızlaşan, oyununun en fark yaratan iki mevkii 'modern sağ ve sol bek'ten yoksun olan, bitmek bilmeyen sakatlıklar nedeniyle üç maç üst üste ideal kadrosuyla oynayamayan Beşiktaş, bu maçta mecburen enerjisine yüklenmek zorunda kalacak. Bunda da başrol Bursa maçında 3 puanı getiren golü atan Olcay ile klasik güç Veli- Atiba'ya düşecek gibi görünüyor. Buradaki büyük tehlike ise süre alamamış ya da az almış oyunculardan; Kerim Frei, İsmail Köybaşı, Cenk Tosun vb. - mucize beklentisi olur. Böylesi anlarda oyunculara bindirilen yüksek beklenti çoğunlukla onların gelişmelerinin önündeki en zorlu engeli oluşturuyor. Bu ülkenin klasikleri olan, 'Bu maçta oynamayacak da ne zaman oynayacak?' ya da 'Verilen şansı kullanamadı' türü 'törpü'lerden ısrarla uzak durmak gerek.

18 Ekim 2014, Cumartesi 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Formsuz hayat formsuz futbol‘’

Ben siyaset, dış politika, ekonomi diyeyim siz aklınıza gelen alanları devamına ekleyin... Ülke hemen hemen her alanda bu denli formsuz olunca bu ister istemez futbola da yansıyor. Kaldı ki futbol bu formsuzluğun epeydir en göründüğü alandı. Ne var ki her alandaki propaganda üstünlüğü gibi buradaki de ‘gerçeklerin görünmesini’ uzun süre perdeledi. Ama o kıymetli sözdeki gibi; “Gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi kötü (iyi) bir huyu vardır.”

Fatih Terim’in maç öncesi basın üzerinden yaratmaya çalıştığı atmosfer de gidip ‘gerçeğin duvarı’na çarptı. Şöyle ki; memleketimizde pek sevilen bir veridir ‘takım değeri.’ Oradan başlarsak, 70 milyon Euro’luk Çek Cumhuriyeti ile 151 milyon Euro’luk Türkiye arasındaki farkı belirleyecek faktörün ‘düzen’ ve ‘oyuncu kalitesi’ olması gerekirdi. Ancak maça rengini veren, tempo ve ritmi belirleyen ‘yarı değerdeki’ Çek takımı olunca ‘sessiz tribün’ de yön değiştirdi; “Yeter Yıldırım Demirören yeter...”

Bu ülkede milli takımın performansını ülkede oynanan futbolun ortalamasından ayrı düşünmek gibi garip bir huy vardır. Gerek Fatih Terim’in ‘kurtarıcı’ gibi algılanması gerekse şu ne olduğunu bir türlü kavrayamadığım ‘kaos futbolu teorisi’nin zorunlu sonucu olarak ‘vasat futbol ülkesi’ her daim mucize ararken, futbolu doğru oynayanlar ilerliyor. Kulakları çınlasın Fatih Terim’in eski yardımcısı Hasan Şaş, ‘’İzlanda bizim kaleye topu 3 kere eliyle getiremez’’ yollu bir şeyler buyurmuştu! O İzlanda 2’de 2 yaparken biz ‘Grupta kaçıncı oluruz’ hesabındayız... Acaba bu mahkum oyun, Hakan Çalhanoğlu’nun babası üzerinden medyanın bir komplosu olabilir mi? İnanın bu teoriye inananlar az değildir. Neyse ki, gerçeklerin ortaya çıkma huyları var!...

Sahi, bu hayal kırıklığına rağmen protestoların sadece Demirören’le sınırlı kalması size de tuhaf gelmedi mi?

11 Ekim 2014, Cumartesi 02:30
YAZININ DEVAMI