Arama

Popüler aramalar

‘’Kuyuya kim su verdi !‘’

Grand-slam olarak adlandırılan dünyadaki en önemli dört büyük (Wimbledon, Amerika Açık, Roland Garros ve Avustralya Açık) turnuvadan hemen sonraki sırayı “BNP Paribas – Indian Wells” alır. İzleyici sayısı haftada 430.000’i aşar. Bu turnuva California çölünün ortasına tümüyle insan eliyle kurulan Indian Wells’de yer alır. Yok olmaya yakın perişan bir kovboy/madenci kasabası olan Indian Wells’i bugünkü tenis-vahası haline getiren ABD’li bir girişimci/yatırımcı olan Lawrence Joseph "Larry" Ellison’dır. İşte bugün onun epey ilginç yaşantısını paylaşacağım sizlerle.

17 Ağustos 1944 doğumlu Ellison hemen geçtiğimiz yıl 2014’te Forbes Dergisi tarafından ABD’nin 3. ve dünyanın 5. en varlıklı kişisi olarak saptandı. Servetinin 56.2 milyar ABD Dolarını geçtiği tahmin ediliyor.
Larry, New York’ta Musevi bir ana ile İtalyan kökenli Amerikan Hava-Kuvvetleri pilotunun oğlu olarak doğar. Ebevynleri evli değildir. Annesi dokuz aylıkken zatürreye tutulan çocuğunu amcası ile yengesine emanet eder. Çocuğu soğuk ve katı bir adam olan amcadan ziyade şefkat dolu yenge büyütür. Larry öz anasını bir daha ancak 48 yaşında görecektir.

Amca ile yenge disiplinli birer Musevi idi. Sinagogta her hafta yerlerini alırlardı. Buna rağmen, ve inançlı insanlara saygı duymakla birlikte, Larry yaşantısı boyunca dinsel konulara hep kuşkuyla yaklaştı. Sonraları da Yahudi Doktrinlerini ve törelerini hep reddetti. 22 yaşında da manevi anası ölünce California’ya taşındı.

Larry Ellison iş hayatına ünüversitedeyken başladı. Çeşitli girişimler onu dünyanın en prestijli yazılım şirketlerinden biri olan Oracle’ın CEO’luğuna taşıdı. Yıllık geliri insanları hayretler içerisinde bırakıyordu. 2013 yılındaki maaşı 94milyon dolardı. Dünyada en büyük maaşı alan yöneticiydi. O artık sadece üst düzey bir işadamı değil cebinde her türlü girişimler olan biriydi….Maceraperest, hayırsever, yatırımcı, girişimci, sporcu ve programcı/yazılımcı. Servetinin %1 hayır işlerine aktarılmaktadır. Harward ünüversitesine tek kalemde 150milyon dolar bağışta bulunmuştur. Dünyanın en büyük yatçılık etkinliklerinden “BMW-Oracle Yarışının” yaratıcısı ve sponsorudur. 2013 Eylül’ünde 34. Americas Cup’ta zafere ulaşan yat Ellison’un “Oracle Team USA” idi. 200milyon dolara yaptırdığı Dünyanın en büyük 8. yatı olan 138m uzunluğundaki “Rising Sun”(Doğan Güneş)’i 2010 yılında sattı.

İki askeri jetin sahibi lisanlı bir pilot olan Larry Ellison Rusya’dan da bir MİG jeti almasına rağmen ABD yasaları izin vermediği için bunu ana-vatanında depolamak zorunda kaldı!
2012 yılında Hawaii Adalarından Lana’i yi 550milyon dolara aldı. Sonra da “BNP Paris Open” tenis turnuvasının %50’sinin sahibi oldu. “İron Man 2” filminde ufak bir rol aldı. Tüm egzotik arabalarının yanında bir de McLaren F1’in direksyonuna geçmektedir.
Ellison geçenlerde Oracle’daki yöneticiliğini sona erdirdi. Yaşantısındaki en yakın dostlarından birini işin başına koydu. Bugünlerde onu Indian Wells’de tribünlerin ön sıralarında kafasında bir hasır kovboy şapkası, sırtında önü açık bir jean gömlekle hanım arkadaşının yanında tenis izlerken görebiliyoruz. Onun çocuğu olan bu tenis vahası ise benliğini her yıl geliştirerek sürdürüyor. Artık kurak kuyuya su geldi. Bunu oyuncuların minnet dolu beyanatlarından bile anlayabiliyorsunuz.

Şimdi konuya nasıl nokta koyacağımı merak ediyorsunuzdur. Şöyle. Bizim ülkemizde Ellison’u andıran biri var. Biliyorsunuz Nisan ayı sonunda ülkemizdeki ilk erkek ATP250 turnuvası olan “İstanbul Open” yapılacak. Roger Federer’in katılacağı kesinleşti. Bu turnuva “Koza World of Sports Arena”da oynanacak. İşte bu muazzam kompleksi bu kente kazandıran bu inşaat şirketi ve bilhassa onun CEO’su Şükrü İlkel’dir. Tenise yakınsanız soyad size aşina gelebilir. Oğlu Cem İlkel Türkiye’ye Güney Afrika karşısında Davis Kupası ilk ayağını kazandıran son maçta ulusal takımı temsilen sahada olan oyuncuydu.

Yirmi yılı aşkın bir süredir bu zatın tenise yaptığı yatırım (hadi teşekkür ya da saygınızdan vazgeçelim) hayranlık uyandırmalıyken adamı bağnazca, cahilce eleştirenler çıkıyor. Bu abuk subuk iddialara da değinmeyeceğim. Yerime ve zamanıma yazık. Gıpta etmeleri gerekirken hasetle vuruyorlar. Bakınız Türkiye son üç Olimpiyatta aldığı madalyaların sayısı gittikçe azalır ve aldıklarının bir kısmını da sahtekarlık(doping) nedeniyle iade etmek zorunda kalır ve bu gerçekler ışığında yerlerde sürünen sporumuzun kurtuluşunu hala hayali projelerde arayanlar varken bir adam spor kompleksi yaratıyor. Peki daha ne yapacaktı !

Bakınız, bir insanı sevmemek için haklı bile olsanız, bu onun yaptıklarını görmezden gelmeniz demek değildir. Üstelik her taşın altında curuf aranan bir toplumda bu adam bu tesisi oluştururken üzerine herhangi bir kara çalınabildi mi ? Hayır. Para da kendinin değil mi . Eh o zaman onun ne yaptığı kimi ilgilendirir ? Mal onun para onun. İster bunu oğluna yapar, ister başkasına. Size ne ? Sezar’ın hakkını Sezar’a verin ve artık ne olur susun. Ya da ömrünüzde bir kez olsun elinizi bir taşın altına koymayı deneyin…Emin olun daha tatmin olacaksınız !
Hoşkalın.
Bekir Emre

21 Mart 2015, Cumartesi 11:05
YAZININ DEVAMI

‘’Davis Kupası – Sonuç !‘’

Oynayanından, benchdekilere ve izleyenine kadar herkes tabir-i caizse tam anlamıyla dokuz doğurdu. İki gün üst üste beşer setlik maçlar oynamak fevkalade zordur. Bu doğrultuda başta oyuncularımız olmak üzere tüm takımı kutlar ve teşekkür ederim.

İlk yazımda belirttiğim gibi bundan sonra önümüzde Güney Afrika’dan daha kolay geçebileceğimizi düşündüğüm Belarus yani Beyaz Rusya Cumhuriyetidir. Herhalde başkentleri Minsk’te oynayacağız. Sonra karşımıza Portekiz gelecek ki onları burada ağırlayacağız. Onu da geçersek diğer taraftan yani fikstürün altından herhalde Bosna Hersek – Macaristan galibi çıkacaktır. Diyeceksiniz ki falcılık yapıyorsun !Hayır falcılık yapmıyorum zira biliyorum ki bunların hiç biri geçilemeyecek ekipler değildir. Hatta ve hatta Güney Afrika tenis dünyasının sayılı raketlerinden biri olan KevinAnderson ile gelse biz dahil bu takımların hepsi bir üst turu ancak düşlerinde görebilirlerdi.
Şimdi yapılması gereken geçtiğimiz turun iyi bir analizini yapmaktır. Bu analiz rakibimizin saptandığı andan itibaren Cem İlkel’in son puanı kazanmasına değin sürmelidir. Bilhassa hatalarımız gün gibi ortadadır. Bunların başında da maçlar için seçilen yer gelmektedir. Bu denli iyi bir fikstür bizi bir üst gruba taşıyabilecekken öyle önemli maçlara gereken saygının gösterilmesi ve en azından bir baraka bozuntusunda oynatılmaması gerekir. Daha fazlasının üzerinde durmayacağım. Zira aklıma yine Napolyon ve Trafalgar Savaşı geliyor…Hani muharebeyi yitirirken kurmaylarına nedenini sorduğunda “efendim barutumuz bitti” yanıtını alınca “dahasını söylemeyin” demiş !
Haluk Akkoyun ve Dominik Hrbathy başta olmak üzere tüm ekip kendilerine yönlendirilecek “Vatan Millet Sakarya” edebiyatı yerine bu analizi ve özeleştiriyi etraflıca ve acımasızca yapacak kapasitededir. Yeter ki masa başındakiler onların yaklaşımlarına gereken saygı gösterilsin.
Tekrar kutlarım. Hoşkalınız.

10 Mart 2015, Salı 11:35
YAZININ DEVAMI

‘’Türkiye – Güney Afrika (II. Gün)‘’

Tenisin Dünya Kupası olarak kabul edilen Davis Kupasının ikinci gününde sadece çift karşılaşmaları yapılır. Çiftler kategorisi adeta ayrı bir yetenek gerektirir. İyi bir çift maçını canlı izlemek (TV’den değil) kadar zevkli bir şey nadirdir. Nice büyük tekler oyuncusu bu kategoriyi oynamaya kalktığında sudan çıkmış balığa dönmüştür. Öncelikle fevkalade bir konsantrasyon, anlık karar verme yetisi ve çok gelişmiş bir file oyununuz olması gerekir. Bu tek karşılaşma bazı durumlarda yaşamsal önem kazanır.

Dünkü maçlar sonunda beraberlik doğduğu için bugün bu çift maçı belirttiğimiz kadar önemliydi. İşte bu nedenle olsa takımımızı kuranlar ilan etmiş oldukları çift yerine dün sahada ter dökmüş olan Marsel İlhan – Cem İlkel ikilisini tercih etmişlerdi. Bu denli önemli bir maça şartlara alışmış, heyecanı ve stresi biraz olsun üzerlerinden atmış oyuncuları tercih etmek akılcı bir yaklaşım sayılabilir. Zira karşılarında kaşarlanmış bir çift oyuncusu Klaasen vardı. Üstelik Güney Afrikalı ikili birlikte bizimkilerden daha fazla Davis Kupası maçı oynamışlardı. Dolayısıyla birbirleriyle olan uyumları artı değer oluşturuyordu.

Bizim ülkemizde, eskinin aksine, epey uzun bir süredir çiftler kategorisi ihmal ediliyor. Aynı Haluk Akkoyun’a birkaç gün önce çiftlerde kimleri tercih edeceğini sorduğumda aldığım yanıt gibi : “…Ağabey Türkiye’de çift oynamasını bilen var mı ki ?” Bizde maalesef gençler bu kategoriyi ancak yaşlılara ya da eğlence tenisi oynamayı tercih edenlere yakıştırıyorlar. Ne kadar yanlış. İyi çift oynamayı öğrenmek ancak bu kategoriyi bıkıp usanmadan oynamakla olur. Hele yanınıza bir de usta alırsanız bedavadan bir de mentor elde etmiş olursunuz. Söylenilene göre Marsel geçtiğimiz tüm yıl sadece 5 kez çift oynamış ! Gittiğiniz ATP ya da ITF turnuvalarında çiftler fikstürü teklerden sonra çekilir. Burada ilk ik turda karşınıza gelebilecek olası rakip sizi aşıyorsa yapılacak en iyi şey hemen kendinize iyice bir partner araştırıp çiftler kategorisini oynamaktır. Bunca yıldır karşıma gelenler içerisinde böyle bir vatandaşıma maalesef pek rastlamadım.

İlk set başabaş gitti. Ama Güney Afrika maç ilerledikçe ağırlığını ve tecrübesini hissettirmeye başladı. Sonunda servisimizi kırarak durumu 1-0 yaptılar. İkinci setin hemen başlarında volede yaptığımız acemice bir hatayı anında değerlendirerek öne geçtiler (2-1). Sonra kendi servislerini alıp durumu 3-1 yapıca ikinci setin de ucu gözüktü.

Üçüncü sette takımımız 4-3 ilerdeyken ilk kez rakibinin servisini kırdı. Durum 5-3 olmuştu. Servis bizde. Setin en kritik ucunda, böyle büyük bir avantaj kolay ele gelmezdi. Marsel önce iki ace attı. Durum 30-15. Sonra hatalar peşpeşe gelince Güney Afrika durumu geri kırmış oldu. Sonra kendi servislerinde yine bir armağanımızla durum 5-5 oldu. Her iki taraf ta hata üzerine hata yapıyordu. 6-5 Türkiye. 6-6 tie-break.

Tie-break’te durumu 0-2’den 3-2 yaptık. Sonra eşitlik vardı 3-3. Değişen sahada iyi başladık 5-3. Sonra 6-5 oldu ve Cem İlkel fevkalade akılıca bir puan oynayarak seti getirdi. Şimdi durum 2-1 olmuştu. Rakibimizin genç oyuncusu Roelofse ise son hatalarıyla sanki bir moral bozukluğu yaşıyordu. Acemice hatalar bu kez rakibimize aitti.

3. set başabaş sürdü. Herkes kendi servisini aldı. 3-3’te bu kez Klaasen’in servisini kırdık ve öne geçtik (4-3). Seti de alarak durumu eşitledik 2-2.

Türkiye son sette Cem İlkel ile bir rüzgar yakalamış onu sürdürmeye, Güney Afrika ise bu seriyi kırmaya çalışıyordu. Daha agresif oynamaya başladılar ve başarılı da oldular. Servisimizi kırarak 3-1 öne geçtiler. Sonra 4-2 oldu. Sonra Klaasen’in servisinde onlar yine acemice hatalar yapınca servisimizi geri almış olduk (3-4). Oyunun skorunu anlaşılan az hata yapan belirleyecekti. Ama bu kez hatayı servisinde Cem İlkel yapınca Güney Afrika 5-3 öne geçti. Şimdi servis rakibimizin. Onlar da bunu reddetmedi ve maçı 3-2 kazandılar.

Bu turnuva sonunda bizim takımımızın sonuç ne olursa olsun sonradan bu maçın kaydını izlemesi gerek. Bilinçli oyunlar ile hatalar çok az maçta bu denli ortaya çıkar...Uygulamalı ders adeta.
Şimdi geldik son güne. Güney Afrika 2-1 önde. Moralman onlar üstün. Daha diri çıkacaklar sahaya. Zira olası oyuncuları çiftte yoktu. Halbuki Marsel-Cem ikilisi 5 set oynadılar…Üçbuçuk saate yakın.
Onların bir numarası ile Marsel’in oynayacağı kesin. ATP sıralamasına baktığınızda aralarında müthiş fark var. Ama Davis Kupasında sıralama filan kalmıyor. Bence oyun tamamiyle ortada. Marsel kaybederse ümitlerimizi “Ümit Burnuna” gömmüş olacağız ! Kazanırsa iş son maça kalacak.

İş son maça kalırsa iki numaraları Vorster karşısında Cem İlkel mi oynar yoksa Haluk Akkoyun başka bir seçim mi yapar o meçhul. Vorster biraz serseri mayın gibi…Delidolu. Oyunu tutarsa savunma ağırlıklı oynayan Cem İlkel’i geçebilir. Zor bir ikilem Haluk’u bekliyor. Hani İngilizlerin dediği gibi “cross your fingers” !

NTV’de saatlerce bu maçı anlatan spiker şimdiye kadar izlediklerimin en iyisi. Net ve öz konuşuyor. Verdiği bilgiler az ama öz. Hiçbir şekilde maçın önüne geçmeye çalışmıyor. Sakin. Çığlık çığlığa çirkin fanatiklik hiç yapmıyor. İzlerken / dinlerken zevk veriyor…Ve en önemlisi tenise yakıştı. Hakikaten “ohhh” dedim. Gönülden kutluyorum.

Son sözüm de Mersinlilere, Adanalılara… Başta bu maçı evinden izleyenler umarım birazcık olsun utanmışlardır.

Hoşkalınız.

07 Mart 2015, Cumartesi 18:05
YAZININ DEVAMI

‘’Keşke (2) !‘’

Evet program Türkçe, altyazı İngilizce ! 1970’lerin Pazar sabahlarında, o günlerin yegane televizyon kanalı olan TRT1’de, Hikmet Bey’in sunduğu bir klasik müzik programı vardı…23 Nisan’a denk gelen bu programda özlediğimiz fevkalade bir Türkçe ile “Metropolitan Operasına Bir Bakış” (A look-in at the NY Metropolitan) isimli bir belgeseli tanıtıyordu. En görkemli opera binalarından biri olan Metropolitan’ı doldurmuş çocuklar, aralarında Jose Carreras ve Beverly Sills gibi onca sanatçıdan bu sanatın seçkin örneklerini izliyor ve dinliyorlardı. Sunucu ise müthiş bir komedyen olan Danny Kaye. Tabî o olur da sululuk olmaz mı ? Gırla. Gülmekten katılıyorsunuz. Bu programı izleyen bir çocuğun operaya ilgi duymaması imkansız. Keşke TRT, arşivlerinden bulup oynatsa…Sevgili Fahri İkiler kitabından zaman bulup buna önayak olsa ?

Keşke gazete patronlarının çocukları tenise kapılsa da bu sporun özüne inen ve faydalarını anlatan esaslı bir röpörtaj çıksa. Çıktığında sporcularımız toplumda tenise ilgi uyandıracak beyanatlar verebilseler ! İlginçtir, tenis dünyasının bilhassa dişi mensupları medya sözkonusu olunca tenis hakkında konuşmak yerine kendilerini olmadıkları gibi göstermeyi yeğliyorlar. En frapan giysileri, ince topuklu (stiletto) ayakkabıları, müthiş bir makyaj ile korta süzülmüş fotoğraflar vermeye bayılıyorlar. Tüm dünyada basın mensubu diye geçinen sansasyon peşindeki sırtlanların tuzağına düşüyorlar. İnsanların kendilerine özen göstermeleri kadar doğallık olamaz. Ama bu öyle bir hal alıyor ki sanki böyle giyinip kuşanmasalar dişiliklerini yitirmiş olacaklar ! Yazık. Son “Avustralya Açık” esnasında çıkan dünyanın en çok satan “Tennis” dergisinin kapağına bakın ne demek istediğimi görür…Aynı oyuncunun elendiği maçtaki giyim kuşamına bakın o zamanda ne dediğimi anlarsınız. Küpeler, kolyeler, saç takıları, püsküller, ojeler ! Maça mı konsantre yoksa üstüne başına mı keşke anlayabilseydik. Yenildi gitti…

Keşke görsel medyadaki sektörel programlarda Montesquieu’nun “İnsan ne denli az düşünürse, o denli çok konuşur” özdeyişini haklı çıkaracak kadar yüzeysel gevezelikler yerine oyuncular kadar saygın hocalarla da konuşulsa, onlardan esinlenilse… Tenise ait ilginç belgeseller gösterilse.
Dünyadaki yıldızlarla sadece tenisin güzellikleri, faydaları üzerine değil, bir yere varmak için gereken fedakârlıkları açıklayan röpörtajlar yapılsa. Tablonun başarı tarafından değil bir de aksi yönünden bilgiler, bulgular verilebilse. Williams Kızkardeşlerin hayatını konu alan kulağa küpe olabilecek fevkalade doyurucu, eğitici ve eğlendirici belgeseller var. İzleseler de keşke Serena Williams’ın “…Ben İnsanlığa yaptığım hizmetlerle anımsanmayı yıldız bir tenisci olarak anımsanmaya tercih ederim” söyleminin ardındaki erdemi anlayabilseler.

Sadece yıldız teniscilerle değil, tenis oynayan yıldızlarla, sanatçılarla, iş insanlarıyla tenis tartışılsa…Tenisten neler algıladıklarını, nasıl ve neden başladıklarını, neler bulduklarını, hayal kırıklıklarını, başlarından geçen ilginç anekdotları duysak.

Tıp uzmanlarından, psikologlardan bu sporun faydalarını ve sakıncalı yanlarını öğrensek. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde 90 yaş insanları için neden kategori açıldığını bilebilsek.

Keşke organizatörler turnuva finallerine izleyici çekmek için düzeysiz panayırlar yerine tenisin eğlentilerini, çekiciliğini ve sihirini ortaya koyan gösteriler düzenleyebileseler…Tenis oynadıkları için ucuza kotardıklarını düşündükleri sanatçılara konserler verdirmek yerine onları seçilecek izleyicilerle tenis oynatsalar. Onlara tenis eşyaları armağan etseler…Bir sonraki turnuva için onlara özellikler sağlasalar. Onlara “yahu bu sporun ne çok sosyal yönü varmış” dedirtseler.

Bezirgânlar tarafından resmen kazık atılarak getirilen eski şampiyonları kupa törenlerinde, her daim türedi erkân arasında yitirmek yerine, keşke çocuklarla ilgili etkinliklere yönlendirebilseler.

Keşke kulüplerin zaten kısıtlı olan bütçeleri bilinen virüsleri yaşatmak yerine, aşı üretmeye harcansa. Yöneticiler şahsi kaprisleri doğrultusunda kimseye bir yararı olmayan turnuvalar için yaşlı bezirganlara onlarca para dökmek yerine çağdaş hocalar yetiştirilmesi için uğraş verseler. Bu ülkede yetenek tonla. Ama o ham yeteneği işleyecek, ona bir formasyon verecek, yetiştirecek hocaların yaratılması için gereken olanaklar yok. Yok oğlu yok.

Keşke elin adamına evinizi kullandırmasanız. Bu işin yatırımı 52 haftada 152 (!) turnuva oynatarak olmaz. Defalarca söyledik yazdık. Bu şekilde sadece organizatörleri ve kendilerini para getiren turistle pazarlayamayan otel ve tatil mekanlarını tatmin ediyorsunuz ! Üstelik oyuncularınızın çoğu bu turnuvaları bile oynamıyor.

Sayın Baylar ve Bayanlar, hoca yetiştirin hoca…Bütçenizi hocalar yetiştirilmesi için ayarlayın. Kırk yılın başında iyi olmaya aday bir tenisci çıktı diye de kendisiniz başarılı addetmeyin. Öyle olsaydı İngiltere bir Andy Murray ile Davis Kupası Şampiyonu olurdu. Wawrinka olmadan İsviçre neden Davis Kupası şampiyonu olamadı. Federer neden Wawrinka olmadan ülkesi için Davis Kupasının kadrosuna girmeyi reddetti ! Bir-iki ailenin özel çabaları ve müthiş fedakârlıklarla ortaya çıkardıkları gençler kendilerinden başka kimseyi bir yerlere getirmez. Keşke kendinizi aldatmasanız.
Diyeceksiniz ki “bunu yıllardır söylüyorsun… Nereye vardın?” Diyeceksiniz ki “ne duyan var ne aldıran…Gemisini yürüten kaptan!” Evet haklısınız. Yıllardır söylüyorum…Yıllarca da söyleyeceğim.

THY’nin anonsları gibi “Hanımlar, Beyler ve Sevgili Çocuklar”, böyle gelmiş ama böyle gitmeyecektir. Doğru “tek”dir. Er geç doğruyu bulan da, yapan da çıkacaktır…Bir hesap soran da…

Pişman olunur mu, bilemiyorum…Ama pişmanlığın bile bir eğitici yanı yok mudur ? Keşke !

Hoşkalınız.

06 Mart 2015, Cuma 10:05
YAZININ DEVAMI

‘’Kaybolan Yıllar!‘’

Televizyon kanalının program akışını yanlış yönlendirmesi sonucu maçın tamamını izleyemedim. Ancak izlemeye başladığım anlardan itibaren oynanılan tenis, maçın başının hiç te farklı olmadığını ortaya koyuyordu. Televizyon sunucusu genç arkadaşımıza ise ufak bir anımsatma. Hamaset edebiyatı kimseye yarar getirmez. Önemli olan muharebe değil savaşı kazanmaktır. Teniste bir galibiyet şampiyonluk getirmez. Ülke tenisinin gelişmesi ile de doğru orantılı değildir. Sadece günü geçirtir.

Profesyonel Tenis Dünyasında bir raketin hiç beklenmedik sürpriz(ler) yaratması olağandır. Bu sürprizi gerçekleştiren sporcu eğer 20’lerinin civarındaysa, yeni bir şampiyon mu çıkıyor? merakıyla araştırmalar yapılır oyuncu yakinen izlenmeye başlanır (Örnek: Borna Coric). Ama sözkonusu sürprizin sahibi artık kariyerinin sonbaharını yaşıyorsa “olağan şüpheliler” sınıfına bile girmez…Çünkü bu başarının devamını beklemek yerine “Godot’yu beklemek” daha umut verici olabilir !

Marsel İlhan özel bir yetenek değildir. Bu sınıfa hiç girmez. Ama tenise çok yatkın bir fiziği olan son derece disiplinli, çalışkan ve dürüst bir sporcudur. Korttaki en büyük silahı çapraz bir forehand’dir. Bugünün tenis dünyasında bu denli kısıtlı silahla ilk 50 içerisine girmek imkânsız…İkinci elli içerisinde de kalmak zordur. Bu yeteneklerini geliştirememiş olması ise kendisinden başka kimsenin kabahati değildir. Zira kararlarının çoğunu kendisi vermiştir. Yanlış antrenör, yanlış koç, yanlış turnuva seçimi, yanlış taktik, yanlış mentor. Daha ne sayayım! Hani Napolyon “Trafalgar Muharebesini” yitirmekte olduğunu görünce kurmaylarını sorguya çekmiş. Biri atılmış “İmparatorum barutumuz kalmadı” diye. “Dahasını söylemeyin” demiş Napolyon !

Bana göre Marsel İlhan’ın Arap Yarımadasındaki başarısı Djokovic’e rakip olmak değildir. Esas başarı eleme turunu geçip ana-tabloda da çeyrek finale kalmasıdır. Marsel dün akşam Djokovic’e rakip olamadı. Dünyanın 104 numarası olarak zirvedeki rakibinizin karşısına geldiğinizde herzamanki oyununuzu oynarsanız makus talihinize razısınızdır.

Tenis turnuvaları artık tüm dünyada yayınlanıyor. Bunları banttan izleyebilmek çok kolay. Bir bakın bakalım büyük sürprizler nasıl gerçekleşiyor. Böyle durumlarda genç raketler işi riske eder. Aldıkları risk tutar üstelik bir de rakip kötü günündeyse buyrun sansasyona ! Ama Marsel İlhan’ın böyle bir niyeti anlaşılan hiç yoktu. O kaderinin buraya kadar olduğuna kendisini inandırmıştı. 45 dakika süresince çabalamadı bile. Djokovic ise herhalde İstanbul Open’a kendi yerine Federer’in davet edilmiş olmasının kızgınlığı ile hınç çıkardı (61, 61). Dost acı söyler diyeceksiniz : Djokovic antrenman bile yapmadı.

Marsel İlhan benimsemiş olduğun ülkene hizmetlerin inkar edilemez. Ama bu sporun öyle çok beklentisi var ki…Ve maalesef elde hala senden başkası yok. Hadi bi gayret desek bir basamak daha atlayabilir misin ?

Hoşkalınız.

27 Şubat 2015, Cuma 15:30
YAZININ DEVAMI

‘’Avustralya'da Son!‘’

Son günün muzaffer teniscisi Sırp Tenisci Novak Djokovic oldu. İngiliz rakibi Andy Murray’i yenerek şampiyonluğa ulaştı. Dört set (76, 67, 63 ,60) ve 3’40” süren maç sonunda rakibine dördüncü kez burada üstün geldi.

Melbourn’daki turnuvayı on günde 704.000 kişi bizzat gelerek izlemiş. Bu bir rekor. İşte bu rekorun son gününde müthiş bir fiziksel mücadele izledik. Sırp raket daha ilk sette bir voleye yetişirken düştü. Parmağından tedavi gördü. Ancak tedaviden sonra seti kazandı. İkinci sette ise bunun tersini yaşadık. İngiliz 2-1 üstünlükten 4-2 geriye düştüğünde sinirleri iflas etmek üzereydi. İmdadına bir siyasi gösteri yetişti. Avustralya’nın mülteci-sığınmacı politikasını protesto edenler sahaya girince oyun durdu. Bunları reklam etmemek için yerel medya “sus” kararı aldı. Ancak bu bekleme süresince İngiliz kendine geldi ve seti alarak durumu beraberliğe getirdi.

3. sette ise Djokovic beklenmedik bir bitkinlik yaşadı. Birkaç topta sendeledi. Tedavi istedi ve gördü. Sonra kalktı ve 13 oyunun 12’sini kazanarak seti aldı…2-1 öne geçti.

Dördüncü sette Sırp Teniscinin rakibine karşı ezici bir üstünlüğünü izledik. İngiliz müthiş geliştirdiği fiziği ile bir köşeden diğerine ulaşıp topları çıkarıyor ama puanları bitirmek Djokovic’e nasip oluyordu. “Avustralya Açık” tarihinde ilk kez bir finalin son seti 6-0 bitti.

Djokovic ile Murray 12 yaşlarından beri birbirlerine karşı bir tenis mücadelesi veriyorlarmış. Oynadıkları yerlerde birlikte antrenman yaptıkları az değil. Hal böyleyken bu maçtan sonra Murray’e rakibinin üçüncü sette aldığı tedavi molasının taktiksel olup olmadığı sorulduğunda aldıkları yanıt : “Umarım öyle değildir” oldu ! Tenis dünyasında değil dostu-arkadaşı, rakibi hakkında bile böyle imakâr konuşana pek rastlamazsınız. Ama bu delikanlı ağzından çıkanları pek düşünerek telaffuz edenlerden değil. Değilmi ki İskoçya’nın İngiltere’den ayrılmasını desteklediğini söyleyip, tersi çıkınca, tekzipte bulundu !

57 kilometre raket teli harcanan Avustralya Açık’ta en fazla raket çektiren de tek-kadınların şampiyonu yaşayan efsane Serena Williams olmuş. 86 raket ! Burada toplam 4763 raket çekilmiş. Serena aynı zamanda kadınlarda en hızlı servisi atan : 204km. 88 ace atmış.

Bir başka efsane de “Karışık Çiftleri” kazandı : Martina Hingis ile Leander Paes. Pek uzak olmayan bir geçmişte Martina teklerde, Paes ise çift-erkeklerde tenis dünyasının zirvelerindeydi. Çift-Kadınların favorisi ise tartışmasız bir şekilde İtalyan Errani-Vinci çiftiydi. Ama onlar bu onuru Safarova(ÇEK)-Sands(ABD) çiftine kaptırınca Çizme’nin üzüntüsünü erkekleri giderdi…Çift-erkeklerin şampiyonu beklenmedik bir şekilde İtalyan Fognini-Bolelli çifti oldu.

Tenis turnuvaları esnasında çocuklara seslenen bazı etkinlikler gerçekleştirilir. Bunların başında yıldız teniscilerin, geleceğin minikleriyle oynamaları gelir. Bunun adına tenis-kliniği denir. Buradaki çocuk-gününe katılan yıldızların başında Azarenka, Hingis, Bouchard, İvanovic, Federer, İvanisevic ve Nadal geliyor. Kaç kişi katılmış biliyor musunuz ? 14.500 (ondörtbinbeşyüz).

Artık bu kliniklere katılmak için çok büyük olan Gençleri (Juniors) ise erkeklerde Rus, kızlarda Çinli tenisciler kazandı.

Burada bir ilk daha gerçekleşti. Tekerlekli-sandalye erkekler turnuvasını ilk kez bir Avustralyalı kazandı.

Artık teniscilerin kıta değiştirmeye başladılar. Önce ver elini Avrupa’nın kapalı-kort turnuvaları. Sonra da ABD’ye geçilecek. İzleyeceğiz. Hoşkalınız.

02 Şubat 2015, Pazartesi 14:00
YAZININ DEVAMI

‘’Avustralya'da Sona Doğru…‘’

Bunun nefret tohumları attığını ve kişiyi çok alçalttığını düşünüyorum (lig maçlarında ulusal marşların gündeme getirilmesi gibi). Ancak dünyanın neresine giderseniz gidin bilhassa güçlü olan taraf bunu adeta bir silah gibi kullanıyor. Şu anda bulunduğum ABD’de ki çoğu insanın düşüncesi de maalesef bu doğrultuda.

Serena Williams dün 19’luk vatandaşı Keys’i yenerken pek zorlanmadı diyebiliriz. Üstelik Keys Sharapova’dan daha kuvvetli. Çok güçlü bir forehand’i var. Serena’yı birden fazla kez sendeletti. Bu genç raket nihayet ABD’nin beklentilerini karşılayacak ve göreceksiniz tenis dünyasının zirvesine yerleşecektir...Hem de fazla sürmeden. Yegani zaafı güçlü vuruşlarına fazla güvenip çok basit hata yapması. Ama antrenörü Lynsey Davenport ile onun da üstesinden gelecek ve kadınlarda yeni bir heyecan yaratacaktır. Bu efsane kadın onu yaşıtları gibi kapak mankeni olma hevesinden uzak tutup işine odaklanmasını sağlıyor.

Sharapova 2004 yılından bu yana Serena Williams’ı hiç yenememiş. Çoğu kez de ezilmiş. Williams rakibinin en nefret ettiği oyuna sahip…Agresif ve çok kuvvetli. Servis yüzdesi de epey yüksek. Sharapova ne denli formda olursa olsun bu finalin sonucuna da karar verecek olan ABD’li rakettir. Avustralya Açık’ın bir çok oyuncusu gibi ona da bulaşan grip salgını onu köreltmediği ve servislerinde de yüzdesini tutturduğu sürece bu maçı yitirmez. Ama unutmayın ki Rus raket en son puan kararı hakemin ağzından çıkana kadar maç bırakmıyor. Açıkcası Sharapova’nın kazanmasını istediğim halde bu maçın pek uzun süreli olmayacağı kanaatindeyim.

Erkeklerde ise Avustralya’ya gözlerden uzak gelmenin avantajını iyi kullanan Murray finalde. Bu fevkalade yetenekli İngiliz (İskoç) raket, dağıttığı ekibini çoğunlukla kadınlarla yenilediği için epey ağır latifelerle yüzleşmek zorunda kaldı. Kendisinden hiç beklenmedik bir davranışla aldırmadı. Uzun bir zamandan beri onun oynadığı tenise bu denli konsantre olduğunu görmemiştim. Babalı Araplar gibi de başta kendisi, sağa sola çatmıyor. Gerçi Dimitrov önünde aslına dönmek üzereydi ama toparlandı. Anlaşılan meyvesini de almaya başladı. Dün Berdych’i yenerken hem fiziğinin hem de formunun zirvesinde olduğunu gösterdi.

Bugün Djokovic-Wawrinka mücadelesinde İsviçreli önceki maçlarındaki müthiş servis yüzdesini tutturursa Sırp raket hiç beklenmedik bir şekilde zorlanabilir. Zira rakibi sahayı da iyi kavrayabilen ve kendisi gibi komple tenis oynayabilen biri. Novak’ın hem İsviçreli’ye hem de İskoç’a karşı tartışmasız bir üstünlüğü var: 16-3 ve 15-8. Tenis istatistiklere aykırılığıyla ünlü olmasına rağmen Sırp raket Avustralya’dan zaferle ayrılacaktır kanaatindeyim. İyi izlenceler…Hoşkalın.

30 Ocak 2015, Cuma 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kuşak Çarpışması !‘’

Profesyonel teniste karşınızda bir rakip düşünün ki boyu 2 metreye yakın. Adamın kolu kalktığında, raketinin boyu ve sıçramasıyla birlikte bu uzunluk 3.5 metre civarında. Üstelik adamın attığı servisin hızı ortalama 207km. Daha da önemlisi bu adam bu servisi tüm maç boyu atabiliyor. Dolayısıyla bunu çevirebilmek her babayiğidin harcı değildir.

Djokovic bilhassa Sırp oluşu ya da fiziği ile çoğunuza sempatik gelmeyebilir. Onu sevmeyebilirsiniz. Ancak bu adamın hakikaten üstün bir tenisci olduğunu görmezden gelemezsiniz. Tenisi sansasyonel olmayabilir. Şu ya da bu vuruşu çok üstün demeyebilirsiniz. Ama fevkalade komple bir oyunu olduğunu da inkâr edemezsiniz. Komple oyun derken bunu içerisine konsantrasyonunu, oyunu ve sahayı kavramasını dahil ediyorum.

İşte turnuvanın başından bu yana sadece bir kez kendi servisini yitiren bu Djokovic dün Kanadalı Raonic karşısında bu üstünlüğünü bariz bir şekilde ortaya koydu. Sukunet içerisinde rakibini kırdığında fazla da üzerine gitmedi. Sadece kendi servisini aldı ve 3 sette işi bitirdi.

Şimdi karşısında geçen yılın şampiyonu Wawrinka var. O da dün Nishikori gibi gençler arasında en sürekliliği olan bir rakibi, hafta boyu gittikçe yükselttiği oyunu ile set vermeden yendi. Wawrinka’nın Djokovic’i yenebilmesi için daha atak oynaması ve rakibini bozması gerekiyor. Yoksa bu Djokovic’i bu formuyla burada kimse alt edemez.

Benim gönlüm bir Djokovic – Berdych finaline meylederken, mantığım Djokovic – Murray diyor. Hem mantığım hem gönlüm Djokovic’in şampiyonluğunu çığırıyor…Ama tenistir bu ne mantık tanır ne gönül !
Kadınlarda ise jenerasyon (kuşak-nesil) çarpışması sürüyor. Değişen sadece kardeşler! 34 yaşındaki Venus Williams bir gün önceki oyununu aramaya başlayınca 19 yaşındaki vatandaşı Madison Keys’e yenildi ve işi sonuçlandırmayı 33 yaşındaki kızkardeşi Serena’ya bıraktı.

Kadınlarda da gönlüm Sharapova ya da Keys derken mantığım katı bir şekilde Serena diyor. Hoşkalın, sağlıcakla kalın.

29 Ocak 2015, Perşembe 16:30
YAZININ DEVAMI