‘’Haydi Yeni Kan !‘’
“Fransa Açık” tüm hızıyla sürüyor. Bu kez beyaz camdan izlemekteyim. Yayınlayıcı kuruluşlar haklı olarak en fazla para kazanabilecekleri maçlara yöneliyorlar. Bu doğrultuda bilhassa ilk turlarda en fazla izleyici çekecek ve bu yönelimde en fazla reklam alabilecekleri maçlar seçiliyor. Televizyon şirketlerinin yayınladığı maçlara bağlı kalıyorsunuz. En popüler yıldızların maçları her zaman çekici olmadığı gibi fazlasıyla da tek yanlı olabiliyor. Örneğin Federer-Dzumhur, Wawrinka-İlhan, Tsonga-Sela maçları fevkalade sıkıcıydı. Emin olun mutfakta daha fazla zaman geçirdim !
Roland Garros tesislerinin yan kortlarında turlamak ve canım çeken kortlara girmek, merak ettiğim henüs starlık apoletlerini takmamış oyuncuları yakından izlemek bayıldığım şey. Hele ilk turlarda hani neredeyse ana-kortlarda hiç yer verilmeyen çift maçlarındaki ustalıklara hemen bitişiğindeki kortlarda şahit olmanın zevki bir başka oluyor. Mert Kardeşimin kulağı çınlasın bir korttan diğerine geçmek Paris’te zor olmuyor. Halbuki diğer turnuvalarda birinden diğerine giderken maç bitiyor !
Maçlar pek sansasyonel skorlara şahit olmadı. Ağır-Abiler fazla da zorlanmadan emin adımlarla birbirlerine doğru yürüyorlar. Ama en kritik turlar yeni başlıyor.
Önceki yazımda Fransız izleyicilerin gücünden bahsetmiştim. Başta vatandaşları olmak üzere “…tuttukları raketleri giden maçta geri getirirler” demiştim. Herhalde gözlerinizle şahit oldunuz : (Monfils-Schwartzman (46, 64, 46, 62, 63), Monfils-Cuevas (46, 76, 36, 64, 63), Gasquet-Berlocq (36, 63, 61, 46, 61), Cornet-Lucic Baroni (46, 63, 75), Mladenovic-Bouchard (64, 64).
Günümüz profesyonel tenisinin müthiş bir disiplin ve profesyonellik gerektirdiğini artık bilmeyen kalmadı. Ama buna gereken önceliği vermeyen bazı raketler olduğuna da bir kaç yazı önce değinmiştim. Dolaysıyla bunların elenmesi de bana fazla bir şey demedi. Dimitrov, Gulbis, Fognini , Bouchard, Janovic sadece bir kaç örnek. Adeta galibiyet arar duruma geldiler.
Yakın gelecekte epey gündeme geleceklerini öngördüğüm oyuncular ise erkeklerde başta Avustralyalı Yunan asıllı Kyrgios olmak üzere Hırvat Coric, Avusturyalı Thiem ve İstanbul’dan bu yana fevkalade oyununu izlediğimiz Arjantinli Shwartzman. Kadınlarda ise merakım daha fazla. Önce fevkalade bir kuşak olarak gördüğüm Romenler geliyor : (Halep), Begu ve Mitu. Sonra İsviçreli Bacsinsky, ABD’li Keys, İspanyol Muguruza bunlardan bir kaçı.
Hadi gelin işe ilginçlik katmak amacıyla biraz da ileri turlara yönelik tahminde bulunalım. Erkeklerde sanki Djokovic-Ferrer, Nishikori-Federer yarı-finallerine doğru gidiyoruz. Zirveye de bu formuyla Novak Djokovic çıkar diye düşünüyorum. Gönlüm ise Kyrgios, Monfils gibi gençlerden birini veya haksızca spekülasyonlara uğrayan Nadal’ı zirvede görmeyi arzuluyor.
Kadınlarda ise tam bir dipsiz kuyu var. Hani el yakıyor fikstür. Bugünkü Williams-Azarenka galibiyle Sharapova’nın finalde buluşacağını öngörüyorum. Gönlüm ise yukarıda saydığım gençlerden birini ya da Sharapova’yı arzuluyor (!). Her iki seks için de bir kan değişimi hiç fena olmaz diye düşünüyorum. Hele bu değişim en zor zeminde yani Paris’in kumunda olursa seyreyleyin gümbürtüyü. Emin olun bunun artçı sarsıntısı taa sonbahardaki “Amerika Açıkta” bile hissedilir. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz.
Hoşkalınız.
‘’Dört Silahşörler !‘’
“Işıklar Kenti” olarak adlandırılan Paris’te oynanılan Fransa Açık “Roland Garros” turnuvası için yakıştırılan deyimlerden biri de “Üç Silahşörler”in turnuvasıdır. “Üç Silahşörler”, uslanmaz arlanmaz bir çapkın olan (eşine ek 40 kadar metresi olduğu ve oğlu Alexander Dumas’nın da bunlardan birinden peydahlandığı rivayet edilmektedir) Alexander Dumas (baba) ile asistanı Auguste Maquet tarafından yazılmış ve dünyada 100 dilden fazlasına çevrilmiş, birkaç ciltten oluşan fevkalade bir macera romanıdır. Atos, Portos, Aramis adlı kralın üç silahşörüne Dartanyan isimli bir kılıç ustası daha eklenir ve hikaye başlar. İşte bu yıl ki turnuvada da kozlarını paylaşmaya hazır dört aday var. Djokovic, Federer, Murray ve Nadal. Aşağıda becerebildiğim kadar bu dörtlüyü irdelemeye çalışacağım.
Federer’in iki sorunu….Birincisi bu adam ilk turlarda dişli bir rekabetle karşılaşmadığı çoğu turnuvanın son turlarından boynu bükük ayrıldı. Esas rakipleri olan Djokovic, Nadal ve Murray ile kıyaslandığında Paris’te ilk turlarda karşısına Monfils’den başka dişli rakip gelmiyor diyebiliriz (ki o da sakatlıktan yeni kurtuldu). Ama burası toz-toprak. Üstelik bir de yağmur yağar saha ağırlaşırsa ayıkla pirincin taşını ! Ne Berdych ne de Wawrinka onun için sorun olmayacaktır. Onun için esas sorun grand-prix’lerin 5 setlik formatıdır. Artık 33 yaşının fiziği üst üste 5 sete uzayan maçlarda süreklilik sağlamasına izin vermiyor.
Benzer bir sorunla da turnuvanın kayıtsız şartsız en büyük favorisi Djokovic karşılaşıyor. Kariyerinin en mükemmel evresini yaşayan bu Sırp Genci’nin çeyrekte önüne toprağın kralı Nadal geliyor. Nadal’ın bu tura kadar gelebilmesi bile onun özgüvenini pekiştirecek ve onu eski oyununun seviyesine ulaştıracaktır. Nole onu geçerse bu kez yarı-finalde karşısına başarılı yıl yaşayan başka bir raket gelecektir. Üstelik bu diğerinden de yetenekli…İngiliz Andy Murray. Sırp Raket, Nadal ve Murray önünde zorlanıp, iki maçın yorgunluğu ile Haşmetmeablarının karşısına çıkarsa işler onun için sarpa sarabilir.
Rafa Nadal ise tüm alçakgönüllülüğü ve açıksözlülüğü ile medyanın karşısına çıktı. “…Benim burada çeşitli formatlarda beyanatlarda bulunmamı bekliyorsunuz. Ancak burada verilecek tüm yalan beyanlar ve atılacak palavraları kortta arındırmanıza imkan yoktur. O kırmızı toprağın üzerinde her şey alenen ortaya dökülür. Temiz kirli, doğru yanlış hemen farkedilir!” Daha ne desin. Adamın hakkında haftalardır yapılan spekülasyonların haddi hesabı yok. Ne dopingciliği kaldı, ne de üzerindeki baskıyı azaltmak için sakatlık rolü yaptığı ! Bir Tanrı Kulu çıkıp ta “yahu ağalar bu adam burada 67 maç oynamış…66’sını kazanmış. Dokuz kez şampiyon olmuş…Hele bir bekleyin görün sonra karar verin. Adamı sahaya çıkmadan mahkum ediyorsunuz. Üstelik bir kez şampiyon olmasa ne olur (?)” demiyor. Buldular ya hassas dönemini, bindir bindirebildiğin kadar. İşin memnuniyet verici yanı ise, Sharapova başta olmak üzere tüm teniscilerin bir araya gelip bu büyük şampiyona medyanın densizce saldırdığını, saygısızlık ettiğini bu ortamda kullanılabilecek en sert ifadelerle dile getirerek destek olmalarıdır. Bir tek eski şampiyonlardan ABD’li Courier, Nadal’ın “ektiği tohumları biçtiği” mealinde bir şeyler saçmaladı. Paris Belediye Başkanının Nadal’a verdiği nişan ise bir zevahiri kurtarmaktan öteye gitmemektedir. Medya da bile kendisine pek bir yer bulamadı bu tören.
İngiliz raket Andy Murray’e pek bir sempatim yoktur. Fevkalade yetenekli bu atletin 35 derece sıcaklıkta sürekli karalara bürünüp sahada arz-ı endam etmesi, tepesinden tırnağına kadar negatif elektrik yüklü anasının dizinden ayrılmaması, ruh halinin pamuk ipliğine bağlı olması ve hışırdıyan (!) kişiliği ile bir türlü ısınamadığım biridir. Ama evlendikten sonra bu defolarının bir kısmından arınmış görüntüsü veriyor. Bu doğrultuda benim için Paris’teki başlıca şampiyon adaylarımdandır. Fazla göz önünde olmaması stres bulutlarından uzak kalması anlamına gelir. Antrenörünün de Amelie Mauresmo gibi doğru kişilikli bir Fransız olması tribün desteğinin de yanında olması demektir. Roland Garros’ta bu iki unsur fevkalade önemlidir. Hoşkalınız.
‘’Rafa'nın Paris ikilemi !‘’
Fransız izleyicisi bana göre en iyi tenis izleyicisidir. Sıkıldığını hemen belli eder. Haksız ya da yanlış bir kararda kıyameti koparır. Yeğlediği oyuncuyu kıyasıya tutar. Ama ezilen oyuncuyu da maça sokmayı iyi bilir. Gitmiş denilen maçı oyuncusuna kazandırdığına çok şahit olmuşuzdur. O denli yaparlar ki bunu idolleri Federer bile birkaç yıl önce tribünlere dönüp “susun” diye bağırmıştı.
Aynı şekilde “Fransa Açık” yani bir diğer adıyla “Roland Garros”u en iyi toprak kort hatta en iyi Grand Prix turnuvası olarak sayarım. Burası ne “ABD Açık” gibi bir sirki andırır ne de “Wimbledon” gibi salakça bir kibir içerisinde, çağdışı kuralların geçerli olduğu köhnemiş bir kraliyettir. Avustralya’nın çok methini duydum ama göremedim. Ancak tatilden çıkan raketlerin ilk turnuvası olduğu için buradaki sonuçların tenis için sevimli birer istatistik olarak kaldığı da bir başka gerçektir. Tabî tüm bunlar şahsi fikirlerimdir. Seçkisi başka olanlara da saygı duyarım. Ama Roland Garros şovdan arıtılmış programı ve sahaya daha yakın tribünleri ve diğerlerine nazaran küçük kortlarıyla muhakkak ki sporun, tenisin daha ön planda kaldığı turnuvadır.
“İspanyol Boğası” yerine “Toprağın Kralı” lakabını tercih ettiğim “Rafael Nadal Parera” dokuz kez kazandığı Fransa Açık (Roland Garros) turnuvasındaki başarısını 2015’te de tekrarlamak isteyecek. Bu rekorun yanına bile gelebilen bir tenisciyi tarih şimdiye kadar yazamadı. Bu genç adamı son haftalarda yakinen izleme olanağım oldu. Rakiplerine nazaran çok fiziki bir tenis tarzı benimseyen Nadal maalesef hala eski formuna ulaşabilmiş değil. Olası rakiplerine de peşpeşe yenildi ve sonunda ilk kez ilk beşin dışına düştü…Yedinci sırada girecek “Işıkların Kenti” olarak anılan Paris’e. Bu da Roland Garros’ta ilk altı sıradaki raketlerle yarı-final öncesi karşılaşabileceğini ifade ediyor. Yani kozlarını epey erkenden paylaşmaya başlayacak. Ama bu arada onun için esas tehlike sansasyonel bir skora imza atmak isteyecek gençler olacaktır. Nadal’ın rakiplerine en ters gelen vuruşu soldan vurduğu lifte paralellerdir. Çok süratli ve solak oluşundan dolayı bu vuruşlar onun başlıca silahıdır. Ama son zamanlarda bu vuruşlar yeterli derinlikten uzak. Toplar yerden kalkarken yeterli ivmeyi alamadığı için rakiplerini ancak geri çevirebilmek durumunda bırakmıyor. Bu da onlara atakta bulunabilme olanağını veriyor. İşte bu durumda ve gününde olabilecek “serseri mayınlar” ona en büyük tehlikedir.
İşin en ilginç yanı ise turnuvasını dokuz kez kazandığı bu “Işıkların Kenti”nin halkının onu bir türlü benimseyememeleri. Benimsemedikleri gibi kötü de hitap ediyorlar. “The Ogre” diyorlar ona. Türkçesi “yaratık, insan yiyen dev, canavar, zalim” olarak ifade edilebilir ! Ne büyük haksızlık…Ne büyük densizlik.
Amca Tony Nadal tüm açıksözlülüğü ile ve belki de biraz sertçe konuyu şöyle özetliyor. “Fransız İzleyicisi aptal. Öncelikle İspanyolları hor görüyorlar. Hor gördükleri bir İspanyol’un şampiyonluğu onların gururlarına dokunuyor. Birisinin kaybetmesini dilemek kendinizi eğlendirmenin ya da tatmin etmenin en şımarıkça tarzıdır. Kendilerini üstün sanan insanların ne denli aptal olduğunu gösterir.”
Fransızlar her şeyde olduğu gibi sporda da güzelliği ön planda tutarlar. Tuttukları sporcu ya da takım bu şekilde kazanıyorsa keyiflerine paha biçilmez. Gerçi bunu kim yeğlemez derseniz haklısınız derim. Ama onların farkı şudur : Maç yenilgi ile sonuçlansa bile alkışlarlar. Roland Garros’ta nice mağlup sahadan çıkarken, muzafferden fazla alkışlanmıştır. İşte bu nedenden dolayı Federer’den tutun Guga’ya(Gustavo Kuerten) kadar nice raket yenilgilerini vakarla soyunma odalarına taşımışlardır. Rafa Nadal gibi bir raket ise, Roland Garros istatistiği 66 yengiye karşın, tek bir yenilgi gösteriyor olmasına karşın, sahadan olması gereken neşeyle ayrılamamıştır. Birileri ne denli göze hoş gelen, sonuç alıcı tenis oynuyorsa, bu İspanyol Genci, o denli fiziksel ve rakiplerini tüketen bir stili benimsemiştir.
Geçirdiği onca önemli sakatlıklara ve yukarıda saydığım onca olumsuzluğa karşın bu İspanyol Gencinin hala Roland Garros’un başlıca favorilerinden olması onun sabrını, gücünü ve iyi niyetini ortaya koymaktadır. O amcası kadar septik bir tutum benimsemiyor. Bunu hisseden Fransız İzleyiciler de yeri geldiğinde ona gereken saygıyı gösterip kıyasıya alkışlamaktan geri kalmamışlardır.
Sporun en güzel yanı da bu değil midir ? Hoşkalınız…
‘’Tony Nadal ve Rafa!‘’
• Bunca başarıya ve paraya rağmen sizin ve ailenizin yaşantınızda herhangi bir değişiklik olmadı?
- Her şey yolunda giderken niye değişiklik isteyelim. Bizler mütevazi insanlarız. Yaşantımızda sahip olduklarımızla yetinebiliyoruz, memnunuz, şükrediyoruz…Niye değiştirelim.
• Rafa spor yaşantısında fiziksel oyunu nedeniyle epey sakatlık yaşadı. Ama bu kez sanki iyileşmesi daha mı uzun ve zor oluyor ?
- Rafa’nın iyileşme sürecinde epey zor anlar yaşadık ve endişelendik. Zira eskisine göre çok yavaş işleyen bir süreçti. Üstelik eski yüksek standardımızı tutturmak daha fazla zaman alacak.
• Peki eski özgüvenine ulaşması mümkün olacak mı ?
- Özgüven bence eller ve ayaklardan daha önemli değil. Eğer eller ve ayaklar iyi işliyorsa özgüveniniz gelişir. Normal işleyen süreçlerde tenis standardınız yüksekse özgüveniniz de gelişmiş olur.
• Rafa Paris’te yine favori midir ?
- Rafa Paris’te benim favorim değil. Ben oldum olası hep kaybedeceğinden korkarım. Onun için kesin favori addetmiyorum. Favorilerim arasında ise önce Djokovic, Del Potro, Ferrer, Murray var. Onlardan sonra onu da belki sayabilirim. Federer’den emin değilim.
• Sizce yedinciliğe düştükten sonra yine ilk sıralara gelebilecek mi ?
- Bizim ilk hedefimiz ve felsefemiz kazanmaktır. Birinci, ikinci veya üçüncü olmak değil turnuva kazanmaktır esas amaç. Yarışımızın ana nedeni budur.
• Peki kazanmak için yeni planlarınız var mı ? Neler yapmayı düşünüyorsunuz ?
- Kazanmak istiyorsanız işinizi herkesden farklı yapmanız gerekir. Doğal olarak biz de daima yeni bir takım arayışlar içerisindeyiz. Mesela daha çok fileye(voleye) çıkmamız gerektiğine inanıyoruz…
-
Yarınki yazımda Rafael Nadal ile ilgili yazımı sürdüreceğim…”Fransızlar ve Nadal” . Hoşkalın,
‘’Kutudan Büyü Çıkmadı !‘’
Büyülü Kutu’nun merkez kortunda saha içinde dört bir yandaki reklamlar değişken. Puan oynanırken statik. Sonra sürekli değişiyor. Dün de yansıttığım gibi para kazanabilmek için her olanağı değerlendiriyorlar. Giriş ve çıkışlar fevkalade rahat. En ufak bir itiş kakış olmuyor. Her bölüme fazlasıyla diyebileceğimiz sayıda hostes koymuşlar.
Yegane zorluk tüm anonsların, ikaz ve sinyalizasyon tabelalarının sadece ve sadece İspanyolca olması. Dolayısıyla pek bir şey anlamıyorsunuz. İngilizce bir tabela bulmak bir yana, konuşana bile rastlamak mucize ! Ama bu tüm İspanya için acı bir gerçek. Konuşmasını bilene de pek rastlamıyorsunuz.
Localar burada da boş duruyor. Ben yemeğimi basın-lokantasında yiyip tribüne girdiğimde locaların ¾’ü boştu. Ama üst katmanlardaki halk tribünleri tıka basa dolu. Eh ne de olsa “Toprağın Kralı” vatandaşları Rafael Nadal oynayacak. Ama ilk setin yedinci oyununda her yer doldu. İspanyolların bir başka özelliği de gecikmek. Evinize akşam yemeğine çağırdığınız zaman bile davet saatinden en az yarım saat sonra arz-ı endam ediyorlarmış !
Maçın başlamasıyla gidişatı belli oldu. Arka çizgiden vur Allah vur. İlk set 7/6 Nadal’ın oldu. Kimse servis kıramadı. Kimse voleye gelmedi. Kimse bir drop-shot (kısa-top) atmadı ! Anlayın maçın halini.
İkinci settin hemen başında ise İspanyol Boğası, Çek rakibinin servisini kırdı ve durumu 3-1 yaptı. Rahatlayınca biraz daha iyi oynamaya başladı. Risk alarak çizgilere atak edebildi. Skor da 4-1, 5-1 gitti ve maç 7/6, 6/1 bitti.
Sonuç: Zevksiz ve kalitesiz bir maç izledik. Nadal böyle bir Berdych bulduğuna dua etsin ve fazla böbürlenmesin. Bu adam uzun süreli sakatlığından bu yana belli ki her gün oyununun üzerine koyuyor…Ama hala eski görüntüsünden uzak. Berdych karşısında biraz da rakibinin olmadık hatalarıyla üstünlük sağladı. Yarınki olası rakipleri Murray ya da Nishikori karşısında işi çok daha zor olacak. Onlar bu denli çok basit hatalar yapmayacaklardır.
Berdych ise böyle bir Nadal’ı alt edemediği için hayıflanmaktan öte neden hep ağır-abileri izleyen bir raket olarak kaldığının analizini yapsın.
Bu maçtan sonra hem görüntü hem oyun olarak feci (!) olacağını tahmin ettiğim kadınlar finali yerine yan korttaki erkekler yarı-finalini tercih ettim. Pek doğru yapmışım. Zimonjic-Matkowski çifti Lopez-Mirnyi’ye karşı. Bunların içinde bir tek Lopez üstat değil. Sırp Zimonjic 38 yaşında. Kariyerinde dünya birinciliği yaşamış. Partneri Polonyalı Matkowski keza 34 yaşında ve yedinciliğe kadar çıkmış. Beyaz Rus Max Mirnyi ise 37 yaşında ve o da birinciliği tatmış. Bu adamın bize karşı Davis Kupasında oynaması olası. Biraz da bu nedenle izledim bu karşılaşmayı… İzlenimlerimi bir başka yazıda aktaracağım.
Böyle bir maçın üç sete gitmesi kadar doğal bir şey olamaz. 6/3, 6/7 ve 10-7’lik setlerle Zimonjic-Matkowski kazandı. Yarın finalde karşılarına kariyerinde üçüncülük görmüş 35’lik Hintli Bopanna ile 30’luk Romen Mergea gelecek. Ben de ağzımın suyu akarak izleyeceğim. Çiftlerde bilhassa filenin iki yanında yapılan o ince vuruşları başka hiçbir maçta göremezsiniz.
Hoşkalınız.
‘’Nifakla Beslenmek !‘’
Senyörlerle ilgili kuruluşun alacağı kararların ancak TTF onayıyla yürürlüğe sokulabilmesi ve bilhassa mali açıdan onun denetimine tabi olması gibi doğru sayılabilecek bazı yeni zorunluklar vardı. Dernek/birlik yönetimi Tenis Federasyonu ve onun başkanı Azmi Kumova ile bir orta yol arayacaklarına yüzüne söyleyemediklerini ardından ifade ederek konuyu tırmandırmayı yeğledi. Ama Azmi’nin onlara pek pabuç bırakmayacak yapıda olduğunu anlayabildiklerinde garip bir karar aldılar. Üyeleri olan Senyörlere tenis oynamayı yasaklayıp, turnuvaları boykot ettiler…Bir spor branşının gelişmesi için kurulmuş bir dernek o sporun işlevselliğini engellemekteydi !
Akabinde kendilerine turnuva yapabilmek için federe olmayan bir mekan seçerek bu kez Türkiye’de hakikaten bir ilk’e imza attılar. Sportif yönünden ziyade yeşil çuhadan sosyal sahalarıyla bilinen bu mekandaki turnuva valilik kararıyla geçersiz ilan edilerek yasaklandı.
Çalıştığım kulübün kimi üyeleri de bu boykotun içinde yer alıyordu. Konuyla ilgili sohbet ettiğim bazıları ters istikamete gittiklerini anlayarak doğru sapağı buldular. Bazıları “evet haklısın ama biz boykota katılacağımıza söz verdik” ifadesiyle davranışlarından dönmeyerek erkekliklerini (!) belli etmeye çalıştılar. Diğerleri zaten piyon olmayı kendilerine yakıştırmışlardı. Ama ne oldu biliyor musunuz ? Boykotun fikir babaları hemen önlerindeki federasyon seçimlerinde Azmi Kumova’yı desteklediler. Hatta yanlış anımsamıyorsam aralarından biri de onun listesinde yer almakta hiç bir beis görmedi ! Ne boykot kaldı ne dernek…İş doğrusuna vardı. İsteyen istediği turnuvaya girdi. Nifakla beslenmeye kalkanlar tabaklarına öğün gelmesini çok beklediler !
Ama “tarih tekerrürden ibaret olsaydı insanlar ders alırdı” diye bir özdeyiş vardır. Ne denli doğru olduğu son günlerde birbiri ardına örneklerle ibretlik bir şekilde önümüze geliyor. Geçen yazılarımdan birinde ( http://www.tenisdunyasi.net/yazar/bekir-emre/kuyuya-kim-su-verdi-126 ) “...bir insana ve onun yaptıklarına saygı duymanız için illa onu sevmeniz gerekmez, hakikatleri görmeniz yeter…Kıskanmayın gıpta edin” diye yazmıştım.
Yıllar sonra bugünlerde, birileri 14 yıldır yapılan ülkenin en kapsamlı senyör turnuvası “Hülya Cup”ı boykot etmişler. Neymiş efendim Avşar Kızı, Atatürkçülükten uzaklaşmış ! Sanırsınız ki Atatürkçülüğün ve/veya Hülya Avşar’ın patenti bunlarda ! Ama bu boykotta başarılı da olmuşlar. Normalde 1000 küsur tenisçinin katıldığı etkinlik bu kez 600’lerde kalmış. Peki bundan en büyük zararı kim gördü bilir misiniz ? Her yıl onar onar artarak büyüyen, eğitimlerinden evlerindeki yakıta, bayram paketlerine değin destek olunan “vakıf çocuklarına”!
Bir başka zararınız kime dokundu bilir misiniz ? Çıkışından bu yana turnuvaya ev sahipliği yapan ve bünyesinde çeşitli branşlarda 600’ün üzerinde genç sporcu barındıran, ayakta kalabilmek için çalmadık kapı bırakmayan, hatasıyla sevabıyla 80 yaşına ulaşmak üzere olan yıllardır önüne gelenin vurmaya çalışıp yıkamadığı, köklerinde sökülüp yerine AVM dikilmeye çalışılan bir çınara…TED Kulübüne.
Hülya Avşar’ı beğenmeyebilirsiniz. Sevmeyebilir, yapmacık hatta yeteneksiz de bulabilir, görüşlerine ise hiç katılmayabilirsiniz. Ama bu kadının güzelliğini nasıl inkâr edemezseniz, tenise yaptığı katkıyı da o denli yadsıyamazsınız. Her ikisi de gözünüzün önünde. Tabî eğer görmekten kaçınmıyorsanız !
Siz yıllarca bir tenis kulübünün başkanlığını yapmış, hatta tenis federasyonu başkanlığına birden fazla kez adaylığını koymuş birisi olarak başkanlığına aday olduğunuz sporu boykot ettirmeyi ve bu doğrultuda yaşamsal destek alan gençleri ve kurumları bu olanaklarından yoksun bırakmayı, izlediğiniz istikameti de doğru kılmak için spora siyaseti aracı etmeyi kendinize yakıştırıyor musunuz ? Girdiğiniz bu çıkmaz yolda çantanızı taşıttırdığınız, ya da size sonradan “kim itti beni” dedirtecek kişilerin sizi ilk engelde terkedeceklerini bunca yıllık tecrübeniz size fısıldamıyor mu ? Onları tanımamanıza imkan yok. Onlar her devirde var olmaya çalışmış ama olamamışlardır ! O nedenle nifakla beslenmeyi daha kolay bulmuşlardır. Bunlara İngilizler “colossal underachiever” derler…Cuk oturur.
Size iş işten geçtikten sonra çark etmenin de sarsılmış güvene hiç yararlı olmayacağını söyleyecek hiç mi dostunuz yok. Hoşkalın.
‘’Raketlerle icra edilen bir senfoni!‘’
Ama bu sabah izlediğimin zevkine bir daha kolay kolay varamayacağımı düşünüyorum. Adeta bir tenis senfonisine şahit oldum. Bir saniye bile yerinde duramayan insanı oturduğu yerden kaldıran, fıkır fıkır bir müzikal şaheser. Ancak bu şaheserin enstrümanları raketlerdi !
Serena Williams ile Romen raket Simona Halep bir hafta önce “Kızılderili Kuyularının” yarı-finalinde karşılaşacaklardı. Ama ABD’li raketin sakatlığı nedeniyle çekilmesiyle bu gerçekleşemedi. Halep orada şampiyon oldu.
Şimdi iyileşen Serena Williams Miami’de bilhassa ilk sette adeta tenis böyle oynanır dedi. Yanlış anlamayın karşısında belki de ona rakip olabilecek yegane tenisci vardı. Dünya 2 numarası Romen Simona Halep. Ama bu sabah ABD’li raketin karşısına değil Halep, ilk beş içerisindeki diğer raketlerin hepsini birden getirseler skor değişmezdi. İngilizcede bir özdeyiş vardır “(Serena) at her best”, yani “Serena’nın en iyisi” gibilerinden. 39 dakikada ilk set bitti (62). Setin sonunda “artık bu kadar da olmaz” demek istiyordum ama Serena Williams gerçeği de bilinçaltımı zorluyordu. Bu kadın başkalarının emekliye ayrıldıkları bir yaşta hala ve her kez tenisinin ve insanlığının üzerine koyuyordu. Nitekim İkinci set 2-2 (15/15)’te öyle bir puan oynandı ki tenis dünyasına patent olur. Zaten Romen raket akabinde raketi attı yere !
Halep bir atlet olarak kadın tenisinin en iyilerinden. Atikliği, çabukluğu, kortu kapsaması bir yana konsantrasyonu da zor bozulan, giden bir maçı çevirebilmek için azami uğraş verebilen bir genç kadın. Çok güçlü. Rakipleri ne kadar iyi oynarlarsa oynasınlar biliyorlar ki Simona Halep maçı kendi lehine çevirebilmek usandırana kadar uğraş verebilecektir.
İşte bu sabah ta böyle oldu. Dur bakalım dedi Halep rakibine…O kadar da kolay değil ! Aldı ikinci seti (64).
Tenisin acı bir gerçeği var. Ne denli iyi oynarsanız oynayın. İsterseniz karşınızdakini ezmekte olun. Rakibiniz sabırlı ve sinirine hakim olabiliyorsa bir yerde geri dönecektir. İşte sizin yapınızın önemi de burada ortaya çıkar. Siz bozulursanız o ana kadar verdiğiniz tüm emeklere yazık olur. Onun için sizin de kendinize hakim olmanız, sükûnetinizi (dinginliğinizi) yitirmemeniz gerekir.
Son set aynen böyle oldu. Serena bozulmadı ve farklı öne geçti. Önce 3-0 sonra 4-1. Oyun artık kalitesinden ödün veriyordu…Basit hatalar belirgin olmaya başladı. Halep hala bırakmadı oyunu…Rakibini şaşırtacak denli olmadık topları kovalıyor ve çevirebiliyordu da. Kırdı da rakibini. Oldu 5-5.
Ama anlaşılan bu gün ne yapsa fayda etmeyecekti. Büyük bir şampiyon vardı karşısında. Sonuca gidecek yolda ne yapacağını çok iyi hazmetmişti.
Müzik yine bir kreşendoya dönüştü. Oyun canlanınca ABD’li kendini hatırladı (65). Sonra da üzerine koydu (75).
Böyle bir maçı izleyebilenler çok şanslıdır. Hayırlı Cumalar…Hoşkalınız.
‘’Bir Tenisci…Bir İnsan !‘’
Uzun süredir birlikte olduğu sevgilisiyle evlendi ve çocuğu oldu. Akabinde “Paris Masters”ı sonra yıl sonu “Londra ATP Tour Masters”ı kazandı…”Davis Kupasında” ülkesine final oynattı. 2015’e “Avustralya Açık”ı ve geçen hafta da “Indian Wells”i kazanarak başladı ! Bakınız bu büyük şampiyon hayatındaki bu yeni evre hakkında çiçeği burnunda bir baba ve eş olarak neler söylüyor.
“Şu esnada yaşantım her yönüyle tatminkâr…Benliğimi konuşlandırdığımı düşünüyorum. 10 ay içerisinde hem bir eş hem bir baba oldum. Yaşamın benim için çok önemli bir dönem noktasını geride bıraktım. Üstelik sonuç tenisime de çok olumlu yansıdı.”
“Bir yandan sevdiğim bir sporu yapabilirken öbür yandan bir ebeveyn ve eş olarak üzerime düşen sorumlulukları yerine getirebileceğim olanaklara kavuşabildiğim için minnet doluyum.”
“Hiç bir sorunum yok. Yaşantımın fevkalade bir noktasındayım ve bunun tadını çıkarmaya çalışıyorum.”
“Tenis oynayabilmemin önemini fazlasıyla takdir ediyorum. Geçirdiğim çocukluk ve bulunduğum yere ulaşabilmek için karşılaştığım ve altetmek zorunda kaldığım sorunlar yaşamı daha kalender ya da mütevazi kabul etmeme yol açtı.”
“Çok küçük bir ülkeden gelmem, savaşı ve onun imkânsızlıklarını aşarak eriştiğim bu noktayı göz önüne aldığımda bana bir insan olarak yön veren, kişiliğimi oluşturan gerçekleri görüyor, yaşama yönelik benimsemiş olduğum yaklaşımımın ne denli doğru olduğunu anlıyorum.”
Sosyal Medya üzerine :
“Sosyal medya ve sosyal platformların en iyi yanı sizi seven, destekleyen ve izleyen insanlarla interaktif bir iletişim içerisinde olabilmenizdir.”
“Onların yaklaşımlarına teşekkür etmenin bir başka yoludur. Onlara minnetinizi belli etmek sadece kortta iyi tenis oynayarak olmaz…Onlarla bire bir iletişimde bulunarak, ekranda izlediklerinin dışında, kişiliğim hakkında onlara bir başka perspektif açarak kendimi tanıtmayı doğru buluyorum.”
Ne diyebiliriz ki sevgili okuyucular…Şöyle bir çevremize baktığımızda neden kolay kolay Novak Djokovic olunmadığını ibretle görmüyor muyuz ! Ne dersiniz ? Hoşkalınız.